I. FRPWorld Kısa Öykü Yarışmasında Üçüncü Olan Öykümüzdür.
Baharın Heybeliada topraklarına ulaştığı gün, ada
sakinleri henüz uykularındaydı. Dalgalar yavaşça adanın kıyılarını döverken,
güneş ellerini insanlara yeni yeni
uzatmaya başlamıştı. Adanın en yüksek tepesinin, yani Değirmentepe’nin
üzerinde uçuşan martılar, kendilerince
adaya göz kulak oluyorlar, sanki yüzyıllardır yaşadıkları yeri yabancılardan
koruyorlardı. İşte o gün, yani baharın ilk günü adada büyükbaba diye tanınan
Ulaş Bey, tek katlı, beyaz boyalı evinden çıkıp sokağa ilk adımını attı. Henüz
güneş insanların uyanması için gözlerini tam olarak açmamıştı. Ama büyükbaba,
adanın diğer insanlarına pek benzemezdi. O, adada olduğu ender günlerde -ki
kendisi hep uzun gezilere çıkardı ve kimse nereye gittiğini pek bilmezdi- sabahın ilk ışıklarıyla ayağa kalkar, adanın
ruhunu koluna takar ve sahili gezerdi. Güneş insanlar için bir anlam
taşıdığında ise, çoktan evine dönmüş olurdu. Büyükbaba yine diğer günlerde
olduğu gibi sahili ve ormanı gezdi. Yeni açan çiçeklerin arasında dolaştı ve
sonra evinin yolunu tuttu.
“Yine kahvaltıyı muhteşem hazırlamışsın büyükbaba,”
dedi Onur. Kısa, kömür karası saçları beyaz pamuk gibi yanaklarına dökülüyordu.
Kocaman gözleri her zamanki gibi sevgi doluydu. On ikisine daha iki ay önce
basmıştı Onur. Büyükbabasının ona doğum gününde aldığı deniz kabuğundan kolye
boynundaydı.
“Kahvaltını iyi yap bakalım genç adam. Bugün adanın
bilinmezliklerini gezeceğiz seninle,” dedi büyükbaba ve cam sürahiden
doldurduğu büyük bir bardak suyu midesine indirdi.
“Kimse senin kadar hızlı ve çok su içemez büyükbaba.
En büyük sensin!”
Odanın içini yaşlı adam ve torununun gülüşleri
kapladığında, artık güneş yavaş yavaş insanoğluna sinirlenmeye başlıyordu.
Kahvaltı bittikten sonra Ulaş Bey ve torunu dışarı çıktılar. Adanın içinden
geçerlerken, oranın yerlileri onları selamladı. İçlerinden bazıları büyükbabaya
sarılıp, onu gördüklerine çok
sevindiklerini söylerken, bazıları da ona yeni yolculuğunun ne zaman
başlayacağını soruyordu. Onur, büyükbabasının yılın büyük bölümünde, yanında
olmamasından hiç hoşlanmıyordu. Ama adam, bunun gerekli olduğundan ve
geçimlerini sağlamak için gitmesi gerektiğinden bahsediyordu. Onur artık buna alışmıştı ama hiç kimse
bundan hoşlandığını söyleyemezdi. Her ne kadar büyükbabasından ayrı kaldığı
zamanlarda komşu Sophia Hanım’da kalıp, arkadaşı ile vakit geçirse de, onun için yaşlı adamın yokluğu asla
doldurulamazdı. Annesi ve babası onu küçük yaşta terk ettiğinde, büyükbaba onun
her şeyi olmuştu.
“İşte geldik genç adam. Burası ormanın ve deniz
kokusunun buluştuğu yer. Burası adanın en büyülü yeridir. Sakın kimseye buradan
bahsedeyim deme,”dedi ve kırışıklarla dolu suratına neşeli gülümsemesini
iliştirdi.
Onur da kafasını sallayarak büyükbabasını onayladı.
Çimenlerin üzerinde oturup sırtlarını iri ağaçların gövdelerine verdiler.
