Gümüşyüz Ejder lich in arkasından havda uçarken.
Sırtındaki Kalkanı. Sol eline geçirdi.
Eli kabzasında kanatlarını çırparken. Düşündüğü ve beklediği tek emir.
lejyona yapılacak saldır için verilecek olan katledin emri di.
Büyük Ve kanlı bir savaş olacaktı.
_________________ Ã?LÃ?M NEREDEN VE NASİL GELİRSE GELSİN!!! Savas NaÄ?ralarmız kulakdan kulaga yayilacaksa ve silahlarimiz elden ele gececekse ve baskalari silah sesleriyle,savas ve zafer narâlariyla cenazelerimize agit yakacaksa Ã?LÃ?M HOS GELDİ SEFFA
Yedinci ev de Echberiathos tarafından yerlebir edilirken Gnorha bir kez daha son anda pencereden dışarı atlamayı başardı. Enkazdan yükselen toz bulutu görüş menzilini sıfırlarken öksürdü ve sıradaki eve doğru koşmaya başladı. Evi göremiyordu ama o tarafa gideceğini önceden planlamıştı.
Buna daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Bütün gün yürümüş, bütün gece de savaşmıştı ve artık ciğerleri yanıyor, bacakları ağrıyordu. Bir an önce bu kararmış kertenkeleden kurtulmalıydı. Yoksa o dişlerin tadına bakacağından şüphesi yoktu.
Gnorha, toz bulutunun içinde el yordamıyla kapıyı ararken ejderhanın yutkunduğunu duydu. Tükürmek üzereydi. Rasgele atış yapacaktı, evet. Ama vurma şansı da vardı. Sonuç olarak o da sokağı Gnorha gibi görebilmişti ve sürekli kapıya tükürmesi, Gnorha’yı içeri girmekten alıkoyabilirdi. Toz bulutu dağılınca da...
Eli kapının kulbuna gitti.
Ejderha tükürdü.
Gnorha’nın hızla attığı tekme ile kapı parçalanır parçalanmaz böcayı kendisini içeri fırlattı. Tükürük, tam az önce durduğu noktayı vurmuştu.
Yerde yuvarlanıp ayağa fırlayan Gnorha bu şansının daha ne kadar devam edeceğini merak etti. Eninde sonunda ejderha isabet ettirecekti.
Toz bulutu dağılırken ejderhanın öfkeli kükremesi duyuldu. Gnorha hemen başıyla siper alıp evin arkasındaki pencerelere gitti ve sıradaki hedefini seçti.
Ama beklenen darbe binaya hiç gelmedi. Bunun yerine kükremeler devam ediyordu.
Merakına karşı koyamayan Gnorha, tekrar kapıya gitti ve dışarı baktı. Bir griffona binmiş birisinin-muhtemelen bir büyücü-ejderhaya saldırdığını gördü. İkisi de birbirlerine çılgınlarcasına saldırıyorlardı.
Bu, Gnorha’nın aradığı fırsat olabilirdi. Hemen evden dışarı çıktı ve mağaralara doğru koşmaya başladı.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Zehiran Tuuker, Echberiathos’un bir toz bulutu içine tükürdüğünü görmüştü. Lanet ejderha kesin orklardan birisinin peşindeydi. Orkun ölümü hoş olabilirdi, ama ejderha daha acildi.
Büyü ağındaki tehlikeli tuhaflaşmayı başından beri sezen Zehiran, ejderhanın büyü kullanmada isteksiz olacağını biliyordu; ama kendisinin de büyü kullanması tehlikeli oluyordu. Yine de ejderhanın sahip olmadığı bir şeye sahipti: Zihin gücü.
Yağmur çoktan dinmiş, rüzgâr da yavaşlamıştı. şafağın yaklaştığını gösteren hafif bir ışıldı, doğuda gözüküyordu.
Karanlığın parçalanmakta olduğunun bilincine varan yaşlı kadın gülümseyerek gözlerini kapadı ve zihnine odaklandı.
Beyin dalgalarının şiddeti hızla artarken, kulaklarını bir uğuldama kapladı. Bir an için hiçbir şey görmüyor, duymuyordu. Sonra gözlerini açtı. Boş, cam gibi bakışları vardı. Elini kaldırdı ve ejderhayı işaret etti. Aynı anda mavi mavi parlayan bir küre Zehiran’ın elinden fırladı ve ejderhaya doğru hızla uçtu.
Echberiathos, kendisine neyin çarptığını anlayamadı bile. Mavi küre siyah ejderhanın koca gövdesine çarpıp infilak ederken acı ve öfkeyle kükredi. Bedeninin, kürenin etki ettiği kısımlarıdna buz parçaları görülüyordu. Soğuktan titreyen bedenini döndürerek Zehiran’a bakan Echberiathos, tekrar öfkeyle kükredi ve kadına doğru uçtu.
