FRPWorld Kısa Öykü Yarışmasında Dördüncü Olan Öykümüzdür.
İkonia’da, bugünkü
dilde Konya’da, bir yaz sabahı. GüneÅŸ ışınlarını ÅŸehir üzerinde
yoğunlaştırırken, Mert şiddetli bir baş ağrısından ve hafif bir mide
bulantısından muzdarip uykulu bedenini yataktan kaldırmaya çalışıyordu. GiydiÄŸi
don dışında çıplak olan bedeni, belki göbeÄŸi belki de uyku sersemi ifadesinden,
estetik gözükmüyordu. Kafasını toplayıp ayaÄŸa kalkmayı baÅŸardı, dengesini
saÄŸlayıp banyoya doÄŸru yürüdü. Yürürken ayağına dün geceden kalma içi
boÅŸaltılmış cesetler çarptı: Arpa suyu, Kelt dilinde hayat suyu, likör...
Tuvalete girdiÄŸinde
burnuna kesif bir koku geliyor, muhtemelen bu da dün geceden kalma, ama bunu
hatırlamıyor işte...
Dün, uzun bir
geceydi. Dün eline iyi bir miktar para geçmiÅŸti ve eh, canı bir kutlama yapmak
istemiÅŸti. Evet, biraz abartmıştı ama dönen başı, zorladığı karaciÄŸeri ve kokan
bir tuvaletten baÅŸka bir soruna yol açmamıştı.
Tuvaleti
temizlemesi gerektiÄŸi aklına geldikçe bu fikir az önceki kadar parlak gözükmedi
gözüne.
Üstünde bornozuyla tuvaleti temizlemesi beÅŸ dakika, temiz
çamaşırlar giyip, kot ÅŸortunu giymesi de iki dakika falan sürmüÅŸtü ki, kapı
çaldı.
Siyah tiÅŸört mü,
hawaii gömlek mi giyeyim diye düÅŸünürken çalan kapı ÅŸaşırttı onu. Saate
bakacaktı, cep telefonunu bulamadı... Saat kullanmadığına küfrederek kapıya
koştu. Kapıda kimse yoktu, o zaman apartman girişindeydi gelen.
Diyafona bastı;
-Kim o?
-Benim.
Bu, oldukça komik
bir durumdu aslında.
-Sen kimsin?
-Parolayı unuttum.
Mert kim olduÄŸunu
anlamıştı, ama gelenin de parolayı söylemesi gerekiyordu.
-Aç lan iÅŸte kapıyı.
Kapıyı açan tuÅŸa
bastı. “ZAT” gibisinden bir ses duyuldu ardından. Ardından kapının kapanma
sesi... Ardından asansörün çaÄŸrılma sesi...
Bu sırada kafasını
toplayıp kırmızı hawaii gömleÄŸi giydi. Kıvırcık, asla taramadığı uzun saçlarını
kaşıyarak aynaya baktı.
Asansörün geldiÄŸini
gördüÄŸünde mutfaÄŸa geçti. Sonra asansörün
kapısının kapanma sesi geldi. Ardından dairenin kapısının sesi...
“Çay içer misin”
diye sordu gelene bakmadan. Kimin geldiğini biliyordu. Adı Ali Kemal idi, aynı
lisede okumuÅŸlardı, uzun boylu, üçgen yüzlü bir oÄŸlandı iÅŸte. Kendisi onun,
nasıl denir, bir tür menajeriydi iÅŸte..
Aslında aracı daha iyi bir kelime.
“Gömlek yakışmış...
Yeni mi?”
“Yok... Eski, ÅŸey
iÅŸinden sonra almıştım... Immm... Neydi?”
“Ankara’daki lahit
olayı... Hatırladım. Bu daireyi de oradaki parayla almıştın.”
“Kiraladım. Ne
yapayım lan Konya’da evi?”
Ali Kemal hızlı
adımlarla ocaÄŸa gitti, oradaki alevle sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekti.
“Bu sıcakta
pantolon mu giydin?”