Karşılarında, biraz uzakta deniz vardı. Rüzgar onlara doğru estiğinde, denizin
tüm kokusu ve ruhu sanki büyükbaba ve torunun içine akıyordu. Bir süre hiç
konuşmadan oturdular. Sonra Ulaş Bey, yanına getirdiği büyük sürahiden bir bardak
su daha içti. Geri kalan bir miktar suyu da kafasından aşağıya boşalttı.
“Hava oldukça sıcak,” deyip gülümsedi. Onur da ona
katıldı. Ama Onur’un canı su istemiyordu. Hatta hava bile ona o kadar sıcak
gelmiyordu. Gün hızlı bir şekilde akarken, büyükbaba ve torun da ona ayak
uydurdu. Birbirleriyle vakit geçirdiler, oyun oynadılar ve bu büyülü yerin
tadını çıkardılar. Artık akşam olmuştu. Onur gitme vaktinin geldiğini
düşünürken, büyükbaba aniden konuşmaya başladı.
“Beni dinle bakalım. Bugün sana anlatacak bir
hikayem var.” Adam bunu söyler söylemez
Onur’un suratı asıldı ve kafasını önüne eğdi. Küçük adamın böyle mutsuz olması
hikayelerden veya masallardan hoşlanmamasından kaynaklanmıyordu. O biliyordu
ki, büyükbaba ne zaman ona bir hikaye anlatsa, o gece giderdi. O gece yola
çıkar ve uzun zaman da dönmezdi.
“Yani yine gideceksin,” dedi sesi yavaşça esen
rüzgarın içinde kaybolurken. Dedesi
kafasını evet anlamında salladı ve Onur’un yanına yaklaştı. Küçük adama
sıkıca sarıldı.
“Gitmem lazım. Bunu biliyorsun. Geç...”
“Evet geçinmek için. Bunu biliyorum,” dedi araya
girerek. Büyükbaba devam etti.
“Bugün sana anlatacağım hikaye aslında bir sır. Bir
gizem,” dedi Onur’un gözlerinin içine bakarak. Onun efsanelerden ne kadar
hoşlandığını çok iyi biliyordu.
“Gerçek bir efsane mi? Önemli bir sır mı?” dedi
sesini alçaltarak. Sanki biri onları dinliyormuş gibi etrafına bakındı.
Büyükbaba evet anlamında kafasını salladı.
“Hadi anlat. Bu sırrı bana ver. Emin ol bunu hiç
kimseye söylemem. Söz!”
“Bunun için denizler ve okyanuslar adına yemin
etmelisin. Çünkü hikaye onlar hakkında. Tabii başka şeyler hakkında da.”
“Söz büyükbaba.. Söz.. Anlat hadi!”
Ve yaşlı adam hikayeyi anlatmaya başladı. Beyaz
saçları rüzgarla dans ederken, tok sesiyle gizi şimdi torununa bahşediyordu.
“Bizim zamanımızdan farklı bir zamanda ve
yaşadığımız topraklara henüz çok kişi adım atmamışken, eski bir uygarlık vardı.
Bu uygarlık, kendi dünyasındaki insanları, değişik ırkları ve tanrılarıyla
evrendeki boşluğu dolduruyordu. Gökyüzü, bizim dünyamızdaki gibi maviydi orada
da. Dedim ya çoook eski zamanlarıydı dünyanın. O zamanlar gökyüzünü başka
gezegenler süslüyordu. Bu gezegenlerden
en çok sevileni Arkluh adı verileniydi.
Orada yaşayan insanlar için
gezegen, bereketi ve bolluğu simgeliyordu. Ona bir tanrıçanın adı verilmişti.
Kendi takvim sistemlerinde bu gezegenin kızıllaştığı bir dönem vardı. O gün
tanrıça sayesinde toprak daha güzel bir hal alır, sular yükselir, deniz
içindeki balıkları ve diğer yararlı yiyecekleri insanların kıyılarına bırakırdı.
