I. FRPWorld Kısa Öykü Yarışmasında İkinci Olan Öykümüzdür.
Ahmet Dedeoğlu'nun hayatı, karısının akciğer kanserinden
ölmesinden beri ilk defa iyi gidiyordu. Hapisten yeni çıkmış bir mahkûm olarak
topluma ve kendisine karşı işlediği günahları ödemişti. En azından düşüncesi bu
yöndeydi.
Mahpushanenin kötü yemekleri yüzünden küçülmüş olan göbeği tekrar
irileşmiş, saçları neredeyse tamamen dökülmüştü; elli yaşlarında kısa boylu bir
adamdı. Kahverengi gözleri, huzursuz yaşamından geriye kalan bir parça gibi
eriyerek oraya sıkışıp kalmış hüzünle birlikte ışıldıyordu. Belki de hiçbir
zaman affedilemeyecek kadar kötü olan suçlarını, bir gün üzerinden silkip
atabilmenin mutluluğunu yaşayabilecekti.
"Kasıtsız adam öldürme," demişti davasına bakan kibirli
Savcı. İnebildiği en küçük ceza buydu.
Ahmet de mecburen bunu kabul etmek zorunda kalmış, saçma sapan
bir nedenden yeğeninin hayatını almayı, böyle ödemek zorunda bırakılmıştı. Yine
de hak ettiğini düşünüyordu, aslında bu suçtan değil. İşlediği birçok başka
suçtan hapse girmeyi hak ediyordu.
Üç sene sonra iyi hâlden şartlı tahliyeyle çıkmış ve kardeşinin
yanında, yani onun marketine ortak olarak çalışmaya başlamıştı. Zaten kardeşi,
bu marketi Ahmet'le birlikte yaptıkları pis işlerin(kara para aklama,
gayrimenkul dolandırıcılığı, şantaj, devlet arazisine gece kondu yaptırmak gibi
birçok şeyin) gelirinden elde ettiği sermayeyle açmıştı.
Ağabeyi hapse girdikten sonra bu işleri bırakacağına da söz
vermişti ve şimdi iki kardeş de namuslu işlerle para kazanmaya çalışıyorlardı.
Eski patronlarıyla ilişkiyi tamamen kesmişlerdi, zaten adam onlarla görüşmek
istemiyordu.
Belki bütün borçlarını ödeyememişlerdi, fakat şimdilik iyi
gidiyordu. Yine de durumları o zaman göründüğünden daha da tuhaf geliyordu ona.
Ailecek gittikleri Zonguldak'taki yakın dostlarının düğünündeyken
müzik hızlanmış, herkes sarhoş olup keyiflenmeye başlamışken açık havanın
getirdiği hevesle hepsi silahlara sarılmışlardı.
Ahmet'in kardeşi Hasan bunu yapmayı her zaman istemişti. Saçma sapan
bir gelenekti Ahmet'e göre. Tabii kendisi daha önce birçok kez gerekli gereksiz
ateş etmiş, fakat kardeşini silahlardan uzak tutmaya özen göstermişti.
Yine de silahın gürültüsünün verdiği güç, onu eline kavramanın
getirdiği büyüklük duygusunu hissetmek için yapmışlardı bunu. Gerçekten de bir
süreliğine bu duygularla dolup taşmışlardı. Daha sonra Hasan tabancasını
Ahmet'e birlikte ateşlemeyi önerdi. Adam en başta bunun saçma bir fikir
olduğunu düşünmüştü, ama zaten çakır keyif olmuştu ve bu güzel günde tek
kardeşini kırmamak için dediğini yapmışlardı.
İşte o zaman Hasan'ın altı yaşındaki oğlu bir kaza kurşununa
kurban gitti. Ahmet suçu kendisi üstlendi, zira kardeşi zaten yeterince
yıkılmıştı. İkisinin birden duruşmalarda sürünmesine, hapse girmesine neden
yoktu. Bu olayların çok artması sonucunda gerekli tedbirleri almak isteyen bir
savcı kasıtsız adam öldürme suçundan yargılatmıştı Ahmet'i.
Hasan ise gerçekten berbat hâldeydi, bütün bunların yaptıkları
kötülüklerin bir sonucu olduğunu düşünüyordu ve Ahmet de düşünceleri arasında
boğuşurken bunun içten içe doğru olduğunu anlamıştı.
Bundan sonra pis bir iş yapmama kararı almışlar ve hapisten
çıktığında birlikte yeni bir işe başlamışlardı. Tamamen alnının teriyle
kazandıkları helal para olacaktı bu ve son iki senedir gayet iyi
gidiyordu.
Ahmet yeni envanter için ucuz bir toptancıya gitmişti ve
kamyonetiyle İstanbul Avrupa yakasına geri dönüyordu onu gördüğü zaman. Boğaz
köprüsünün üstünde sağ şeritten seyrederken oluverdi. Genelde çok hızlı gittiği
zaman çizgiler oluşturan yolun üstünde gördüğünü zannettiği garip şekiller
ortaya çıkardı. Bu da ona benziyordu.
Yol ilk defa bu saatte sıkışık değildi ve hafif bir duman bulutu
kaplamıştı havayı, belki de o yüzden kimse onu fark etmemişti. Yaklaştığında
iyice yavaşladı ve en sağa yanaştı. Arkasından bazı araçlar uzun uzun kornalar
çaldılar, ama o dörtlülerini yakıp diğerlerinin geçmesi için pencereden elini
salladı.
Ne olduğunu tahmin edebiliyordu zaten. Haberlerde defalarca
gördüğü bir olaydı herhâlde. Kendince intihar etmek isteyen biri koruluğun
arkasına geçmiş kameraları bekliyordu. Ancak hava çok karanlık olduğu için
kimsenin onu gördüğü yoktu. Belki Ahmet bile göremeyecekti, eğer ışığın bir
yansıması olduğunu sanmasaydı. Zaten kendisi de hep söylerdi; atlamak isteyen
adam kameralar falan gelmeden çoktan atlar. Hiç uğraşmaz böyle şeylerle.
Ardından Ahmet'in aklına bir fikir geldi. Ya bu gerçekten intihar
etmek istiyorsa? Ya bu adam zaten kameraları istemiyorsa, o yüzden böyle bir
havada çıkmışsa? Hapisten çıktığı zaman elinden geldiğince insanlara yardım
edeceğine kendi kendine söz vermişti. Birinin intihar etmesini engellemek çok
büyük bir şeydi. Yani gerçekse çok iyi olabilirdi.
Daha sonra böyle düşündüğü için kendisinden nefret etti. Adam
gerçekten intihar edebilirdi ve hâlâ bencilce davranıp sadece kendini
düşünüyordu.
Polisler ile başı çok ağrıyacaktı belki, aracını köprünün
ortasında durduran başka manyak var mıdır acaba diye düşündü. Kamyonetten inip
dışarı çıktı ve karanlıkta duran gölgenin yanına doğru seğirtti.