“Az önce otobüsten
indim. Gece üÅŸüyorum.”
Sigaradan bir nefes
daha çekti. Açık mavi kotunun üstünde siyah – beyaz bir tiÅŸört giymiÅŸti.
TiÅŸörtün üstünde bir grubun adı vardı ama, Mert bu grupla ilgili hiçbir ÅŸey
bilmiyordu....
“Söylemeyi unuttum.
Buradan gitmemiz gerekiyor. Acil.”
Ali Kemal böyle
biriydi iÅŸte. Sakin, acelesiz..
“Neden?”
“Kılıcını çaldığın
KaramanoÄŸulları Beyi vardı ya..”
“Mehmet Bey... Ulan
bir de iÅŸi sen ayarladın ha!”
“Her ne haltsa
iÅŸte, Bulgaristan’daki torunlarından biri öÄŸrenmiÅŸ mevzuyu. PeÅŸinde. Adam
hakkında çok bilgim yok gerçi.”
KaramanoÄŸulları’nın
iskan politikasıyla OsmanoÄŸulları tarafından Balkanlara gönderilmesi, karşınıza
böyle egzotik rakipler çıkartabiliyor.
“Mert?”
Mert düÅŸüncelerden
sıyrılarak Ali Kemal’e baktı.
“Durum gerçekten
ciddi. Adam bayağı zorlayıcı birine benziyor.”
Mert daha
kurumamış olan saçları arasında dolaÅŸtırdı ellerini. Kafasında her ÅŸeyi sıraya
koymaya baÅŸladı. İki hafta önce İkonia’ya, Konya’ya gelmiÅŸti. Bir hafta
araÅŸtırmışlardı olayı. İki gün önce de Alâeddin Tepesi’ndeki Selçuklu
sarayından çıkardıkları kılıcı teslim etmiÅŸlerdi Ankara’daki “çok politik”
insana. Olay kapanmış sanmıştı. Demek ki...”
“En zayıf halka
sence kim Ali?”
Ali Kemal anlamaz
gözlerle baktı.
“Kim uçurmuÅŸ
olabilir haberi? BaÄŸlantıların çoÄŸunu sen yaptın?”
Ali Kemal
düÅŸünürken Mert’in aklına bir ÅŸarkı düÅŸtü. “Haber uçtu devlete de / BeÅŸ yıl
yattım hapiste... “
Daha sonra aklına bir fikir geldi.
“Bir nargile
kahvehanesi vardı hani. Neydi oranın adı?”
“Osmanlı...
Oradaki adamı mı diyorsun? S’ad?”
“Evet.”
“Sanmam.
KaramanoÄŸulları’nı sevmez. Hatta nefret eder. Osmanlı’ya baÄŸlı bir tip, beylik
yıkılmış olsa bile.”
“Gene de bakalım derim.”
“Sanmıyorum, ama
zaten geceyi beklemen gerekiyor. O değil de, ne gerek var şimdi en zayıf
halkayı bulmaya? Parayı aldık, topuklayalım iÅŸte?”
“Ne tür bir
beladayız onu öÄŸrenelim. İn midir cin midir; ölümlü müdür, deÄŸil midir?”
Mert ilginç bir
durum olduÄŸunu düÅŸündü, bu deyimi aslında mecaz anlamıyla kullanmasa da olurdu.
OsmanoÄŸulları’nın çökmüÅŸ ruhunun takipçileri ve onlardan hâla nefret eden
Karamanoğulları... Pek normal işler değil, evet.
“Mevlevihâne’deki
dede var bir de... O geldi aklıma...”
“Sevimli adamdı..
Adı neydi?”
Ali Kemal biraz
düÅŸündükten sonra “Hasan Dede” dedi. “Sevimli adam”.
“Sevimli mevimli,
bir uÄŸrayalım bakalım.”
Mert odasına
gitti, Ali Kemal de bu sırada demlenen çayın altını kıstı. Mert cep telefonunu
cebine aldı, parayı koyduÄŸu çekmeceyi sandığına kilitledi. Anahtarlarını aldı.