O zaman insanlar Arkluh adını hep bir ağızdan haykırırlardı. Gezegene ismini
veren tanrıçayı kimileri gördüğünü söylüyordu. Görenler onun uzun ve altından saçlarının ışıltısından bahsediyor,
vücudunun güzelliğine bakanlar ise o günden sonra kendilerini inzivaya
çekiyordu. Ama en büyük tanrılardan biri
olan Arkluh’un bir başka özelliği daha vardı. Onu görenler ayrıca sırtındaki
büyük bir sepetten bahsediyorlardı. Bu sepetin içinde insan tohumlarını taşırdı
tanrıça. İnsan ırkının devamı onun sepetinin içindeki tohumlara bağlıydı. O,
insanlar ışıklar kapandıktan sonra birbirlerine yaklaştığında tohumlarını üzerlerine serpmese; soyların devamı
kesinlikle sağlanamazdı. Bu yüzden bu tanrıçanın önemi çok büyüktü. Bu tanrıça
adına dünyanın dört bir yanında tapınaklar kurulur, onun tapınağına çeşitli
hediyeler bırakılırdı. Diğer tanrı ve tanrıçalar adına kurban armağan
edilirken, bu tanrıçaya bir adak sunulmazdı. Çünkü insanoğluna, yaşamının
devamını armağan eden tanrıçaydı bu. İnsanlar ona olan inançlarını hediyeler
sunarak gösteriyordu.
“Tam olarak ne kadar zaman önce büyükbaba?” diye
sordu genç adam. Merakı gözlerinden dışarıya fışkırırken.
“Çok uzun seneler önce. Henüz insanoğlu şimdiki gibi
gözükmeden önce.”
“Oooooo. O zaman baya uzun seneler önce olmalı,”
diye ekledi ve efsaneyi dinlemeye devam etti.
“O dünyada insanlar yaşamlarını devam ettirirken, yaşanan kötü olaylar
karşısında hemen tanrılara sığınırlardı. Sığındıkları tanrılardan birisi ise,
kahramanlık tanrısı Holundar’dı. O, inanılmaz vücudunun üzerine giydiği metal
zırhı, koca kalkanı ve devasa kılıcıyla figürize edilirdi. On kollu ve sekiz
bacaklı öfke tanrıçası Lokhana ve bakışlarıyla insanları eriten ejderha tanrı
Serith bu tanrılar arasında en bilinenleriydi. Eğer köyleri vahşi kurt sürüleri
basarsa, hemen bu tanrıların
tapınaklarına gidilir ve onlardan yardım dilenilirdi. O zamana
kadar tanrılar, insanlara hiç yardım
etmemezlik yapmamıştı. Çünkü insanlar, her yardım karşılığında tanrıların
tapınaklarına gidiyor ve onlara kurban veriyordu. Bu döngü binlerce yıldır
böyle devam etmişti.
O dünyada yaşayanlar, kötülük nedir bilmez ve hep dostça vakit
geçirirlerdi. Tanrıça Arkluh insan tohumunu yeryüzüne serptiğinden beri
insanlar birbirlerini hiç öldürmemişti. Henüz insan eli bir başka insanın kanını
dökmemişti. Buna sebep de yoktu zaten. Zorluklar tanrılar tarafından
hallediliyordu bu diyarlarda.
İnsanların korktuğu tek bir şey vardı. O da kara tanrı Gurr’du. Onun
adının bu dünyada anılması yasaklanmıştı. Efsaneye göre eğer Gurr’un adı
anılırsa, o zaman kara tanrı yeryüzüne iner ve kara kanını masum insanların
kanıyla karıştırırdı. Ama artık insanlar onun adını bile unutmuştu. Ne onun
adını hatırlayan vardı ne de kara
tanrının lanetli efsanesini.
Eski Dünya her zamanki güzel günlerinden birini yaşıyordu. Kızıl
gezegenin parlama vakti yine gelmişti. İyi ve dürüst insanlardan oluşan halk,
deniz kenarına inmeye başladı. Biliyorlardı ki
o gün, hasatın artacağı ve insanoğlunun yeryüzüne yayılacağı günlerden
biriydi. Aslında o gün, onlar için başka
bir şey daha ifade ediyordu. Bereket
tanrıçası yıllar önce bir köylüye gözükmüş ve ona kara bir tarihten
bahsetmişti. Tanrıça o tarihte aralarına bir karanlığın süzüleceğinden ve eğer
o karanlığı bulamazlarsa, kötü günlerin yaklaşacağından söz etmişti. Aslında o
günün korkulan bir gün olması
gerekiyordu; fakat köyden hiç kimse köylü Not’un dediğine inanmadı. Tanrıçanın en sevdiği
günün, yani hasat zamanının, kötü bir gün olacağına inanmak istemediler.