Zehiran, üzerine binmekte olduğu Albertuna’nın boynunu okşadı. Griffon, aslen Ilyamain’e aitti. Ilyamain.. Muhtemelen o da mağaradaki katliamda ölmüştü. Zehiran bir an acı acı gülümsedi. O mağarada kaç can heba olmuştu acaba?
Ilyamain’in ölümünden sonra Zehiran, griffon ile telepatik bir bağ kurmuştu. Bu sayede onu kontrol etmekte hiç zorlanmıyordu. Sadece bir düşüncesiyle griffon aniden sağa çekildi ve onlara doğru hücuma geçen Echberiathos yanlarından geçip gitti. Zehirani griffonu Echberiathos’un sırtına bir pike yapması için yönlendirirken, zihnine gömülerek bir başka gücü oluşturmaya başladı.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Cervantes, Peter’ı kendi atının üzerine almıştı. Yolda hemen onu tapınağa bırakmayı planlıyordu. Çnce atlılar, gerilerinde ise piyadeler hazır bekliyorlardı.
Cervantes gururlu ve kendinden emindi. Ejderha devreden çıktıktan sonra bu kez savaşı kazanacaklarından şüphesi yoktu. Sadece yeterince hızlı olmaları gerekecekti o kadar. O orkları diri diri gömeceklerdi.
Birkaç dakika daha beklediler. En sonunda beklenen an geldi ve ejderhanın öfkeli çığlıkları duyuldu. Cervantes, zamanın geldiğini anlamıştı.
Kılıcını çekti ve yukarı kaldırdı. İşareti alan askerler hemen kapıları açıp köprüyü indirdiler. Cervantes kılıcıyla ileriyi işaret etti ve en önde kendisi olmak üzere atlılar ileri fırladılar.
Savaş naraları yoktu. Zafer türküleri de yoktu. Hepsi de kaybettiklerinin acısını yüreklerinde taşıyorlardı. Tek istedikleri savaşın bir an önce bitmesiydi.
Peter, Maximillian’ı en son Maximillian piyadelerin arasına karışmadan önce görmüştü. Sonrasında ise hep Cervantes ile birlikte olmuştu.
Zehiran’ın ve Echberiathos’un mücadelesi yukarıda devam ederken, atlılar önden koşturuyor, piyadeler ise geriden geliyordu. Hiç şüphesiz bir yerde birleşeceklerdi zira süvarilerin sayısı patlamadan sonra oldukça azalmıştı. Tek başlarına saldırı yapmaya yetmezlerdi.
Birkaç dakika sonra tapınağın yanına varmışlardı. Cervantes, Peter’ı yere bırakırken bir yandan da orkların durumunu inceliyordu.
Orkların çok büyük kısmı mağaralara girmişlerdi. Çok az bir kısmı ise dışarıda duruyordu. Bunlar genellikle kurt binicileri ve havada uçuşan örümcek yiyenlerle vrocklardı. Ama yaya orklar da bulunuyordu.
Cervantes’in planı gayet basitti. Hızlı bir saldırı ile dışarıdaki rokları temizleyip mağaraya sürecek, sonra da madencilikte usta olan koboldların yardımıyla girişi çökertecekti. Ejderhanın varlığı nedeniyle içeridekiler dışarı çıkmaya yanaşmayacaklardı.
“Tapınağın tepesindeki kubbede mutlaka savaşı izlemeni sağlayacak bir şeyler olacaktır. Orada bekleyebilirsin.” dedi Cervantes Peter’a. Sonra arkasında toplanan askerlere döndü ve onları mağaralara doğru yönlendirdi.
Cervantes giderken Peter çoktan çift kanatlı koca kapıları açıp tapınağa girmişti bile. İçerisi tek bir oda şeklinde dizayn edilmişti. Duvarlar çeşitli resimlerle, yerler ise seramik işlemeleriyle doluydu. Tavanı oluşturan altın renkli kubbe, aslında çok sayıda cam parçasından meydana geliyordu. Tam karşısında, heybetli bir cücenin altından heykeli yer alıyordu. Tam önündeki kaidede ise masmavi parıldayan bir taş vardı.
Buradaki kutsallık hissi bir anda Peter’ın yüreğini kaplamıştı. Tuhaf bir huzur hissi vardı burada. Sanki dışarıda ne olursa olsun, burada ona bir zarar gelmeyecek gibiydi.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Dekotta yavaş adımlarla taşa doğru yaklaşıyordu. Kutsal olan şey taş değildi. Sadece ilahi bir varlık tarafından yaratılmıştı. Dekotta’nın bunu kimin yarattığına dair en ufak bir fikri bile yoktu, zira hiçbir şey yazmıyordu.
Kaidenin önünde taşa bakarak ne kadar zaman geçirdiğini bilmiyordu Dekotta. Tuhaf bir şekilde, hipnotize olmuş gibi taşa bakıyordu öylece.
Ve sonra, ani bir kararla iki elini de uzatarak taşı kavradı.