Etrafına biraz bakındıktan sonra metal bir rün ÅŸeklindeki kolyesini ve
altıpatlar (revolver) tabancasını da aldı.
Aynanın önünden
geçerken ÅŸortun biraz bol geldiÄŸini gördü, bir kemer
taktı beline.
Beraber çıktılar,
sandaletlerini giydi Mert. Giyerken, yazın sandalet giydiğinde ayağında oluşan
amele yanıklarını düÅŸündü.
Bir arkadaşı
ayağını bu haliyle zebraya benzetmişti.
Başı için aÄŸrı
kesici almadığını hatırladı kapıyı kilitlerken. Boş verdi, kapıyı kilitleyerek
Ali ile aşağı indi.
Yürüyerek gittiler
Mevlevihâne’ye. Ali, yolda bu peÅŸlerindeki adam hakkında bildiklerini anlattı.
Kendisi de tesadüf eseri öÄŸrenmiÅŸ, Ankara’da sanayideki bir “habercisi”
öldürülmüÅŸ. Biraz soruÅŸturunca, adamın kimin öldürdüÄŸünü öÄŸrenmiÅŸ Ali. Aceleyle
de gelmiÅŸ. DendiÄŸine göre, adam bir çeÅŸit mafya imiÅŸ. Vakti zamanında dedeleri
OsmanoÄŸulları tarafından sürülmüÅŸ.
Mert konuÅŸmadan
dinledi Ali Kemal’i. Aklına Laz İsmail geldi daha sonra. Kendisi bir tür “baba”
idi. Uzunca burnunun altındaki gri renkli pos bıyıkları, yaşının getirdiği
kırışıklıklar, heybetli yapısı... Kanser hastasıydı, akciğer kanseri.
Hizmetinden
faydalanmak için kendisini tutmuÅŸtu Laz. OÄŸlunun peÅŸinde olan bir iblis vardı.
OÄŸlan okumak için İstanbul’da imiÅŸ, oralarda bir yerlerde musibet olmuÅŸ.
Muhtemelen Laz İsmail ile olan bir musibeti yüzünden, artık ruhunu mu sattı,
kumar borcu vardı iblise ödemedi mi? Anlatmamıştı orasını... Tek istediÄŸi
vardı, iblisin oğlunun peşini bırakması.
İşin çözümlenmesi
çok da zor olmamıştı. OÄŸlanın atıldığı tımarhaneye girmiÅŸti. Doktorlar majör
depresyon ve ÅŸizofreni tanısı koymuÅŸlardı. Mert’in teÅŸhisi ise Balthazar,
Sinekler Lordu.
Hastanın odasına
girmiÅŸti. Uyutucu bir iÄŸne, birkaç büyü ve iblis çağırma numaraları (Burada en
zor iÅŸ bir hayvan bulmak oluyor. Pek çoÄŸu kedi tercih ediyor, çünkü öte ile
baÄŸları daha kuvvetli; ama kedilere karşı özel bir sempatiniz varsa köpek de
olur...)... Daha sonra... İblise asıl istediÄŸini vermiÅŸti. Laz İsmail’in sigara
tütünü. İsmail’in vücuduna, kabuÄŸuna bir bilet. Ruhunun fiÅŸi.
Balthazar gibi çok
kuvvetli bir iblise karşı kullanabileceÄŸi baÅŸka bir yöntem bilmiyordu...
Mevlevihâne’nin
bahçesi huzur vericiydi... Kırmızı güller her yanı donatmıştı... AhÅŸap iÅŸçiliÄŸi
ve mükemmel bir estetik ile yapılmış bir bina; kırmızı güller ve yeÅŸil
çimenlerden oluÅŸan bir deryanın ortasında... Bahçeye girdikleri anda konuÅŸmayı
kestiler. Etrafta bir kalabalık vardı... Büyük bir kalabalık. Havada matem
vardı. Tabut insanların omuzlarında cenaze arabasına doğru kaldırılırken, ikisi
de içeride kimin olduÄŸunu biliyordu.