Köylünün söylediklerine aldırış etmediler. O günün sabahında, Not aynı şeyleri tekrarladığında,
onu dinlediler ama yine de önemsemediler. Köylü de en sonunda yıllar önce
gördüklerinin hayal olduğuna kendini
inandırdı ve bu konu onun için bile artık kapanmıştı.
Yine halk birbirine gülümseyerek işlerini yapmaya koyuldu. Denizciler
okyanusa açılıp, derinlerden gelen hediyeleri kabul etti, tarım işçileri de
kutsal topraklarını eşelemeye başladı. Yine kızıl gezegenin hediyeleri dolup
taşmaya başlamıştı. O yıl da hasat, geçen yıllar gibi muhteşem olmuştu. Gece
olduğunda, bütün köy halkı elde ettiği yiyecekleri hiç kendilerine saklamadan
köyün ortasına getirecek ve onları eşit olarak paylaşacaktı. Bu her sene böyle
yapılırdı. Tarım işçileri toplamayı bitirdiler ve köyün ortasına mallarını
yığdılar. Denizden gelecekler de bir bir gözükmeye başlamıştı. En sonunda bir
kişi haricinde tüm köylü buluşma yerine
geldi. şimdi herkes, o gelmeyen köylüyü bekliyordu. Aslında bu zaman hiç
şaşmazdı. Köylüler meraklanmaya başlıyorlardı. Akıllarına Not’un söylediği kara
haberler geliyordu. Köylüler geç kalanı beklerlerken, denizci son ağını da aldı
ve kıyıya doğru yelken açtı. Topladığı şeylere hiç bakmıyordu. Ne de olsa bütün
malı eşit olarak paylaşacaklardı. Ama birden gözü ağına takılan bir şeye
çarptı.Tüm kıpırdayan ve can çekişen balıkların arasında, ona doğru parlayan
farklı bir şey vardı. Bu, etrafı altın çerçevelenmiş bir resimdi. Bir yağlı
boya tabloydu. Adam hemen onu ağların arasından çıkardı ve eline aldı. “Ne
kadar da güzel,” diye içinden geçirdi. Tabloda bir adam vardı. Gölgesi çok
karanlıktı. Bu adam eskiden anlatılan birisine benziyordu. Bu daha çok kara
tanrı Gurr’a benziyordu. Adam bir anda ağzından o ismi dışarı bırakıvermişti.
Ama bundan habersizdi. Köylü birden,
resmin kendisine gelen bir hediye olduğunu ve
böyle bir güzelliği paylaşmaması gerektiğini düşündü. İşte o zaman gök
gürledi. Köylüler olacaklardan habersiz denizciyi beklerken, tablodan çıkan
eller denizciyi içine çekti. Denizci tablonun içine girerken, kara tanrı da
dışarı çıkı. Gemi kıyıya yaklaşırken, kara tanrı adamın şeklini almıştı bile.
Günler Eski Dünya’da hızla akarken, artık bir şeyler ters gitmeye
başlamıştı. İnsanlar birbirlerine eskisi kadar iyi davranmamaya ve topladıkları
ürünleri kendilerine saklamaya başlamışlardı. Bu, en kutsal günlerde bile böyle
oluyordu. İnsanların değişimine Not
şahit oluyordu. Ama diğerleri bunun farkında bile değildi. Not onlara
tanrıçanın alametinin gerçekleşmeye başladığından bahsediyor; ama yine de kimse
onu dinlemiyordu. Kara tanrının denizci kılığıyla yeryüzüne inmesinin üzerinden
tam dört sene geçmişti. Yine kutsal hasat günüydü. Ama artık işin kutsal olan
kısmını halk umursamaz olmuştu. Nedense köyün ortasına gelen mallar günden güne
azalıyor, ama insanlar git gide şişmanlıyordu. Yıllardır köyleri kahraman ve
savaşçı tanrılar tarafından kurtarılıyor; ama insanlar uzun zamandır onların
tapınaklarına gitmiyordu. Artık tapınaklar başka işler için kullanılıyordu.