Aynı anda midesinde bir titreme hissetti. Bunun aynısını Yeminer tapınağında da yaşamıştı. Bedeni sayısız parçaya ayrılıp havaya karışırken, başka bir yere gittiğini biliyordu.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Kaidenin çevresinde bir bulanıklaşma olduğunda Peter ister istemez tedirgin olarak bir adım geriye attı. Orada bir şey oluyordu ama ne olduğunu bilmiyordu.
Bulanıklık geldiği hızla yok oldu. Artık kaidenin önünde baştan sona zırhlara bürünmüş olan birisi duruyordu.
Adam-Dekotta-başını kaldırıp çevresine bakındı. Buranın neresi olduğu konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. “Neredeyim ben? Burası neresi?”
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Cervantes, askerlerini hücuma soktuğunda atılan savaş naraları girişte bekleyen orklar kadar bir kişinin daha dikkatini çekmişti. O sırada mağaranın girişinde dışarıya bakan Trush, az önce gelmiş olan ve ejderhanın birisiyle savaşa tutuştuğunu söyleyen Gnorha’nın dediklerini teyit etmek için mağaranın girişine gitmişti.
Gözlerine inanamıyordu. Bu gerizekalı insanlar kendilerini dışarı mı atmışlardı?
Trush keyifle gülerek geriye döndü ve koşarak madenin biraz içindeki yoldaşlarının yanına gitti.
“İnsanlar yarma harekâtı yapıyorlar! Ne kadar dramatik değil mi? Hepsi de ölmeye niyetli!”
şaşkınlık, dördünün de yüzünden okunuyordu. İlk fırlayan Urgonosh olmuştu. Aceleyle girişe fırlarken hepsini geride bırakmıştı.
İnsanlar gerçekten de saldırıyorlardı.
“Aptallar, en sonunda hatalarını yaptılar. Ejderha da meşgul olduğuna göre onlarla ilgilenebiliriz. Ardından da bu lanet kaleyi terk ederiz. Ghuzz, askerleri topla! Hemen dışarı çıkıyoruz! Drejjesh, kurt binicileri arkalarını sarsınlar ki hiçbiri kaçamasın.”
“Peki nasıl bir taktik izleyeceğiz?” diye sordu Ghuzz.
“Ne taktiği?!” diye gürledi Urgonosh. “Adamlar bodoslama dalıyorlar! Biz de öyle yapacağız! Bu noktadan sonra taktik mi kalmış geriye?! Hadi, vakit kaybetmeyin!”
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Zehiran kendisi ve ejderha arasında oluşturduğu bir bariyer ile, ejderhanın tükürüğünden kolaylıkla kurtuldu. Pis pis sırıtarak ejderhaya baktı.
“Büyün olmayınca seni gerçekten zorluyorum, değil mi?”
“Büyüye ihtiyacım yok! Seni kendi ellerimle geberteceğim!” diye hırladı Echberiathos.
“El mi? Pençe desek daha doğru olur şuna. Ama onu bile beceremeyeceksin. Büyükbabamın intikamını almak için yeterince bekledim.”
“Çnce sen, sonra da Horcoel denilen o şövalye geberecek Zehiran! And olsun ki hepimiz acı çığlıkları içinde, merhamet dilenerek gebereceksiniz!” Ejderha öfkeyle kükredi.
Zehiran’ın şen kahkahası gökte çınladı. “Onlar çoktan gittiler! Burada sadece sen ve ben varız!”
Ejderhanın gözlerindeki şaşkınlık barizdi. Sanki yumruk yemiş gibi geriledi. “Git-gittiler mi? Nereye?! Nasıl?! Ne zaman?!”
Zehiran büyük keyif alıyora benziyordu. “Bu diyarı sen ve senin gibilerin pençelerinden kurtaracak olan kadim varlıkları aramaya gittiler.”
Zehiran ve Echbariathos göz gözeydiler. Ve Zehiran, o anda keyif almak için fazla-çok fazla-konuştuğunu anladı. Ejderha ani bir hareketle döndü ve güneye doğru uçmaya başladı.
Yaptığı hatayı düzeltmeli ve ejderhayı, peşlerine düşmeden öldürmeliydi. Albertuna’ya ilettiği bir mesajla birlikte griffon ileri atıldı. Ama aşağıdan gelen savaş naraları ve borular, dikkatini oraya çekti.
Orklar mağaradan çıkmış, saldırıyorlardı. Cervantes ve askerleri kısa süre içinde kuşatılacak ve imha edileceklerdi. Çrümcek yiyenler ve vrocklar da savunmasız askerlere şimdiden saldırıyorlardı bile.
İki taraf arasında kalan Zehiran, yüzünü buruşturdu. “Umarım başarırsınız. Gerçek tanrılar yardımcınız olsun.” diye mırıldandı ve Albertuna’nın başını savaş meydanına doğru çevirdi.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Cervantes’in birlikleri, ork taburları tarafından kuşatılırken güneş yükseliyordu. Zehiran’ın zihin gücünün son demleri, vrockları ve örümcek yiyenleri uzak tutuyordu. Mutlak bir katliam artık çok yakınken, güneş akacak kanı selamlamak istercesine göğü aydınlatmaya başladı.