Yaklaştığında çok iğrenç bir koku burnuna geliverdi. Kurumuş
kanla, çürümüş peynirin karışımı gibiydi. Havada rüzgâr olmadığı için burada
iyice ağırlaşmıştı da.
Bir iki adım daha attı fazla beklemeden. Gölgenin kendisiyle aynı
yapıda, neredeyse aynı boylarda bir adam olduğunu fark etti. Yüzü zaten arkası
dönük olduğu için seçilmiyordu, ona yavaşça yaklaştığında adam koruluğa sıkıca
tutunarak arkasını döndü.
Saçlarının üstü açılmış, elli yaşlarında biriydi. Gözleri ve
yanakları gözyaşlarıyla dolmuş, koyu renk gömleği ve pantolonu kan içinde
kalmıştı. Yüz hatları keskin köşeli çizgilerle doluydu ve uzun çenesine kadar
uzanıyorlardı. Aslında bir kısmının yüzünde yeni açılmış yaralardan ibaret
olduğunu fark etti Ahmet. Biraz daha dikkatli bakınca bunun bir çeşit işaret
olabileceğini sandı. Birbiri içine girmiş bir sürü üçgen...
"Ne- ne istiyorsun?" dedi adam çatlak bir sesle. Hâlâ
ağlıyordu anlaşılan.
"Ben- ben. Hiçbir şey," diye cevaplayabildi Ahmet,
ellerini sağa sola açmıştı. Aralarındaki mesafeyi de korudu, çünkü yaklaştığını
görürse adam atlamaya karar verebilirdi. Onu sadece polisler gelene kadar
burada tutmak istiyordu ve geleceklerinden emindi, arabası için.
"Orada ne yapıyorsun?" diye sordu, sonra içinden
kendisine küfretti. Ne kadar salakça bir soruydu.
"Ölmek istiyorum," dedi adam. "Buradan git!"
"Neden?" diye sordu Ahmet. "Abicim oradan buraya
gel de bir konuşalım istersen."
"S.tir git başımdan! Yoksa sana da geçebilir. Sana da bana
yaptıklarını yapabilir. Çocuklarımı öldürttü bana. Ailemi katletti."
"N-ne?"
Adam soluk soluğa nefes alıp verirken kelimeler boğazını
düğümleyiverdi. Artık konuşamıyordu. Ardından tekrar arkasını döndü ve aşağıya
doğru baktı. Ahmet birden onun atlayacağını hissettiği için koşar adımlarla
oraya doğru yaklaştı. Elini uzattığında onun karanlıkta kalan çıplak koluna
dokunabildi, fakat yine de çok geç kalmıştı, çünkü parmakları sadece boş havayı
kavramıştı.
--------------------------------------------------------------------------
Ahmet koltukta sessizce gazetesini okurken kolunu tırnaklarıyla
kaşıyıverdi. Sol kolunda bu sabah ortaya çıkan hafif bir morluk onu rahatsız
ediyordu. Aslında daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Çürük biçimindeydi,
fakat damarlarından biri görünüre gelmişti ve sabahtan beri kaşınıyordu. Bir
iki gün içinde kendiliğinden geçecekti, yani inancı bu yöndeydi. Sonra elindeki
gazeteye döndü, ayrıntıları öğrenmek için.
Beşiktaş'ta insanlar kaybolmaya başladıktan bir gün sonra
komşular üst katta çocuklarıyla oturan Kemal denen adamdan şüphelenmişlerdi.
Polise haber verdikleri zaman kuşkularının doğru olduğuna çok inanmıyorlardı.
Yine de endişeleniyorlardı, zira adam artık hiç çekilmeyen biri olmuştu ve
üzerinde sürekli pis bir koku vardı. Sanki sevdikleri çocuklu adam gitmiş, onun
yerine başka biri gelivermişti. Onun oğullarını da uzun süredir dışarıda
görmemişlerdi. Hâlbuki devamlı apartmanın önünde oynayan iki kardeş gözden
kaçırılmayacak kadar sevimlilerdi.
Polis geldiği zaman Ahmet onlara atlayan adamın tarifini verdi ve
her şeyi detaylarıyla anlatınca onu karakola götürüp bir resim gösterdiler.
İntihar eden adamı sadece karanlıkta görmesine rağmen yine de onu tanıdı ve
gerçekten bu olduğunu söyledi. Ahmet polise onun kim olduğunu sorduğunda cevap
alamamıştı.
Ama şimdi haberlerde anlatılanlara göre bu eski suçlu Kemal denen
adam şeytanın ta kendisiydi. Kestiği çocukların etlerinin bir kısmını yemiş ve
evini garip işaretler, muskalarla doldurmuştu.
Fakat komşuları bu adamın bir haftada bu kadar değişebildiğine
hâlâ inanamıyorlardı. Çünkü daha sekiz gün önce komşu ziyaretine gitmişlerdi.
Televizyonda bu inanılmaz olayla ilgili bir şov yapmayı düşünen
aptal televizyoncular bile vardı. Böyle bir davranışa sebep olabilecek ruhsal
değişikliğin ne olabileceğini belirten psikiyatrın tekini çıkarmışlardı.
Diplomaları olduğu için her şeyi bildiğini sanan bu ahmaklardan nefret ederdi Ahmet.
Lakin bu adam biraz daha insancıl, olgun ve görmüş geçirmiş biri gibiydi.
Gözleri bunu iyi yansıtıyordu.
"Anlaşılan yaklaşık bir hafta önce Kemal bir kaza geçirmiş
ve karısını o kazada kaybetmişti," dedi muhabir kadın. Genç ve güzel
yüzünde son derece ukala ifadesinin yanında, kendini kanıtladığını gösteren bir
çekiciliği de vardı.
"Evet, olayı araştırdım," diye cevapladı, altta isminin
Prof. Dr. Ferit Güçlü olduğu yazan gözlüklü adam. "Onlara çarpan başka bir
araç vardı sanırım. Fakat sürücü koltuğunda bulunan Kemal orada suçlu
bulunmamıştı. Anlaşılan diğer arabanın şoförü- bir dakika- evet ölen Halit
Özverir isimli şahıs direk ters şeride girip onların üzerine
çarpmıştı."
"Peki, bu davranışına bunun bir etkisi olabilir
mi?"
"Hiç zannetmiyorum," dedi adam.
Muhabirin yüzü birden güven veren ifadesini yitirdi.
Ama Ferit ona aldırmadan devam etti.
"Böyle bir katliam yapabilmesi için tamamen farklı bir
karaktere bürünmüş olması lazım. Yani adam eski bir suçlu diye, hatta suçu
hırsızlık olan birinin bunu yapacağını düşünmek gerçekten çok
garip."
"Fakat her şey dairesinde bulunmuş," dedi kadın
inanamazlık içerisinde.
"Yani ben yapmamış veya yapmış diyemem. O zaman hiç kimsenin
bilmediği bir geçmişi olması gerekiyor. Kötü bir aile yaşamı, tacizlerle dolu.
Yani ne olduğunu kişiyi görmeden bilemeyiz. Tamam, travma nedeniyle belki
cinnet geçirmiş olabilir diye düşünebilirdik, fakat bu yapılanlar planlanmış
gibi duruyor."