Kutsal mekanlar neredeyse ahırlaştırılmıştı. Bu fikir de denizciden gelmişti
hiç şüphesiz.
Kutsal hasat günü sona ererken, insanlar artık evlerine dağılmıştı.
Denizin kıyısında sadece Not kalmıştı. Düşünceli bir tavırla ufka bakıyordu. O
sırada aniden karşısında bir şey belirdi. Bu bereket tanrıçası Arkluh’tu. Altın
saçları geceyi aydınlatıyordu.
“Bugün yok oluşunuz başlayacak. Bugün benim yas tutma zamanım gelecek.
İnsan ırkının yeryüzünden silinme zamanı yakın. Gece ilk yağmur damlası
dünyanıza süzülürken bekle. Bırak o suratına damlasın. O ben olacağım. O benim
gücüm olacak. O damla son şansınız olacak.” Ve tanrıça bunları söyledikten sonra
kayboldu. Not hayretle olanlara bakıyordu. Korkusu bir kat daha artmıştı. Uzun
bir süre orada ağladı sonra koşarak evine gitti. Köy sessizdi. Korkutucu bir
sessizlik hakimdi.
Tanrıça gökyüzündeki evine dönerken, daha önceden gördüğü şeyler
gerçekleşti. Diğer tanrılar insanların yaptığı ahlaksızlık sonucunda,
tanrıçanın insan tohumlarıyla dolu sepetini parçaladılar. İnsanların yaptığı
kötü şeylerden tanrıçanın sorumlu olduğunu söylediler. İnsanoğlunun sonu işte
böyle geldi ve o zamandan sonra Arkluh ağlamaya başladı. İlk damlası yeryüzüne
süzülürken, Not da onu bekliyordu. Böylece tanrıçanın gücünün bir kısmı ona
geçti. Ama tanrıça ağlamaya devam etti. Geceler ve günler boyunca. Günler ve
haftalar. Deniz yükselmeye başladı. Bütün bitkiler öldü. Toprak küçülmeye,
ağaçlar ölmeye başladı. Bütün insanlar çıldırmışçasına etrafta dolanıyordu. Tek
bir kişi ise onlara uzaktan gülüyordu. Denizci.
Artık su iyice yükseldiğinde, Not bütün köyü, civardaki en yüksek tepede
topladı. Orada konuşmaya başladı. Onlara insanoğlunun yok olacağından; ama
isteyenlerin yaşama olasılığının var olduğundan bahsetti. Not, tanrıçanın gücü
sayesinde isteyenleri yarı balık yarı insana dönüştürerek, Yeni Dünya’nın deniz
kızları ve deniz oğlanları yapacaktı. Buna ilk önce herkes karşı çıktı. Not,
tanrıların sinirinin geçene kadar bu şekilde yaşamalarının iyi olacağından, elbet tanrıların bir gün
kendilerini affedeceğinden bahsetti. Denizci ise, insanları hala tanrılar
aleyhine kışkırtıyordu. Günler boyu tartışmalar yaşandı. Tanrıçanın gözyaşları
dünyayı dolduruyor, şiddetli esen rüzgarlar ise büyük dalgalar yaratarak civar
köyleri yok ediyordu. En sonunda köyün yarısı denizciye, yarısı ise Not’a
inandı. Not’a inananlar yeni oluşan dünyada, deniz kızları ve oğlanları diye
anılmaya başladılar. Tanrılar onları asla affetmedi. Asla tekrar tam olarak
insan olamadılar. Sadece yüz yıllar sonra belli zamanlarda insan gibi
gözükebildiler. Diğerleri, yani denizciye inanalar ise, oluşan büyük kasırgalar
ve seller sonucunda öldü. Böylece kara tanrı yeni oluşan dünyanın efendisi
oldu. Sular çekildiğinde kendi insan ırkını yarattı ve yeni yarattığı kendine
has bu insanlar dünyada yaşamaya başladı. Yeni oluşan bu insan soyu deniz kızları ve oğlanlarını birer efsane
zannederek büyüdü.”