Ve şafakla birlikte borular duyuldu. Ork boruları değildi bunlar. Cervantes, yakın civarlardaki Wholkom Lejyonu’nun borularını tanımıştı.
Wholkom Lejyonu nehrin önünde toplanırken bir başkası da onların hareketlerini izliyordu. Karabasanının üzerinde doğrulmuş Lord Darcalus Shadowbane, hemen arkasında yere yatarak gizlenen askerlerine bir göz gezdirdikten sonra tekrar Wholkom Lejyonu’na baktı. Nehri geçebilecek gibi görünmüyorlardı. Griffonları tepelerinde devriye gezerken, nehri geçecek bir yol arıyora benziyorlardı.
Ne Cydanor ne de Troller ortada yoklardı, ama Darcalus onların gökte bir yerde olduklarını biliyordu. Hemen arkasında bulunan Gümüşyüz ise bundan emindi. Efendisinin varlığını gökyüzünden hissediyordu.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Lord Darcalus beklemekten ve lejyondaki bu gerizekalılığı izlemekten sıkılmaya başlamıştı. İlerideki lejyonun hareketlerini süzerken mırıldanırcasına konuştu:
"Lanet olasıcalar! Oraya şu aptal uçan yaratıklarınızla teker teker geçemeyeceksiniz! Tüm ekipmanlarınızın yanında olmasına rağmen sanırım bir haritanız-ya da en azından içinizde biraz akıllıca düşünebilen kimse yok!!"
Son sözleri birer hakaret gibi alaycı ve mırıldanmanın ötesinde bir sesle çıkmıştı. Bu sözlerden sonra ön safları oluşturan iskelet ve zombi güruhunun birkaçından inilti sesi çıktı.
Lord Darcalus sinirli bir şekilde arkasındaki bu güruha baktı. Sanki onun devam eden konuşmasını kesmişler gibi bir hiddetle "Kapayın çenenizi!" dedi uyarıcı bir tonda.
Kafasını çevirip bir kez daha lejyona baktı. Sonra gözleri griffon lara karşı kayarken gökyüzünde Ejderliç ve Troller' i aradı. Ortada gözükmüyorlardı fakat Çlüm şövalyesi oralarda bir yerde olduklarından emindi.
Ve bunun yanı sıra Lord Darcalus bu değerli vakti tamamen lejyonu izlemekle geçirmeyecekti. Yolun bir kısmı boyunca aklında tasarladığı savaş taktiğini uygulamak için bir fırsattı bu.
Gümüşyüz' ü lejyonun hareketlerini takip etmesi için görevlendirirken o da kendi düşünebilen yaşayan ölülerinin büyük kısmını ordunun 2. safını oluşturan-asıl gücü barındıran bölümlere yerleştirdi. Buradaki denetimi onlar sağlayacaklardı. Mumyalar, gulyabaniler gibi düşünebilen yaratıklar ordunun ikinci safındaydı. Çn saflar ise tamamen iskelet savaşçılar ve zombilerden oluşuyordu. Ve bizzat onlara liderlik eden ise Lord Darcalus idi..
İlk başta iskelet ve zombilerden oluştuğunu düşünecek olan Wholkom Lejyonu' nun ön saflara saldırmaktan başka çaresi yoktu. Bu sayede ordunun en önemsenmeyen kısmı ve büyük bölümünü oluşturan iskelet savaşçı ve zombilere hasar görecekti. Her ne kadar önemsenmese de bu ölülerin doğa üstü yapıları ile her biri bir lejyon askeri ile baş edebilecek türdendi. Bunların pek önemi yoktu aslında ama Çlüm şövalyesinin ve arka saflarda kendi komutanlarının(-Bunlar az olan çoğunluğu oluşturan sayısı 10' u geçmeyen bir gruptu) iskelet savaşçılara ve zombilere öncülük etmesi bu işi daha da zorlaştıracaktı. Çn saflar çöküp, ordunun asıl gücünü oluşturan kısım gözükene kadar en arkada bulunan düşünebilen ve büyüsel güçlere sahip ölüler büyü, doğasal güçler ve lanetlerle Wholkom Lejyonunu zayıflatacak, bir sonraki darbeleri için onları güçsüz kılacaktı...
_________________ -I grow tired of shouting battle cries when fighting this mage. Boo will finish his eyeballs once and for all, so he does not rise again! Evil, meet my sword! SWORD, MEET EVİL!!
Gümüşyüz Lejyonu izlemek için olduğu yerde durdu ve havada kala bilmek için kanatlarını biraz hızlı çarpmaya başladı. arada bir kendi ordusunun üsütünde bir daire çiziyor. ve sonra geri yerine geliyordu arada Uçan griffon bakıyordu.