Orada daha
fazla kalmak istemedi Mert. Ali Kemal de itiraz etmedi. Hasan Dede’nin
cenazesine katılmak daha doğru olurdu, ama cenazedeki katil profili
çizmek de istemiyorlardı. Mert’in ne peÅŸinde olduÄŸundan Dede’nin haberi
bile yoktu. Gene de, insan kendini sorumlu hissediyordu...
Kuşadası doğumlu
Mert’in pek de dini bütün yanı yoktu. Kendisi için halk dilinde cahilce ateist
bile denebilir (o panteist veya deist denmesini tercih eder o ayrı...).
Gariptir; kendisi türlü iblisler, efsunlar, mahlukatlar ile uÄŸraÅŸan bir garip..
ÅŸey olsa da (mesleÄŸine ad koyma gereÄŸi duymadı henüz), imanı ile arası o kadar
da iyi deÄŸildir. Belki de bu yüzden, Dede’nin ölümünü soÄŸukkanlılıkla
karşıladı... İçin kavuran bir suçluluk duygusu olmasa, çok daha huzurlu
olabilirdi.
Sessizce yürümeye
devam ettiler. Ali Kemal “bir ÅŸeyler yiyelim mi” diye sorunca kafasını sallayarak
onayladı.. BaÅŸ aÄŸrısı ÅŸiddetlenmiÅŸti, üstüne üstlük bir de mide bulantısı
başlamıştı.
Aklına ilacını bu
sabah içmediÄŸi geldi.
Kahvaltılık bir
ÅŸeyler yemek için bir kahveye girdiler. Mert direk tuvalete yöneldi. BoÅŸ
midesindeki hidroklorik asidi ve bir miktar pepsini boÅŸalttı... Çatlak bir
gülümseme ile fen lisesini bitirmiÅŸ olmanın bu tip avantajları olduÄŸunu
düÅŸündü. “Ne kustuÄŸunu bilirsin”.
Ağzını ve klozetin
kapağını sildikten sonra kabinden çıktı, lavabodaki aynaya baktı. İri bir
yapısı vardı. Adaleli sayılabilirdi. Bira göbeÄŸi sarkıyordu aÅŸağılardan. Esmer
teninde terinin parlaklığı vardı. Sol camının üst kısmı hafiften kırılmış mavi
bir gözlüÄŸü vardı, ince kenarlı alt camı havada duranlardan. Kıvırcık ve uzun
saçları korkunç gözüküyordu. ÅŸortu ve hawaii gömleÄŸi ile birleÅŸince yaklaşık
olarak bir “dünya turuna çıkmış yabani turist” görüntüsü çiziyordu.
Yüzünü yıkarken
kafasından son hızla akan düÅŸüncelerden biri
onu durdurdu. “Neden ben?” kafasını kaldırdığında sorusunu düzeltti, “Neden?”
KuÅŸadası’nda
doÄŸmuÅŸ, büyümüÅŸ, baÅŸarılı bir lise talebesi olarak İzmir Fen Lisesi’nde öÄŸrenim
görmüÅŸtü. Ankara’da üniversite kazanması onun için kast sisteminde sınıf
atlayabilmek kadar önemli olmuÅŸtu. Üniversite bittiÄŸinde, iyi kötü bir staja baÅŸladığından
sonra, bir yaz tatilinde İstanbul’daki sevgilisinden aldığı kolye ise onu
bambaşka bir sisteme taşımıştı.
Sevgilisi garipliÄŸi
sıradan olan biriydi. Siyah, korkutucu, vampirella gibi dolaşan hanım
kızlardandı. Metal müzik, sert vokal... İstiklal Caddesi ve Nevizade’ler,
Kemancı’lar için sıradan bir gariplik...
Bir ayrılık
hediyesiydi kolye. Ayrılma kararı Mert’in di. Kolyeyi almadan bir gün önce
söylemiÅŸti Mert bunu. Rün ÅŸeklinde, garip bir kolyeydi. Adi görünüÅŸlü bir ÅŸey.