Ahmet o gece yastığına başını koyduğu zaman aynı
şeylerin kendi başına da geleceğini nerden bilebilirdi ki?
-----------------------------------------------------------------------------
"Uyan seni salak!" dedi bir ses.
Ahmet birden yerinden sıçradı. Kolu yanarcasına sancıyordu.
"Ha!" diyebildi uyku sersemi hâlde, gözlerini açtı.
Karanlıkta bir süre öyle etrafına bakındı. Biraz bekleyip evin içini dinleyince
sadece rüyasında bir ses duyduğunu sandı. Kolunu kaşımaya çalıştı, ama bu daha
fazla kaşınmasına neden oldu.
"Sana uyan dedim, kukla!" diye bağırdı yine aynı
ses.
"Neler oluyor?" dedi Ahmet yataktan birden fırlayarak.
Çevresine bakındığında hiçbir şey göremedi.
"Benden daha zeki olduğunu mu sanıyorsun ha?"
Ayağa kalktı ve koşup ışığı açtı; yatağının altına, elbise
dolaplarına, olabilecek her yere bakındı, ancak içerde kendisinden başka hiç
kimse yoktu. Bu arada kaşınan koluna göz gezdirdiğinde buna inanamadı. O çürük
bileğinden dirseğine kadar uzanmıştı. Bir gecede bu kadar hızlı ilerleyen bir
hastalık daha önce duymamıştı.
"Milleti dolandırmak hoşuna gidiyor muydu bari?" dedi
aynı ses. Kadın veya erkek sesi gibi değildi. Herhangi bir şeye benzemiyor,
sanki zihninin içinden geliyordu.
"Kim var orada?" dedi Ahmet, rüya görüyor olmalıydı
herhâlde.
"O çocuğu vurman güzel miydi peki? Sanki az şey yapmışsın
gibi. Sen varya sadece bir yüz karasısın pislik."
"Ben-
---------------------------------------------------------------------------
Ses gece boyunca Ahmet'e bir şeyler söyleyip durdu. Bazen uzun
bir süre boyunca susuyor, yok olduğunu sandığı zamansa yani adam tam uykuya
dalacağı sırada tekrar başlıyordu. Önce bunları hayal ettiğini düşündüğü için
sesini çıkarmadı, zaten hâlâ rüya gördüğünü sanıyordu.
"Ne yapacağım biliyor musun, kızını alıp önce parmaklarını
doğrayacağım. şey aslında bunu sen yapacaksın. Ardından hepsini tek tek
yiyeceğim, nasıl ama? Aynı ölmesine izin verdiğin Kemal'in yaptığı
gibi."
İğrenç bir tıslama duyuldu. Ahmet bunun bir çeşit gülüş
olabileceğini düşündüğü için midesinin kalktığını anladı ve kendisine mani
olamadan banyoya doğru koştu. Tuvaletin içine kusuverdi.
"Güzel, işte böyle yapacaksın pislik. Kendin gibi daha çok
pislik çıkar da ben onları kullanayım sonra. Mesela yaşlı bir kadının parasını
gasp etmek gibi. Bu hoşuna gidiyor muydu?"
Ahmet konuşan şeyin kendi zihni olduğunu anlamıştı, zira bunu
bilen başka kimse yoktu. Emekli olmuş yaşlı bir öğretmenin emeklilik tazminatını,
ev satacağım diye elinden alıvermişti; ama bu olay İzmir'de meydana
gelmişti.
"Altı yaşındaki cana kıyan adamdan ne beklenir
başka?"
Adam daha fazla dayanamadı.
"Kes sesini!"
"Artık cevap da mı veriyorsun p.ç? Küçük kızını bir k.tak
yapana kadar düzeceğim önce, biliyor musun?" dedi ses. "Senin gibi
g.atın ancak böyle bir şey hakkından gelebilir."
"Kes sesini dedim!"
Ses tıslar bir ton aldı tekrar.
"Yoksa ne yapacaksın, ha? Ne yapacaksın? Gidip Aysel’e
yaptığın gibi kardeşimi mi becereceksin?"
"Sana sesini kes dedim!"
Bunu ölen eski karısı Aysel'in kardeşi Hâle'den başka bilen kimse
yoktu. Evliliklerinde bir süre boyunca istediğini alamayan Ahmet, Hâle ile
birlikte olmuştu. şimdi bunu hatırlayınca kendisinden daha çok nefret etti. Ama
en çok bunu hatırlattığı için bu sesten nefret etti.
"Günahların çok fazla, ben bunlara yenilerini
ekleyeceğim," diye devam etti ses. Adam ölene kadar hiç
susmayacaktı.
Ahmet sesten kurtulmak için ne yapması gerektiğini biliyordu.
Eğer aklını kaçırıyorsa yapabileceği başka bir şey kalmamıştı.
--------------------------------------------------------------------------------
Bir
hafta sonra...
"Dediğim gibi benim odama getirdiniz, değil mi?" diye
sordu ünlü Psikiyatr Ferit Güçlü.
"Evet, efendim. Birazdan tamamen hazır olacak," dedi
Hakan denen genç polis. "Son bir kez daha sorgulamak
istiyorum."
Sonra arkasını dönüp koridorun diğer tarafına gitti.
Otuzlarına yeni giren bir cinayet masası polisi olarak gerçekten
heyecan içindeydi. Buradan çıkar çıkmaz nişanlısını arayıp, onunla bunu
paylaşmayı umuyordu. Hayatında, onu önemseyen tek sevdiği insan oydu. Çünkü
ailesi, evlenmediği bir kızla aynı evde yaşamasını hor görüyordu.
Aslında onları arayıp henüz karısı olmamış kadının hamile
kaldığını açıklayacak cesareti arıyordu uzun zamandır ve Derya sırf hamile
kaldığı için evlenmek istemediğini söylemişti. Zaten Hakan onun bu yönünü çok
seviyordu, tamamen özgürdü ve kimsenin hakkında ne düşündüğüne önem vermiyordu.
Başkası olsa ya çocuğu aldırmak, ya da evlenmek isterdi hâlbuki.
Hakan bu vakayı almak için amire ne kadar yalvardığını iyi
hatırlıyordu, ama istediğini elde ettiği için bundan bir saniye bile pişmanlık
duymadı. Her zaman karakola böyle şeyler gelmiyordu.
Son birkaç haftadır İstanbul'da gerçekleşen ikinci benzer olaydı
bu, tabii Düzce'de gerçekleşeni saymıyordu. Cinayetlerin işlenme biçiminin
benzerliği dışında, hiçbirinin birbirleriyle bağlantısı görünmüyor
gibiydi.