Efendisini hisediyor ama göremiyordu...
O griffon duru durduramazlarsa işleri cok zor olacaktı.
_________________ Ã?LÃ?M NEREDEN VE NASİL GELİRSE GELSİN!!! Savas NaÄ?ralarmız kulakdan kulaga yayilacaksa ve silahlarimiz elden ele gececekse ve baskalari silah sesleriyle,savas ve zafer narâlariyla cenazelerimize agit yakacaksa Ã?LÃ?M HOS GELDİ SEFFA
Peter tapınağa giderken çıldırmak üzere olduğunu hissetti. Bu kadın ejderhaya saldırıyordu. Bunu nasıl yapabilirdi? Nasıl Ejderha düşmanlarına dönmüşken nasıl nasıl bir mantıkla onu yeniden kendi ordusuna çevirebilirdi? Çstelik bunu yaparak diğer orduyu da yeniden karşına aldığını görmüyor muydu?
Tapınağa geldiğinde bir süre etrafına bakıp sakinleşebildi. Bir huzur hissi zihninde tüm şüpheleri aşıp zihnine yayılıyordu. Ama onları yok etmiş de değildi. Peter tanrıların ihanetine birkaç defa uğramıştı. Onlara tekrar güvenmesi kolay değildi.
Tapınaktaki ilk birkaç dakikasının sonrasında taşın üstünde belirmiş... Her halde yeni şovalye.. Onu bir parça tedirgin etti. Bu ne olabilirdi? Mantıklı olan eğer bu her hangi tanrıysa onun birisini savaşa müdahale etmesi için yollamasıydı? Ama tanrıların oyunları öyle dolambaçlıydı ki?
Peter artık dışarı göz attığında ordunun saldırıya geçtiğini gördü. Herşey bitmişti. Bu komutan düşman orkların onlar saldırdığında mağradan çıkamayacak kadar yavaş olduğunu mu düşünüyordu? Çzellikle ejderha başkasıyla dövüşürken...
Boş bakan gözlerle soruyu soran adama döndü. Onkasabadasın... Kasabanın şovalyelerinin kaybetmek üzere oldukları savaşın hemen dibinde bir tapınaktasın... İsmini bilmiyorum. Ama sanırım ben bu olanları izleyeceğim.. Bu gerçek bir son olacak...
Bunları söyleyip Peter terasa yöneldi. Terasta kuşatma açık şekilde gözüküyordu. Peter burada ikinci sözünü verdi. Cervantese bu savaşın kaybedilmesini sağlayan Cervantese söz verdi... Umarım yaşarsın Cevrantes çünkü eğer ben de yaşarsam tüm diyar senin ismini duyacak...
Ejderha.... O hiç bir şey yapmadı ki.... Tüm savaş boyunca tek yapmayı başardığı bir miktar orku öldürmekti.
Bu son savaş ve ondan önceki... İkisini olabildiğince güzel şekilde yazacaktı. Belki araya da ejderhanın olduğu bölümü eklerdi. Bunları mümkünse eğer buraya da saldıracaklarsa öldürülmeden yapmaya karar verdi. Ejderhanın istediği olacaktı. Ne yazık ki ejderhanın istediği olacaktı.
Ama açık bir şey vardır ki niyeti ne olursa olsun onun bu yenilgi ve katliamdan doğrudan sorumluluğu yoktu.
Peter boruları duyduğunda baktı. Bu borular acaba hangi orduya aitti. Böcek saldırısı ile onları şaşırtan ordu şimdi yeni bir şaşırtmaca da yapmış olabilirdi. Gerçi buna pek gerek de yoktu ama... En azından ejderhanın kaçtığını ve o garip kadının da savunmaya katıldığını görebiliyordu. Ama gelen kim olursa olsun.. Onkasaba müttefikleriyse bile nasıl karşıya geçebileceklerdi ki?
Katliamın Zaferi
Savaşın en umutlu anında başladı geri çekilme
Kazanılan umut zerrecikleri yandı ateşinde taşların
Duvarlar sarsılırken darbelerler
Çekildi askerleri kasabanın şehrin içine
Kaleye doğru çekilmekti planları
O andan bilmeden hazırlamışlardı
Savunmaktan vazgeçtikleri insanların katliamını
Cervantes ordunun ilahı komutayı devraldı tekrar
İzledi daha ilk aşamada kapının adım adım zorlanmasını
Kalenin kapısından içeri girerken düşman
Askerler bekliyordu dağılmış kasabaya...
Ne de azdı sayıları daha da azalacaktı
Düşman o kadar fazlayken ne şansları vardı.