ÅŸaka ile karışık, “İçimdeki efsunu sakladım buraya” demiÅŸti sevgilisi. “Sende
kalan anım bu olsun. Bendeki sen, bendeki ateÅŸ olsun” demiÅŸti. O gün çok...
sakin gelmiÅŸti gözüne sevgilisi. Belki hüzündendi, sakinliÄŸin nedenini bugün
bile tam bilemiyordu, ama bir teorisi vardı.
Ertesi gün, kolye
ile uyuduÄŸunda ilginç bir kabustan uyandı gecenin bir vakti. Rüyayı
hatırlamıyordu. Ama içinden bir dürtü onu dışarıya çağırıyordu. İstanbul’da
anneannesinin evinden çıktı, apartmanın altına indi. Uzun paltolu, uzun sakallı
bir tip.. Elleri boz renkli garip bir post ile kaplıydı. Yüzünde deÄŸiÅŸik ve
huzursuz edici bir uzama vardı. Sivri diÅŸleri ve keskin gözleri vardı. “Demek
yeni kiÅŸi sensin” diye hırlamıştı. O an tam anlamıyla sarhoÅŸ gibiydi. Ne
oluyor, ne bitiyor farkında değildi.
Kurt suratlı “ÅŸey”
ona bir paket uzattı. “Bunu Ege’ye götür. Denize at.Yunan’a hediyemiz olsun”
diye hırladı.
Mert paketi eline
aldığı andan itibaren uyuyamadı. Kabuslar ve türlü karabasanlar peÅŸini
bırakmadı. Kolyeyi çıkarsın, taksın deÄŸiÅŸmiyordu durum. Bu duruma bir hafta
dayanabildi. Paketi Ege denizine attı.. Sonrası, tam anlamıyla bir rahatlama...
Adeta uyuÅŸturucunun kana nüfuz ediÅŸi gibi rahatlatıcı....
Ve Mert,
sevgilisinin son gün kazığını bir güzel yemiÅŸ oldu. Bu garip kolyenin artık bir
önemi yoktu. Taşıması bile gerekmiyordu. Bir ÅŸekilde kolyenin içindeki efsun
boÅŸaltılmıştı Mert’in içine. Güzel bir kazık atmıştı sevgilisi ayrılık hediyesi
olarak.
Ve bu, bir nevi,
onun uyuÅŸturucusu olmuÅŸtu.
“Nerde kaldın
oÄŸlum?”
“H... Hiç.. İyiyim”
Ali Kemal üstüne
gitmedi Mert’in.. Mert masaya bir bakış attı.. Sucuklu yumurta söylemiÅŸ Ali
Kemal. Çay, ekmek.. Bunlar vardı masada..
“İyi seçim.”
“Ne sandın aÄŸam.”
İkisi de kurt gibi
acıkmıştı... Açlıklarını bastırana kadar bir süre konuÅŸmadılar. Daha sonra Ali
Kemal damdan düÅŸer gibi sordu boÄŸuk sesiyle “Sence beraber yaptığımız en iyi iÅŸ
neydi?
Belli ki bunu uzun
uzadıya düÅŸünmüÅŸtü kendisi tuvalette iken.
Mert bir süre
düÅŸündü.
“Bana göre mi yoksa
kurallara göre mi?”
“Nasıl yani?”
“Bana göre en iyisi
ruhunu BoÄŸaz vapuruna baÄŸladığımız amca idi...”
“Haa, ÅŸu ÅŸair...
Kibar bir beyefendi hani... Tamam... Kurallara göre?”
Mert olayı
kafasında daha canlı tutmak için biraz düÅŸündü.
“İshak PaÅŸa
Sarayı’nda, meleÄŸin birinden aldığımız görev... DüÅŸük rütbeli bir melek idi..
İran’dan bir tespih getirtmiÅŸti bize...”
“Komik... Cennetin
bizden istediÄŸi en büyük iÅŸ, bir tespih getirmek”
“Evet... Huzursuz
edici...”
“ÅŸu saray nerdeydi?