Sadece katiller hakkında birkaç ufak şey vardı. İkisi eski
suçluydu. Ancak bu cinayete göre çok düşük suçlardan yargılanmışlardı. Hepsinin
karısı ölmüştü ve birbirine yakın yaşlardaydılar. Yüzlerinde, aynı işaret
bıçakla kazınmış olarak duruyordu ve diğer iki katil kendini öldürmüştü. Hakan
bunun bir çeşit sapık bir tarikat olduğunu düşünebilirdi, ancak adamların
arasında birbirlerini tanıdıklarına dair en ufak bir ipucu yoktu. Her biri
farklı yerlerde büyümüşler, tamamen ayrı insanlarla dosttular.
Yine de tamamen aynı biçimde, yani vahşet içinde kendi
çocuklarını kesmişlerdi. Hakan bunu ilk duyduğu zaman tüyleri diken diken
olmuştu. Baba olacağını yeni öğrendiği için karma karışık duygular içindeydi
zaten.
Ancak yılmadı, geç saatlere kadar çalıştı ve adamların en önemli
bağlantılarını kendisi keşfetti.
O da hepsinin birbirleriyle sadece bir kere de olsa karşılaşmış
olmalarıydı. Bu kayıtlarda araştırılınca bulundu. Zaten amiri bunu bulduğu için
bu davayı ona verdi. Bu genç polisin gerçekten yetenekli ve azimli olduğunu
düşünüyordu.
Tabii amiri gerçekten çuvalladığını bilseydi, onu çoktan
haşlamıştı. Hakan büyük bir hata yapmıştı çünkü. Birkaç gün önce karakolun
önüne gelen bu çılgın adamı dinleseydi, şu an on iki yaşındaki küçük kız, yani
son kurban yaşıyor olacaktı.
Birkaç gün önce nişanlısının yeni hamile olduğunu öğrenen Hakan,
karakolun giriş kapısına doğru yürürken, köşeden fırlayan siyah paltolu garip
görünüşlü bir adam aniden önünü kesmiş, onun üniformasına tutunarak bir şeyler
mırıldanmış, ancak lafı ağzında gevelediği için söylediklerinden hiçbir şey
anlaşılamamıştı.
Kel başı terden ayna gibi parlak hâle gelmiş, gözlerini kocaman
açmış ve soluk soluğa kalmıştı. Sanki birisi peşinden onu kovalıyordu; öyle
görünmüştü Hakan'ın gözüne.
Onun hâl ve hareketlerinden genç polis ister istemez adamın deli
olduğunu sanmış, üniformasını kırıştırdığı için onu kenara itmek zorunda
kalmıştı. Fakat yere düştüğü zaman zavallı adamın paltosu çamurlandığı için
Hakan bundan suçluluk duyarak onu ayağa kaldırmıştı. Elinden tuttuğu
bileğindeki palto kısmı geriye çekilince garip bir şey ortaya çıkmıştı;
derisinin çoğu kısmı kaşınmaktan kanamış gibiydi. Damarlı bir çürüğü andıran
varis benzeri bir karaltı vardı.
"Koluna ne oldu abi böyle?"
"Bana- ba-na dokunma. O bana- ko-ko-korkunç şeyler
yaptıracak!" diye yanıtlayabilmişti adam fısıltıyla. Gözleri dört dönüyor,
sanki birisinin onu takip ettiğini sanıyor gibi görünüyordu.
"Ha?"
"Diğerlerine yaptığı gibi, o-o köprüden atlayan adama da
musallat olmuş."
Onun ağzından alabildiği tek düzgün laflar bunlardı, ancak genç
polis onun neyden bahsettiğini bile anlamadığı için adamı karakola götürüp
birkaç polise teslim etmiş ve işinin başına geri dönmeye karar vermişti.
Adam sürekli olarak ellerini şakaklarına dayıyor, kendi kendine
bağırıp susmasını söylüyor ve küfürler ediyordu. Sanki görünmez biriyle
konuşuyordu.
Hakan karakolun psikiyatrıyla görüştükten sonra onun bir akıl
hastanesine gönderilmesini izlemişti ve hâlâ adamın kendi kendine bağırmasını
duyuyordu.
"Orası yeterli olmaz. Yeterince güvenli değil diyorum size.
Beni içeri atın, kaçamayacağım bir yere kilitleyin."
şimdi ise yine aynı adam yani Ahmet korkunç bir cinayetin son
zanlısı olarak Ferit Güçlü'nün ofisinde bekliyordu.
Ferit Güçlü ağırbaşlı, olgun bir adamdı. Sıska, uzun, kemikleri
çıkmış gibi duran vücudunun verdiği güven zayıf olsa da, parlak mavi
gözlerindeki bakışlarıyla insanları etkilemesini iyi biliyordu.
Katilin gerçekten büyük bir psikolojik bozukluk yaşadığı
belliydi. Zaten bu yüzden buradaydı ya.
Hakan ise onun bir çeşit psikopat olduğunu düşünüyordu ve bu tür
saçmalıklarla ilgilenmiyordu. Tek istediği bu adamın bir yere kapatılmasıydı,
hem de çok uzun süreli olarak.
Ferit Güçlü'nün birçok kitapla dolu kitaplığının ve uzun yazı
masasının bulunduğu ofisine girdiğinde katili bekleyen iki polis Hakan'a selam
verdiler. Hakan ise onlara dışarı çıkmalarını işaret ettikten sonra deli
gömleği giydirilerek masanın önündeki koltuğa oturtulmuş Ahmet'in karşısına
geçti.
"Yine karşılaştık," dedi Hakan iç çekerek. Adam onu
duyduğuna dair en ufak bir tepki bile vermemişti. Tek yaptığı şey başını eğip
yere doğru bakmayı sürdürmekti. Gözleri açıktı ve içindeki yaşam kaybolmuş
gibiydi.
Hakan tekrar konuştu.
"Neler oldu?"
Ahmet yine tepki vermedi. Yüzündeki kıvrımları son derece katı
duruyordu.
Hakan eliyle onun omzuna dokunduğu anda katil irkilip kendisini
geriye çekti.
"Bana dokunma sakın!"
Eskisine nazaran daha sakindi. Aslında tamamen kendisinde olduğu
söylenebilirdi. Yani kekeleyip durmuyordu artık.
Hakan elini geri çekerken "Bana neler olduğunu anlatacak
mısın?" diye sordu.
Kel adam sarı dişlerini göstererek tebessüm etti.
"Sana söylediğim oldu. O bana kızımı öldürttü."
"Kim öldürttü?"
"Kim olduğu önemli değil. Önemli olan ne olduğu?"
"Peki, neymiş o?"
"Benim içimdeki kötü bir ruh, beni ele geçirdi ve bana
istediğini yaptırıyor."
Hakan sandalyesinde geri yaslandı, içinden "Bir de bu kötü
ruh saçmalığı çıktı," diye söylendi.
"Asıl saçmalık sensin, benimle alay etme, sana karşı
sinirleniyor."
Hakan onun düşüncesini nasıl bildiğini anlayamadı, ama gözlerini
ona odaklayıp "Peki, ben neden duymuyorum bu ruhu?" diye sordu.
"Çünkü sana bulaşmadı, sadece benimle konuşuyor."
Hakan sabrının tekrar sınandığını hissetti.
"Kendi kızını neden öldürdün?"