Öykü sona erdiğinde Onur, büyükbabasına bir süre meraklı gözlerle bakmayı
sürdürdü.
“Onlar gerçek mi yani büyükbaba? Onlar gerçekten varlar mı?” diye sordu merakla.
“Bir sonraki gelişimde genç adam, sana onlar hakkında daha çok şey
anlatacağım. Ama unutma, bu bir sır olarak aramızda kalmalı, yoksa eski
tanrıları sinirlendirebilir ve okyanusun hışmını üzerimizde bulabiliriz.” Sonra
yaşlı adam ayağa kalktı. Üzerine yapışan çimen ve toprak parçalarını
temizlemeye başladı. Onur ise oturduğu yerde hikayeyi düşünüyordu.
“Nasılsınız bakalım?” diye bir anda belirdi Sophia. Büyükbaba kadını selamladıktan sonra bir süre
onunla konuştu. Bu sırada Onur sanki aralarında değil gibiydi. Kadını
gördüğünde, eski üzüntüsü kendisini yenilese de büyükbabasının ona verdiği sır
içini mutlulukla sarıyordu.
“Bu sefer çok geç kalma. Geldiğinde bana anlatacak bir hikayen var,”
dedi. Sophia onları izliyordu ama ikilinin konuşmaları ona yabancıydı.
Büyükbaba, torununu emin ellere teslim ettikten sonra sahile doğru
yürümeye başladı. Dolunay gökyüzünde adamın attığı adımları dikkatle izliyordu.
Adam, üzerindeki yolculuk eşyalarını çıkardı ve onları her zaman gizlediği
kayalıkların arasına yerleştirdi. Gece o kayalıklarda kimse olmazdı. Adımlarını
denizin soğuk suyuna doğru atıp ayaklarını suya soktuğu an, derin bir nefes
aldı. Bir süre avuçlarına aldığı suyu vücudunda gezdirdi. Ayın şaşkın bakışları
altında adamın vücudundan dökülen sular parıldıyordu. Kum sanki onu daha
önceden tanırmışçasına ayaklarının çevresinde dolanıyor, ona hoş geldin
diyordu.
“Gece ve kutsal ışığın huzurunda sana sesleniyorum Arkluh. Senden evine
girmek için izin istiyorum. Ben Not. Senin gücünle yaşam bulan.” Adamın sesi
rüzgarın da yardımıyla kıyıda bir süre dolaştıktan sonra ağaçların arasına
girdi ve oradan başka diyarlara gitmek üzere kayboldu. Denizin tuzlu suları
adamı evine davet ediyordu. Onu adeta içeri çekiyordu. Not, Yeni Dünya’da
anılan ismiyle büyükbaba, kendini sulara bıraktı. Bir iki kulaç attıktan sonra
suya daldı ve gözden kayboldu. Not gözlerini tekrar açtığında Marmara
Denizi’nin kalbindeydi. Vücudu her saniye değişim içerisindeydi. İnsana özgü
bedeni gri-mavi pullarla kaplanırken, saçları derinliklerde kayboldu. Balıklar
ondan ilk başta kaçarken, yeni görüntüsüyle şimdi onun yakınında yüzmek için
yarışıyorlardı. Boğazın gizemli suları içinde bir deniz oğlanına dönüşen
büyükbaba, şimdi çok uzaklardaki krallığına doğru yola çıkmıştı. Bir süre sonra
yukarıdaki gürültülü vapurların sesini duymaz oldu. Vakit aktıkça denizin
içindeki insan pisliklerini görmez oldu. Zaman onu kucakladıkça, yukarıdaki
dünya ile tüm iletişimini kopardı ve denizin içinde denizin bir parçası oldu...
Öyküyü Word dökümanı olarak indirmek için tıklayınız.
Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi T�m haklar� sakl�d�r.