Van’da mı?”
“AÄŸrı. DoÄŸubeyazıt.”
“Belki de artık iÅŸ
alırken daha seçici olmalıyız Mert...”
Mert konuyu
deÄŸiÅŸtirdi;
“ÅŸu KaramanoÄŸlu
Konya’da demek...”
“Evet.. ÅŸimdiye
senin daireyi dağıtmıştır.”
“Dede’yi
öldürdüÄŸüne göre...”
“Abdestim var
benim, cenabet gitmeyeceÄŸim öte tarafa...”
İkisi de güldü...
Gülebilmeleri iyiye iÅŸaretti.
Üçüncü çaylarını
içtiklerinde karar vermiÅŸlerdi, S’ad ile görüÅŸeceklerdi. Gece çökmemiÅŸti ÅŸehre,
ama durum acildi. Bu plan da iÅŸe yaramazsa, en hızlı ÅŸekilde Ankara’ya, kılıcı
isteyen “çok politik” milletvekiline.
Kılıç kimde,
umurlarında bile deÄŸildi. Canlı kalmaları onlar için öncelikti.
Aslında, ilginçtir,
kılıcın hiçbir efsunlu yanı yoktu. Ama bu, efsunlanmayacağı anlamına
gelmiyordu. Kılıcın sembolü muhalefet, birlik olamama, dahası Selçuklu’nun
mirasçılığı bir efsun ile birleÅŸince daha da kuvvetlenecekti. Ve sembol güç
demekti.
Ama bu, ÅŸu anki
gündem deÄŸildi.
Yaklaşık bir saat
sonra Osmanlı’da idiler. Arka sokaklarda bir nargile kahvehanesi. İki sokak
ötesinden nerede olduÄŸu anlaşılabilir, kendine has kokusu ile bu mekan adeta bu
yerin kendisine ait olduÄŸunu ilan etmiÅŸtir.
Üç katlı, eski bir
halıcıydı burası aslında. Zengin bir tüccarın, muhtemelen. Daha sonra da bir
nargile kahvehanesi oluyor. Binanın iki katı ve zemini
haricinde bir de yer altındaki bölümü vardı. İlginç bir mimariydi, zemin
ile birinci kat arasında bir yan kat daha vardı, burada nargile parçaları satan
bir dükkan ve küçük bir ofis vardı. Üst katlar daha “piyasa” bir kısım olmasına
raÄŸmen eski müdavimler ve koyu sohbetçiler “aÅŸağı” olarak adlandırılan yer
altındaki mekanda olurdu.
ÖÄŸle vaktinin
sıcaklığından kaçan tiryakiler doldurmuÅŸtu mekanı. Kalabalık anlarından birini
yaşıyordu Osmanlı. Mert ile Ali Kemal içeri girdi. DoÄŸrudan aÅŸağıya indiler. AÅŸağının
dekorasyonu da üst kısımlara göre deÄŸiÅŸikti, rahat koltuklar, ahÅŸap kaplama ve
taş duvarlar... Eski Osmanlıyı yansıtan orijinal portreler... Mert neden
birinin üst katları tercih edeceÄŸine bir anlam veremedi.
Oturdular, garson
geldi. Tiryaki Ali Kemal bir bahreyn nargile söyledi. Mert elma çayı istedi,
tütün kullanmıyordu. Bir süre sessizce oturup beklediler. Dışarıdaki aydınlık
burayı hiç etkilemiyordu, rahatlatıcı bir loÅŸluk vardı içeride. YoÄŸunlaÅŸmış
denebilecek nargile dumanları ise ortalıkta elementaller gibi dolaşıyordu.
Elemental deyince,
aklına S’ad geldi.
Önce elma çayı
geldi, sonra nargile. Nargile geldiÄŸinde Ali Kemal “S’ad ile görüÅŸmemiz lazım”
dedi. Garson ÅŸaşırdı, biraz durakladı. “Müsait deÄŸil” dedi. Ali Kemal Arapça
birÅŸeyler söyledi. Mert anlamadı. Ama Mert, garsonun da bir ÅŸey anlamadığını
fark etti. Garson eliyle “bir dakika” yapıp
gözden kayboldu. Mert sessizce kutladı Ali Kemal’i.