"Sana hikâyemi anlatacağım, ama bana başka soru
sormayacağına söz verirsen," dedi Ahmet çatlak sesiyle.
"Evet, söz," dedi Hakan otomatik olarak.
"Pekâlâ. Boğaz köprüsünde intihar eden bir adamla
karşılaştığım zaman, onu durdurabilirim sandım, ama başarılı olamadım ve öldü.
Daha sonra onun birçok çocuğu öldüren bir sapık olduğunu öğrendim. Ardından bir
gece içinde bileğimde bir çürük belirdi, sürekli kaşınıyordu ve bir türlü
geçmek bilmedi. Bir gece yarısı bu lanet sese uyandım. Bana günahlarımı
yaptığım kötülükleri anlatıyor ve sürekli küfrediyordu. Sabaha kadar susmadı,
devamlı bir şeyler söylüyordu. Sonunda canımdan bezip anti-depresan haplarımdan
aldım ve ilaçlar etkisini gösterince ses kayboldu. Ben biraz rahatladım ve o
gün işe yani markete gitmedim, kardeşimle işletiyoruz."
"Anti-depresan haplarını nerden buldun?" diye sordu
Hakan.
"Psikiyatr bir doktor hapisten çıkan insanların genelde
dışarıdaki yaşam yüzünden depresyona girdiğinden bahsediyordu ve bana bir
reçete yazmıştı. Zaten bana da oldu, çünkü ister istemez yeğenimin hayatını
almıştım ve ben çıktıktan bir süre sonra karım öldü. Yani arada bir kullanıyordum."
"Peki, sonra neler oldu?"
"İlaçların etkisi geçmeye başladığında ses geri geliyordu,
bu sefer daha kızgın ve öfkeliydi. Ben de iki gün boyunca o haplardan
kullanmaya devam ettim, fakat sonra ses gitmemeye başladı. Benimle alay etmeyi
sürdürüyordu. O ölen adama da aynılarının olduğunu söyledi. Kızımı
öldüreceğini, onu yemek niyetine yiyeceğini.
Beni delirtmeye çalışıyordu ve bir kere başarılı oldu. Bir gün
sinirden gözüm kararmıştı ve kendimi birden elimde bir tabancayla kardeşimin
evinin kapısında buldum. Oraya nasıl geldiğimi, orada ne aradığımı bile
bilmiyordum. Son anda silahı kardeşimden saklayabildim, zaten son birkaç gündür
garip davranıyordum. İşe gitmemeler, haplar, o sese karşılık vermeler, kendi
kendime konuşuyormuşum gibi görünüyordu insanların gözüne.
Bu sinirim yüzünden gözümün kararması birkaç kez daha oldu ve
paniğe düştüm. Kızıma zarar vereceğini söylüyordu. Öfkemi kontrol edememeye
başladım ve bileğimin derisi kaşınmaktan yırtılmaya başlamıştı. Zamanla tamamen
onun kontrolüne geçecektim.
Seninle karşılaştığımda beni dinleseydin, bunların hiçbiri
olmazdı.
Hastanedeyken bana ilaç verdikleri zaman ses daha çok sinirlendi,
bu sefer sabahtan akşama kadar hiç susmadı. Beni çıldırttı, gözüm karardı yine.
Ondan sonra tek bildiğim evimdeki küvetin önünde duruyordum. Elimde kanlı bir
ekmek bıçağı, küvetin içinde de kızımın paramparça olmuş cesedi vardı ve
ağzımda ise kan tadı. Bana kendi kızımı öldürtüp yedirmişti."
---------------------------------------------------------------------------------------
Bu, Hakan'ın Ahmet'le son konuşması oldu, çünkü adam odasına
götürülürken koşup camdan aşağı atlayıp kendisini öldürmüştü.
Hakan ise bundan suçluluk duymaya başlamıştı, belki de başından
beri bu deli adama inansaydı böyle şeyler olmayacaktı. Söylediklerine inanmasa
bile onu iyi bir yere kapatabilirdi.
İşinden umduğunu bulamamıştı, fakat çok yakında baba olacaktı.
Nişanlısını evlenmek için ikna etmek istiyordu, belki de böylece ailesiyle
açılan arası da düzelebilir, hayatı tekrar normale dönebilirdi. Sırf bu yüzden
bir hafta işten izin aldı. Zaten dava çözülmüş ve zanlı intihar etmişti.
Ertesi günün gece yarısı bileğindeki kaşıntıyla uyanıverdi. Çok
tatlı kaşınıyor ve bir türlü geçmek bilmiyordu. Büyük ihtimalle Derya yine
yemeklerden birine tarçın koymuştu unutkanlıktan. Hakan'ın ona alerjisi vardı.
Zaten gebelik yüzünden sabahları banyodan çıkamıyordu kızcağız, sürekli midesi
bulanıyordu. Bu yüzden Hakan onu suçlayamadı.
Ancak bu kaşıntı durmak bilmiyordu, kalkıp alerji ilacını almanın
en iyisi olacağını düşündü.
Küçük küvetsiz banyonun içine girdiğinde 30 mumluk zayıf ampulün
turuncumsu ışığıyla aydınlandı kirlilerle dolu çamaşır sepeti ve eski beyaz
şofben. Hakan lavabonun üstündeki dolabın kapağında duran aynanın karşısına
geçtiği zaman yüzünün terden kızardığını fark etti.
Yarı kapalı gözlerle yüzüne su vurduktan sonra minik dolabı açtı
ve hap kutusunu çıkardı. Bir tanesini içmek üzereyken sol bileğine baktı.
Sadece atletle kaldığı için açıkta görünüyordu, kara bir çürük. Üzerindeki
damarları çatal gibi ortaya çıkmıştı. Hakan bunun aynısını daha önce de
görmüştü. En başta hatırlayamasa da yüreğine düşen korku ona ne olduğunu anlattı.
"Canım ayakta ne yapıyorsun, yine alerji mi oldun?"
dedi yandan uykulu bir ses. Hakan korku dolu gözlerini, sarı saçları yüzünün
yarısını kaplamış nişanlısına doğru çevirince kendisine çeki düzen verdi.
Özellikle gecenin bir yarısı sevdiği kadını telaşlandırmasına
gerek yoktu. Kirli çamaşırların üstünden aldığı havluyu üzerine geçirip
Derya'nın yarayı görmemesini sağladı.
"Başım ağrıyordu bir hap aldım," dedi Hakan ona. Sonra
çürüksüz koluyla kadının beline sarılıp onu öptü. Mecbur, bu gece ikinci kez
sevişeceklerdi. Her ne kadar hamile bir kadınla sevişmekten hoşlanmasa da.
Derya geceleri tek başına kalmaktan hiç hoşlanmazdı, belki de bu
yüzden Hakan'ın yanına taşınmıştı. Bu onun çocukluğuyla alakalı berbat bir
anıdan kalma korkuydu aslında. Hakan sadece bildiği kısmıyla yetiniyordu. Derya
bu yüzden ona minnettardı.