Erirken zor kazanılmış umutlar
Kör şovalyenin çıkardığı yangında
Son bir umut parıldadın on kasabanın ufkunda
Kuşlar isyan edercesine tüm bu haksızlıklara
Saldırdılar onkasabayı işgal eden orduya
Cervantes konuşurken lideri ile kuşların
İspatladı bir defa daha liderliği ne büyük yalandı
Göremedi yanılsamanın ardındaki gerçeği
İzledi sadece böceğe dönüşenlerin mağralara gidişini
Çok geç başlattı saldırıyı mağralar
Boş yere erirken son ordular
Katliam yaşadı mağrada
Anlatıyordu tüm olanları çığlıklar ve haykırışlar
Kadın erkek yaşlı çocuk her biri ayrı bir hayattı
Her bir çığlık bir destan gibi vuruyordu kalbini anlayanın
şovalye ise yine de anlayamadı o an bile
Yıllarca devam etmiş ahmaklığını
Katliam bitip geri çekilince ordular
Tapınak teftiş eder gibi gezdi mağrayı komutan
Pek de çabuk karar verdi kimsenin yaşamadığını
Çekilip terk etti ordakileri düşmanın insafını
En zor anda bile düşünmedi kurtarmayı kalanları
Onun için yalnızca ve yalnızca ölüm tek çıkardı
Bu kadarı yetmeyecekti... Gerekirse Cervantesle ilgili yeniden şiir yazmaya karar verdi sadece Cevrantesle ilgili... şimdi sıra şu şu ejderhadaydı İsmi.... şu kadın başka bir isim söylemişti... Echbariathos... Peter yeniden kararlılık kazanmıştı. Ona vereceği sözü tutacaktı... Ama şimdi son savaşı izleyecekti. Bir ihtimal... Evrenin insana ne göstereceği belli olmazdı değil mi?
_________________ HARBE GİDEN
Harbe giden sarı saçlı çocuk! <br>Gene böyle güzel dön; <br>Dudaklarında deniz kokusu, <br>Kirpiklerinde tuz; <br>Harbe giden sarı saçlı çocuk! <br>
Orhan Veliden
Dekotta istemsizce sarıldığı taş kendisini tanıdık bir duyguya boğduğunda anca kendine gelebilmiş ve nelerin olduğunu anlamaya başlamıştı.
Bedeni binlerce parçaya bölünüp başka bir yer aktarılırken büyü ağındaki bir aksaklığın bedenini sonsuza dek yok etmemesi için Lord Yeminer'e dua ediyordu. O duysun ya da duymasın, karanlık rahip kendisine yol gösteren ulu varlıktan kolay kopacak birisi değildi.
Dekotta'nın bedeni binlerce parçaya bölündü, uzadı ve birkaç saniye sonra başka bri yerde tekrar biçimlenmeye başladı. "Sana şükürler olsun Lordum" sözü dudaklarından hafif bir fısıltı şeklinde çıkarken Dekotta'nın deneyimli gözleri çevreyi gözetliyor, nereye geldiğini anlamaya çalışıyordu.
"Neredeyim ben, burası neresi ? " sözü istemsizce dudaklarından kayıp çıkarken Dekotta da kendisine bakmakta olan kişiyi gördü. İlk düşüncesi lanet bir goblinimsi mi acaba ? olmuştu ama gözleri daha iyi görmeye başlayınca bunun böyle olmadığını anladı.
"Onkasabadasın... Kasabanın şovalyelerinin kaybetmek üzere oldukları savaşın hemen dibinde bir tapınaktasın... İsmini bilmiyorum. Ama sanırım ben bu olanları izleyeceğim.. Bu gerçek bir son olacak..." dedi karşısındaki ve bu sözü duyar duymaz Dekotta'nın içinden küfür etmek geldi.
"Lanet olsun sana, uzaklaşmaya çalışırken yine bu bataklığın içine düştüm " diye düşündü Dekotta, bu esnada yüzü asılmıştı ama tüm bedeni ile birlikte yüzünü de saran çelik zırh bunu karşısındakinden gizlemişti. Burada işler gittikçe karmaşıklaşıyor ve içinden çıkması zor bir hal alıyordu.
Karşısındaki ufak adam moral bozucu bu sözleri söylediğinde Dekotta da durum hakkında düşünmeye başlamıştı. Ve şu anda kendisi ile iligli en belirsiz durum ise elinde tuttuğu bu taştı.
"Büyü bu kadar dengesizken bunun gibi güçlü bir büyüyü bu kadar kusursuz bir şekilde yapabilen şey kesinlikle hafife alınmaması gereken birşey olmalı" diye düşündü Dekotta ama sonra bu düşüncesinin ne kadar saçma olduğunu fark etti. Büyülü eşyaların kullanımında çok fazla anormallik yoktu, bu konuda dikkat etmesi gereken konu taşın gücü değil orada ne aradığıydı. Hangi deli dağın başında bir mağraya böyle birşey bırakırdı ?
Neyse, bunu düşünmeye zamanım yok, kim ya da neyse orada gerçekten dikkate değer şeyler vardı ve Dekotta elinde tuttuğu taşın bir geçit açmaktan fazlasına da kadir olabileceğini düşünüyordu.