“Ne dedin ona?”
Ali Kemal sırıttı
“Küfrettim.”
Daha yaşlı bir
garson geldi masalarına, “Mevzu nedir?” diye sordu.
“Çok önemli.” dedi
Ali Kemal. “bakın, ÅŸu an hiç uygun bir vakit deÄŸil, biliyoruz, ama gerçekten
ama gerçekten acelemiz var. İnanın S’ad efendiyi böyle acelece...”
Ali Kemal sözünü
bitirmeden garson uzaklaştı. Mert başını salladı, umut var mı diye, Ali Kemal
“bilmiyorum” dercesine dudak büktü, omuzlarını kaldırdı.
Yaklaşık yarım
saat sıkıntıyla beklediler, bu sırada Ali Kemal nargilesini içti, Mert ise çayını çoktan bitirmiÅŸti,
ikincisini söylemedi. Daha sonra, Ali Kemal’in lafını kesen garson içeri girdi,
“gelin” dedi.
Üçü zemin kat ile
birinci kat arasındaki yan kata çıktılar. Garson kapıyı çaldı. Kapıyı kısa
boylu, siyah gömlek giyen biri açtı. Kaslı bir tipti, saçları hafiften
dökülmüÅŸtü.. Kızıl sakallarını çenesinin kenarlarında uzatmıştı. Sert
bakışlarla Ali Kemal ile Mert’i içeri aldı. Garson içeri girmedi. Mert ile Ali
Kemal içeri girdiklerinde arkalarından kapı kapandı. Kapının kapanması ile
penceresiz oda karanlığa boğuldu. Mert panikle elini silahına attı, Ali Kemal
huzursuz oldu ama Mert’inkine benzer bir tepki göstermedi. Daha sonra, bir
kibrit yandı, o kibrit de bir gaz lambasını
yaktı.
Lamba etrafı
aydınlatınca ortalık gözüktü, yerde ve duvarda renk renk halılar asılıydı.
Genelde kırmızı ve kahverengi tonun ağırlıkta olduğu halıların hepsinde mutlaka
buz mavisi ve beyaz renkler de vardı. Yerlere büyük minderler ve yastıklar
serilmiÅŸti. Kapıya uzak uçta, karşılarında S’ad oturuyordu. Kısa boylu,
ÅŸiÅŸmanca biriydi. Kemik beyazı bir cildi vardı. Gözleri çakmak çakmak bakıyordu
gelenlere, büyük bir öfke ile. Bir elinde oltu taşından tespihi vardı, diÄŸer
eliyle de az önce hazırlandığı belli olan nargilesine köz koyuyordu. Gri kumaÅŸ
bir pantolon, mavi çizgili bir gömlek giyiyordu. Siyah bir hırka vardı üstünde
de. Gayet mütevazi kıyafetlerinin aksine parmağında büyük bir ÅŸövalye yüzüÄŸü
vardı. YüzüÄŸü görmesine gerek yoktu Mert’in, ne olduÄŸunu biliyordu az çok,
İskenderiye Kütüphanesi’nde okumuÅŸtu bir ÅŸeyler. Üstünde Babil’in mitolojik
varlıklarından Mushushsu’nun
sembolü bir çeÅŸit yılan ejderha vardı, kare ÅŸeklindeki yüzüÄŸün dört köÅŸesinde
ise elementlerin sembolleri vardı. Bundan ötesi biraz muÄŸlaktı, çünkü yüzüÄŸe
sahip olanlar uzun çaÄŸlardan beri farklı kollara ayrıldığı için yüzükler farklılıklar
gösteriyordu; zira herkes kendi yolunun sembollerini kazımıştı yüzüÄŸüne.
S’ad nargilenin kan kırmızı sipsisinden
dumanı çekti, yaklaşık bir dakika sonra ise dumanı üfledi. Bir ejderin alev
kusması gibi çıkıyordu duman aÄŸzından. Duman, odayı kapladı, S’ad daha sakin
gözüküyordu.