Korku, çabucak kadını ele geçiriyordu ve onunla üç sene boyunca
birlikte yaşayan Hakan ise bir kere bile bu durumdan şikâyet etmemişti.
Aralarında aşktan daha güçlü bir dayanışma söz konusuydu. Hakan'ın ailesi
muhafazakâr ve belirli sınırların içine çıkmamış insanlardan oluşuyordu. Kadın
ise ona kısıtlanılan hayatı yaşatmaya çalışıyordu.
Derya üvey babasının ablasına yaptığı tacizlerle dolu bir evde büyümüştü.
Adam haftada üç dört gece odalarına geliyordu ve Derya o zamanlar henüz dokuz
yaşındaydı. Ablası ise on üçündeydi. Anneleri tamamen dünyadan kopmuş, içki
bağımlısı bir fahişe olduğu için ablası Sevtap'ın da öyle olacağını düşünüyordu
Derya. Yatağında yastığını başına geçirir ve ablasının inlemelerini üvey
babasının zevkle nefesini çekmesini duymamış gibi davranırdı.
Bir ara annesiyle üvey babasının kavgalarına şahit olmuştu. Derya
o zamanlar konuşmaları çok anlayamamıştı yaşı küçük olduğu için. Olayların
şimdi farkına varabiliyordu.
Annesi Sevtap'ı da sokağa çıkarıp
satmak istiyordu, fakat üvey babası buna karşı çıkıyordu. O zaman kadın avazı
çıktığı kadar bağırdı.
"Sadece kendine istiyorsun de mi, a... kodumun
çocuğu!"
Üç yıl kadar sonra annesinin dediği olmuş ve Sevtap da geceleri
dışarı çıkmaya başlamıştı. Daha önce Derya'nın var olduğunu bile önemsemeyen
üvey babası bu sefer ona iyi davranmaya başlamıştı. Kahvaltıda bile istediği
yiyeceklerden alıyordu. Ancak bu durum ablasının hiç hoşuna gitmemişti.
Birkaç gece sonra adam odaya geldiğinde Derya yine yastığını
başına geçirecekti ki; bu defa adam onun yatağının ucuna oturmuştu. Hâlbuki
ablası Sevtap âdet kanaması yüzünden bu gece işe çıkamadığı için odadaydı.
Belki de adam onun da duymasını istiyordu bunları. Geçmişi hatırlaması
için.
Derya kalçasında bir el hissedip ürperdiğini ve korkudan
titrediğini hatırlıyordu.
"Sakın korkma canım."
Ancak ondan sonra karanlığın içinde çığlıklar ve bağırışlar
duyulmuştu.
"Ona da yapamayacaksınız pislikler, orospular."
Adam acıyla böğürürken saplama sesleri şiddetlenmişti. Bir iki
dakika sonra ışık yandığında Derya'nın gözleri acımıştı. Ama üvey babası
sırtında bir bıçakla kanlar içinde yatıyor, ablası ise kendi yatağına çekilmiş
ağlıyordu. Derya koşup kanlı elleriyle yüzünü kapatmış olan Sevtap'a
sarılmıştı, yıllardır onun yapamadığını cesaret edip yaptığı için ona
minnettardı çünkü.
"Bana ne olduğu önemli değil, senin güvende olduğunu bilmem
yeter."
Polis gelip ablasını götürdüğünde Derya annesinin de
öldürüldüğünü öğrenmişti. Sokakta boğazı jiletle yarılmıştı. Ablası muhtemelen
onu da halletmişti. Fakat bunu Sevtap'ın yaptığı kanıtlanamadı. Yaşı küçük olan
Sevtap nefsi müdafaa şeklinde yargılanmış ve yargıç onların başından
geçenlerden dolayı cezasını indirmişti.
Derya ise tek başına yetimhanede büyümek zorunda kalmıştı. Ama
Sevtap'a söz vermişti; artık güçlü olacaktı.
Hapisten uzun zaman önce çıkan ablasını üç sene önce kanser
yüzünden kaybetmişti. Hakan'la tanışmadan üç ay önce.
------------------------------------------------------------------------------------
Hakan o gece kaşıntıdan uyuyamamıştı. Birkaç doktora gidip
bileğinin aldığı biçimi gösterdi, fakat hiçbiri gerçekte ne olduğunu
söyleyemedi. Birisi varis dedi, bir diğeri kan toplanması olduğunu belirterek
bir merhem yazdı. Ancak hiçbiri etkili olmadığı gibi karartı dirseğine kadar
yükseldi. Hatta ilaç bir süre sonra acı vermeye başladı.
Bunlardan sonra Hakan kafasının içinde garip bir ses duymaya
başlamıştı. Bütün gün boyunca susmadı da. Sürekli konuşuyor ve bir şeyler
söylüyor, Hakan'a içten içe suçluluk duyduğu şeyleri hatırlatıp onu
sinirlendiriyordu.
Hakan mantıklı bir şekilde düşünüp zihnini toparlayamıyor ve
sürekli gergin olduğundan evden çıkmak zorunda kalıyordu. Dışarı dolaşıp bu
şeyin susmasını umacaktı, yoksa aklını kaçırmak üzereydi.
"Bir orospu... sırf bir orospu yüzünden anana babana küstün.
Baban ölüm döşeğinde yatarken bile gidip onunla konuşmadın, senden nefret
ederek öldü. Bütün bunların nedeni o küçük Derya denen orospu hem de, babasına
veren."
"Kes sesini!"
"Sana babasına verenin ablası olduğunu söyledi değil mi? Git
bir araştır istersen, sen aptal bir polissin sadece. Bir orospu yüzünden
babasının cenazesine bile gitmeyen adama ne denir? şerefsiz mi, hayır bu çok
hafif kaçar. Üstelik o orospuyu da gidip başka bir orospuyla
aldatıyorsun."
Hakan parkta oturduğu bankın kurumuş boyasına tırnaklarını
batırmıştı.
"Onu da biliyorum, iki aydır gittiğin o parayla çalışan
fahişenin evini. şimdi de onun için mi evden çıktın? Adı Ceylan mıydı? Hani
ağzına almaktan hoşlanan. Derya bundan pek hoşlanmıyor değil mi? Üvey babası da
ona ve ablasına öyle yapıyordu, herhâlde bu yüzdendir."
Hakan öfkeyle bağırırken birden başına bir ağrı saplandı ve
gözlerine kara bir perde indi.
---------------------------------------------------------------------------------------
Derya öğle yemeği için mutfakta salata hazırladığı sırada içerden
garip bir ses geldiğini duyamamıştı. Belki kafasını çevirse sevdiği adamın
arkasında bir bıçakla durduğunu ve onu deşmeye hazır olduğunu görebilirdi.
Gözleri fal taşı gibi açılmış, dudaklarında kendisine ait olmayan bir gülümseme
vardı.
Hakan tam bu sırada kendine geldi. Elindeki bıçak aniden elinden
yere düştü ve adam geriye sıçradı. Derya korkuyla içini çekip arkasını
döndüğünde, yüzünde bir şok ifadesiyle kalmış sevgilisini gördü.