Taşı kavradı, görüntüsüne baktı, nasıl birşey olduğunu anlaması gerekiyordu. Çevresine tanıdık bir aura yayıyordu ama ne, Dekotta bunu çözebilirse ilerleme kaydedebileceğini düşünüyordu.
"Ah Lordum, keşke burada, yanımda olup bilgeliğinizle yolumu aydınlatsanız " diye dua etti Dekotta ve taşı incelemeye devam etti.
Düşünmesi gereken çok fazla konu vardı, artık ejderin gürültüsü daha yakından geliyordu, biraz önce gördüğü adamın halinden anlaşıldığı üzre durum hiç de iyi görünmüyordu. " Gerçek bir son " demişti adam, bu söz Dekotta hiç de çekici görünmüyordu.
Güneş, yeni bir sabahta yeniden dünyaya gülümseyerek gözünü açtı, ve ışıklarını, karanlık ordularla telef olmuş arazinin üzerine saçtı. Güneş, sadece arazi üzerine çöken karanlığın dağıtıcısı gibi ışıklarının altında parlayan Wholkom Lejyonu’nu değil, aynı zamanda bölgeyi tekrar karanlıkla kaplamaya çalışan, hücum halindeki beyinsiz yaşayan ölü ordusunu da aydınlatıyordu.
En önde at süren Lord Darcalus Shadowbane tarafından bizzat yönetilen bu kuvvet, korkutucu bir sükûnetle karşısındaki orduya doğru ilerliyordu. Lord Shadowbane’in kara sancaklarını taşıyan yaşayan ölüler, bereket versin ki koşmaktan acizlerdi. Ağır aksak ilerlemeleri, Wholkom Lejyonu’na acele bir savunma hazırlama şansı vermişti.
Lejyonun alarm boruları göğün sessizliğini acı bir çığlıkla parçalarken, askerler etrafta koşuşturuyor ve yeni bir savunma pozisyonuna geçmeye çalışıyorlardı. Tepelerinde oluşan griffonlar ise daireler çizerek beklemede kalıyorlardı.
Lord Shadowbane karşısındaki aciz savunma çabalarına karşı şeytani bir şekilde sırıtmadan duramadı. Ciddi bir katliam yaşanacağından şüphesi yoktu. Arkadan gelen asıl kuvvetleri ile zaferi kesindi.
Sonra, lejyon süvarilerinin iki ordunun arasında bir sıra oluşturduğunu gördü. Belli ki lejyon süvarileri hücuma geçerek Darcalus’un kuvvetlerini oyalayacaktı.
Bu düşüncenin hemen ardından, süvariler gerçekten de hücuma geçtiler. Toz kaldırarak geride lejyonun görülmesini engellediler. Aradaki mesafeyi hızla kapatırken, mızraklarını indirdiler. Birkaç saniye sonra çarpışacaklardı.
Darcalus boşu boşuna savunma pozisyonu aldırtmadı. Askerlerinin hiçbirinin elinde bir silah mevcut değildi. Atları geride tutacak mızrakları yoktu. Savunma pozisyonu aldırmak gereksiz bir israf olurdu. Bunun tam tersini yaptı ve yaşayan ölülerini süvarilerin üzerine sürdü.
Ve birkaç saniye geçmedi ki iki kuvvet karşılaştılar.
Atların mızrakları çürümüş ölüleri parçalayıp geçerken, Lord Shadowbane’in beyinsiz yaşayan ölülerinin ön safları seri bir şekilde adam kaybediyordu. En önde olan Darcalus ise şimdiden iki süvariyi kılıçtan geçirmişti bile.
Çn saflarda ciddi bir kıyım yaşanırken, Lord Shadowbane askerlerini süvarilerin üzerlerine sürdü. Troller’ın kaldırdığı ve normalden çok daha kuvvetli olan yaşayan ölüler, ölümlerinde bir negatif enerji patlaması ile yok oluyorlardı. Bunlar, süvarileri yaralamanın yanısıra, Darcalus’un yaralanan yaşayan ölülerini de tedavi ediyordu. Süvarilerden birkaçı karambol içerisinde katledilince, parlak zırhlı bir süvari, kılıcını yukarı kaldırdı ve “ÇEKİLİİİİN!!!” diye bağırdı. O anda süvarilerin liderinin kim olduğu anlaşılabilmişti.
Darcalus’un yaşayan ölülerinden kurtulan pek çok süvari, atlarını geriye döndürüp hızla uzaklaşmaya başladılar. Ardlarındaki toz bulutu hâlâ inmemişti, ama zaten uzaklaşan süvariler yeni bir toz bulutunu da Lord Shadowbane’in kuvvetlerinin üzerine yollamışlardı.
Gözün gözü görmediği o dakikalarda, Darcalus’un kulağına bazı gümbürtüler çalındı. Büyük bir şeyler mi yuvarlanıyordu ne?