"Allah canını almasın. Ödümü patlattın. Neler oluyor,
geldiğini bile duymadım," dedi Derya.
Hakan ona acı dolu gözlerle baktıktan sonra ağzını bile açmadan
içeriye koştu.
Derya ise önlüğünü çıkartıp yerdeki bıçağı masaya koyunca
mutfaktan çıktı. Adamın bebek odasının kapısını kapatıp içeri girdiğini
gördü.
"Hakan, ne yapıyorsun?" diye bağırdı genç kadın.
Kadın kapının tokmağını çevirdi, ancak döndüremedi.
İçerden Hakan'ın konuşma ve ayak sesleri geliyordu.
"Seni adi ona zarar vermemi istiyordun, değil mi? Orospu
çocuğu."
Derya o gün ne yaptıysa Hakan'ı odadan çıkaramadı ve adam kendi
kendine konuşup durdu. Akşam olduğunda nihayet kapıyı açtığında sevdiği kadına
sarılıp onu defalarca öptü.
Hakan bütün içtenliğiyle her şeyi ona söylemek zorunda olduğunu
biliyordu, bu yüzden her şeyi baştan anlattı. Hiçbir detayı atlamadı.
Bitirdiğinde "Çıldırdığımı biliyorum, ama bu gerçek. Ya sana
zarar verseydim," dedi Hakan.
Derya birinin doğruyu söyleyip söylemediğini anlayabilecek kadar
çok şey yaşamıştı. Zaten kendisi de bir ara gerçekten iblisleriyle yüzleşmek
zorunda kalmıştı ve sevdiği adamın gözlerinde yalan görmüyordu.
Daha önce de ablasının cinleri yüzünden bir cinciye gitmek
zorunda kalmıştı. Bu adam böyle garip olayların merkezinde yaşadığı hâlde
ablasının derdinin cinler değil, kendisi olduğunu söylemişti. Daha sonra adı
Seyfi olan bu adamla arkadaş olmuşlardı. Hatta daha bir ay önce arayıp nasıl
olduğunu sormuştu, çünkü adamın ağabeyi Serkan geçenlerde toprağa verilmişti.
Cenazesine gidememişti.
Hastaneye gidip ablası için doktorla konuştuğunda psikiyatr, ilk
önce bir beyin taraması yaptırmasını istemişti ondan ve zaten cevap hemen
oradaydı, Sevtap'ın gördüğü halüsinasyonların nedeni beynindeki irileşmiş
tümördü ve doktorlar ameliyat edemeyeceklerini söylemişlerdi.
Derya, Hakan'ı ilk önce Seyfi'ye götürmeye karar verdi.
------------------------------------------------------------------------------------
Hakan sevdiği kadının ona olan bu inancı yüzünden kendisini
rahatlamış hissediyordu. Söylediğine göre bu Seyfi denen adam gerçekten işinde
iyiydi. Beşiktaş'taki Tansaş'ın arkasındaki sokakta
oturuyordu ve görünüşe göre bu binalar hayli eskiydi. Kim bilir tesisatı ne
kadar berbat durumdadır diye düşündü Hakan.
Kapıyı Derya çaldı ve Hakan'ı açılan kapıdan içeri geçirdi.
"Ne güzel, buyurun içeri gelin,"
Karanlık ve boş bir hol ortaya çıktığında ister istemez insanın
içi kararıyordu. Yeşil boyalı çıplak duvarlar son derece çirkindi.
Uzun sakalı yüzünden suratı neredeyse seçilmeyen bir suratı vardı
ve buna rağmen fazla yaşlı göstermiyordu Seyfi. Kısa ve şişmandı, uzun saçları
omuzlarına varıyordu. Üzerinde bir takım elbiseyle onları karşılamıştı.
Hakan'ın bunu garipsediğini gördüğü zaman "Bir arkadaşın
cenazesinden yeni geldim," diyerek gülümsedi ve kara gözleri
ışıldadı.
"Nasılsın?" diye sordu Derya ayakkabılarını çıkardıktan
sonra adama bakarak.
"İyiyim işte nasıl olayım?"
"Kusura bakma abinin cenazesi için yani- biliyorsun, gelmek
isterdim."
"Önemi yok, canım," dedi Seyfi. "Araman bile
yeterliydi benim için, sorunumuz nedir, telefonda fazla açıklayamadın. Buyurun
içerde konuşalım."
Derya Hakan'ı göstererek "Bu benim nişanlım Hakan,"
dedi.
"Merhaba, tanıştığımıza memnun oldum," diye karşılık
verdi Seyfi, ama onun elini sıkmadı. Tek kaşını kaldırdı. "Nişanına beni
çağırmadın,"
"Nişan yapmadık, sadece aramızda," diye yanıtladı
Hakan, Derya'nın yerine.
Adam onları koridorun sağındaki küçük bir odaya getirdi.
Perdeleri kapalı olduğu için pek seçilemiyordu, fakat köşedeki küçük bir
divanın bulunduğu duvara bir kilim asılmıştı ve ufak camlı bir dolap ise karşı
tarafı tamamen kaplamıştı. Yerdeki geniş yastıklara oturmalarını rica etti
Seyfi ve içeri gitti.
Derya bağdaş kurup otururken uzun dalgalı sarı saçlarını sağ
yanına aldı ve tek elini suratında kirli sakalıyla kalmış Hakan'ın sırtına koydu.
Ela renkli gözleri adamın kızarmış yüzüne kaymıştı.
"Ne oldu, niye tedirginsin?"
"Çünkü hâlâ susmadı," diye yanıtladı Hakan. Avuçları
ter içinde kalmıştı.
Seyfi elinde bir tas suyla geri döndü ve önlerindeki diğer
yastığa bağdaş kurarak oturdu.
Hakan'a döndü.
"Bana olan her şeyi anlat."
Hakan önce Derya'ya baktı, ama ağzından kelimeler dökülmedi. Bir
yabancıya anlatmanın ne kadar zor olduğunun farkına şimdi varmıştı. Derya
gözleriyle ona güvenebilirsin der gibi bakınca. Ona da olanları anlattı.
"O çürüğü görebilir miyim?" diye sordu Seyfi.
Hakan elini uzatmadan önce gömleğini bileğine kadar
sıyırdı.
Adam karartıya dokunmadan bekledi. Çok uzun süre boyunca hiçbir
şey söylemedi. Aslında konuşuyordu, fakat ne Derya ne de Hakan söylediklerinden
bir şey anlayabiliyordu.
"Doktorlar hiçbir şey bulamadılar dedin, değil mi? Eh pek
şaşırmadım zaten."
"Neden?" diye sordu Derya endişeyle.
"Çünkü bulabilecekleri bir şey yok. Bu olay gerçekten de çok
kötü. Yani söylediği her şey gerçek."
"Yani bunların neden olduğunu biliyor musun?" diye
sordu Hakan.
"Evet," dedi Seyfi ve geriye çekildi. "Bu bir
çeşit saf kötülük, sana bulaşan yani. Kendisini seninle besliyor, bir büyü
yardımıyla bütün kurbanlarının vücutlarında dolaşıyor. Ve dokunma yoluyla
bulaşıyor."
"Ama-"
Derya bunu beklemiyordu işte. Daha önce ablasına söylediği gibi
bir şey olacağını sanıyordu hâlbuki. Bu yüzden gerçekten korkuyordu az önce,
yine bir çeşit tümörle karşılaşacağından.
"Bundan kurtulabilir miyim?"
"Belki ufak bir umut vardır," diye yanıtladı Seyfi.
"Onu içinden çıkarabilirim, ama belki."
"Ya çıkaramazsan?" diye sordu Hakan.
"Bir saniye bekle," diye araya girdi genç kadın.
"Bütün bunlar gerçek mi yani?"
"Ne yazık ki," dedi Seyfi soğukkanlılıkla. "Eğer
onun içinden çıkmazsa çok daha kötü şeyler olacaktır. Bu şey bir asalaktır,
diğer insanların hayatlarına yapışarak canlı kalır. Bir günah yiyendir."
"Nasıl kurtulacağız peki?" diye sordu Derya.
Seyfi yerdeki su dolu tası Hakan'ın önüne itti.
"Elini suyun içine koy."
Hakan önce adamın beklentiyle dolu gözlerine baktı, ama çaresizce
dediğini yapmak zorunda kaldı.
"şimdi çürüksüz elinle Derya'nın elini tut ve ikiniz de
gözlerinizi yumun. Ben söyleyene kadar da açmayın."
Bir dakika sonra ikisi de bu söyleneni yaptılar.
Hakan yüzünde garip bir esinti hissediyordu, ancak bu
rahatlamayla doluydu. Suyun içindeki eli titrerken Derya'nın avucunu daha çok
sıkıyordu. Seyfi'nin garip dualarla dolu sesleri gelmeye devam ediyordu. Bu
keyif duygusu Hakan elinin tastan çıkarıldığını hissedene kadar
kaybolmadı.
Seyfi "Gözlerinizi açabilirsiniz," dediğinde üç dakika
geçmişti. Ama Hakan'a çok kısa gelmişti bu süre. Üzerinden büyük bir yük
kalkmış gibi hissediyordu.
Adam görmeleri için tası onların önüne tuttu. İçi kapkara bir
sıvıyla dolmuştu ve Hakan'ın bileğindeki karartı yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı
bile.
"Neler oldu?" diye sordu adama
şaşkınlıkla.
"İçinden çıkarabildim," dedi onlara tasın içindeki kara
suyu gösterirken. Sonra onu yere koydu. "şimdi, artık temizlendin. Ondan
kurtuldun. Yine de kafanda bazı sesler duymaya devam edersen, onlara karşılık
verme ve umursamamaya çalış. Çünkü ana gücünü yitirdi artık. Bileğinde yarına
bir şey kalmaz."
Hakan ve Derya teşekkür üstüne teşekkür ederek evden
çıktıklarında Seyfi derin bir nefes aldı ve tasın bulunduğu odaya tekrar gitti.
Ücret almamıştı.
Yastığa bağdaş kurarak oturduğunda alttaki halı kaydı, sonra
devrilmesin diye kâseyi tutmak zorunda kaldı. Neyse ki halıya dökülmemişti. Onu
iki eliyle yerden kaldırdığında karanlık suyun titreştiğini hissetti ve ona
gülümsedikten sonra tası dudaklarına götürüp suyu bir güzel içti. Az sonra
olacakları zaten biliyordu ki; hemen başladı.
"Seni aptal! Bunu bana nasıl yaparsın?"
Seyfi soğukkanlılıkla cevap verdi.
"Asıl sen bunu bana nasıl yaparsın, abi. Ölmemen için seni
bu hâle getiren benim, sense gidip en iyi dostumun sevgilisine musallat
olmuşsun. Üstelik ikisi işine yaramazlar. Onların çocukları bile
yok."
"Başka kurban bulamadım," dedi iğrenç ses. "Beni
bir çeşit ölüm makinesi hâline getirdin diye sana teşekkür mü etmemi
bekliyorsun Seyfi?"
"Başka türlü hayatta kalamazdın. Cenazeni kaldıramazdım
senin. Ama hayatta kalman için gereken büyünün sürmesi çocukların eti ve canına
bağlı biliyorsun. Masumların ve günahsızların kanı ve eti seni ölümsüz kılacak.
Bir gün kendi bedenine de sahip olacaksın."
Ses bu söylenen karşısında homurdanır gibi bir ses çıkarınca
Seyfi tam olarak ne söylediğini anlayamadı.
"Ne diyorsun?"
"Beni izliyor muydun peki?"
"Tabii ki, haberlerde en son Ahmet isimli bir adamın
çocuğunu öldürdüğünü söylediklerinde onun sen olduğunu anladım. Fakat ondan
sonra nerede olduğunu bilmiyordum. En iyi dostumun sevgilisine musallat
olmuşsun meğerse."
"Aslında onun için ona musallat oldum ya!" diyerek
kıkırdar gibi bir ses çıkardı.
"Ne demek istiyorsun?"
"Her zaman o kızla aranda ne gibi bir bağ olduğunu öğrenmek
istemiştim. Ahmet, Hakan'a dokunduğunda adamın o kızla bağı olduğunu anladım,
bu yüzden ona gittim. Yani tesadüf değildi."
"Bunu bana da sorabilirdin. Derya aynı bizim gibi babasının
tacizine uğramış bir kurban sadece. Bu yüzden kendimi ona yakın
hissediyordum."
"Ama o öyle düşünmüyor. Tacize uğrayanın ablası Sevtap
olduğunu sanıyor. Hâlbuki kendi adı Sevtap, kendisini kardeşi Derya'nın yerine
koymuş. Hakan'ın bedenindeyken ona dokunduğu zaman zihnini okudum."
"Biliyorum, ama o böyle düşünerek başına gelenlerin
üstesinden geliyor, kendi kardeşinin yerine geçerek yani. Ancak bilinçli
yapmıyor bunu. Yine de neden onları rahat bırakmadın da bana kadar gelmek
zorunda kaldılar? Derya'nın çocuğu bile yok."
"Olacaktı, hamile kalmış."
"Olsun yine de ona dokunmayacaksın," dedi Seyfi.
"Üstelik o adam polisti, eğer ilk katille yani beni
bulaştırdığın Halit'in senin müşterin olduğunu öğrenseydi, beni senin ona
bulaştırdığını anlayabilirdi. Halit anlamıştı zaten. Bu yüzden arabasıyla
Gebze'den buraya geliyordu. Ben kontrolü ele geçirip arabasını ters şeride
geçirdim."
"Derya'nın çocuğuna dokunma abi, ben sana başka bir şehirden
kurban bulacağım söz."
"Peki, Seyfi o zaman işe koyul. Tekrar acıkmaya
başlıyorum."
Hikayeyi word belgesi olarak indirebilmek için tıklayınız.
Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi T�m haklar� sakl�d�r.