***
Bütün bu süre zarfında Gümüşyüz, Darcalus’un geride bıraktığı ölülerin başında sessizce bekliyor ve meydana gelen olayları izliyordu. Lord Shadowbane’in saldırısı, Wholkom Lejyonu’nda ciddi bir panik yaratmıştı; ama bu pek uzun sürmemişti. Süvarilerin saldırısının ardından yükselen toz bulutuyla birlikte hem kendi saflarını hem de düşman saflarını gözden kaybetmişti Gümüşyüz.
Sonra birden, griffonlara gözü takıldı. Griffonların bir kısmı hâlâ lejyonun üzerinde uçuyor ve yaşayan ölülere karşı muhtemel bir saldırıya hazırlanıyorlardı. Oldukça büyük bir kısmı, kalenin içlerine doğru uçuyorlardı. Ve üçü ise kaleyi çevreleyen dağ sırasının ucuna doğru hızla ilerliyorlardı.
Dağın ucuna vardıklarında Gümüşyüz griffonların orada ona saatler gibi gelen birkaç saniye beklediğini gördü. Ardından dağda minik bir patlama ile birlikte parçalanma meydana geldi ve koca kayalar gümbürdeyerek aşağı yuvarlanmaya başladı. Tuhafı ise, kayaların yuvarlandıkları yer savaş meydanına oldukça uzaktaydı.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
Power demands sacrifice.
Last edited by Lord Necros on Thu Jun 29, 2006 11:46 am; edited 1 time in total
Rünün yapısı ve çizgileri, onun, büyücülerin kullandığı gibi mistik bir büyüye değil de, ilahi bir büyüye ait olduğunu gösteriyordu. Kuvvetli bir aurası vardı. Lakin Dekotta, rünün kendi bildiği iblis lisanına ait olmadığını anlayabilmişti. Rünün içeriği ile ilgili hiçbir şey söyleyemezdi.
Bunun yanında ilgi çekici olan tek şey bu değildi. Tuhaf bir şekilde bu yapının içinde inanılmaz bir huzur hissi mevcuttu. Dışarıda ne olursa olsun, Dekotta o şeylerin ona burada dokunamayacağını hissediyor gibiydi.
Taştan gelenden daha da kuvvetli bir aura, taşın bulunduğu kaidenin tam arkasındaki altın cüce heykelinden de geliyordu. Heykel, baltasını yere dayamış ve sapına yaslanmış, başını yere eğmiş, mütevazi bir cüce savaşçısını tasvir ediyordu. Yüzündeki her hat, her kırışıklık, zırhındaki her çizik, en ince detayına kadar heykele kazınmıştı.
Salonun duvarlarındaki oyuklarda başka heykeller de vardı. Onların da hepsi, tıpkı bunun gibi som altındandı. Bu heykellerin bazıları cüce, bazıları elf, bazıları insan, bazıları buçukluk, bazıları ise kobold şeklindeydi. Her bir ırktan beşer tane olmak üzere, toplam yirmi heykel vardı. Çnündeki heykel ile birlikte sayıları yirmi bire çıkıyordu. Her heykelden de kutsal bir aura yayılırken, en kudretlisi önündeki heykeldeydi.
Başka bir aura da tavandan yayılıyordu. Başını yukarı kaldırdığında, Dekotta tavanın aslında Peter’ın sandığı gibi pek çok kırık cam parçasından oluşmadığını anladı. Çyle görülüyordu çünkü çatlaklar gibi görülen şeyler aslında çok sayıda ründü. Belki de burayı bu kadar korumalı yapan bu rünlerdi.
Ama her ne olursa olsun, ölüm rahibinin anladığı bir şey vardı: Bu kutsallığın kaynağı tanrılar değildi.
_________________ All power demands sacrifice...and pain. The universe rewards those willing to spill their life's blood for the promise of power.
View next topic View previous topic
You cannot post new topics in this forum You cannot reply to topics in this forum You cannot edit your posts in this forum You cannot delete your posts in this forum You cannot vote in polls in this forum
FRPWorld.Com ülkemizdeki fantezi edebiyatı ve frp sevenleri bir araya getirmeyi amaçlayan bir web sitesidir. 2003 yılında kurulmuş olan sitemiz kullanıcı ve yöneticilerimizin katkıları ile büyüyüp Türkiyenin en büyük frp sitelerinden birisi olmuştur. Galerisi, indirilecekler kısmı, akademisi, yazarları ile sitemiz tam bir frp hazinesidir. FRPWorld sizin de desteklerinizle böyle olmaya devam edecektir. FRP'nin doyumsuzca yaşandığı bu diyara hoş geldiniz.
FRPWorld, yeni bir frp dünyası
Sitede bulunan yazı, doküman ve diğer içerikler siteye ait olup başkaları tarafından kopyalanması, dağıtılması ya da ticari amaçla kullanılması yasaktır. Siteye yapmış olduğunuz katkılar frpworld.com'un olup bunları yayınlama ya da yayınlamama hakkı site yöneticilerine aittir.