Mert’in anlamadığı dilden bir ÅŸeyler
söyledi, Ali Kemal de anlamamıştı muhtemelen. Arkalarındaki kısa boylu adam
kafasını salladı ve ellerini göÄŸsünde kavuÅŸturdu. S’ad genizden gelen boÄŸuk
bir sesle “İyi bir vakit deÄŸil” dedi.
Ali Kemal Arapça bir ÅŸeyler söyleyecekken S’ad elini kaldırdı, bu sırada bir nefes çekti nargileden.
Üfledi, ardından “Kibarlığa gerek yok” dedi derin sesiyle.
Mert ilk geldiklerinde buraya girebilmelerine ÅŸaşırmıştı. S’ad’e bir hizmet
sundukları için kabul görmüÅŸlerdi, ya deÄŸilse bu kadar büyük bir varlığın
önünde durabilmek için gerçekten önemli olmak gerekir. Mevzularını çok
“çocukça” bulursa diye bir korku düÅŸtü içine.
İkilinin suskunluÄŸundan rahatsız oldu S’ad.
“Bir Babil Muhafızını uyandırdıktan sonra
böyle susacak mısınız?”
Mert içinden homurdandı. Bazı vampirler
böyleydi iÅŸte, özel durumlarını baÅŸka durumlara baÄŸlıyorlar.
“Bir çayını içelim diye gelmiÅŸtik”
Ali Kemal Mert’e baktı, Mert az önce nasıl
bir motivasyon ile bunu söylediÄŸine inanamadı ve yüzünü utançla aÅŸağıya
indirdi.
S’ad bir an durdu, gülümsedi sonra da
kahkahalarla güldü.
“Seni sevdim Mert... Arkadaşın gibi sadece
iÅŸ düÅŸünmüyorsun. ÅŸimdi, olay nedir? Yoksa gerçekten yorgun ve sinirliyim,
muhabbet için iyi bir anım deÄŸil.”
“KaramanoÄŸlu Mehmet Bey’in kılıcı konusunda
gelmiÅŸtik.. Sizden, ÅŸey yardım istiyoruz.” dedi Ali Kemal.
Asık suratlı, kızıl sakallı adam S’ad’ın
nargilesinin közünü deÄŸiÅŸtirirken S’ad sorgulayıcı bir ifade ile kaşını
kaldırdı.
Mert panik ile;
“Ehm, torunlarından biri peÅŸimizde efendim.
Yani, kılıcın kendisine geçmesini istiyor, bir ÅŸekilde bizim araÅŸtırmamızı
öÄŸrenmiÅŸ. Ve, ÅŸey..”
Ali Kemal lafa girdi:
“Ve KaramanoÄŸulları’nı yeniden diriltmek
istiyor. Muhtemelen Osmanlı’nın reddedildiÄŸi bir zamanda KaramanoÄŸulları gücünü
kazanırsa onlar bu... ÇekiÅŸmeyi kazanacak.”
S’ad sessizce dinledi.
Ali Kemal ile Mert sustu.
S’ad “Eeee?” dedi.
İkisi panik oldu.
“Biz düÅŸünmüÅŸtük ki, siz Osmanlı’nın...”
Evet, ÅŸu anki durumları öÄŸretmenler odasına
giren iki öÄŸrencinin kötü arkadaÅŸlarını ÅŸikayet etmesi gibi bir ÅŸey deÄŸildi...
ÅŸu anki durum... ÅŸey, bir yarı-ölümsüzün odasına girip ne olduÄŸu bilinmeyen
garip bir mafya babasını şikayet etmek gibi bir şeydi... Başka bir şeye
benzemesi mümkün deÄŸildi.
S’ad de, bu yüzden belki, öfke ile bağırdı
gürleyen sesiyle:
“YIKILMIÅŸ BABİL’İN KUDRETLİ BÜYÜCÜLERİNDEN,
ELEMENTİN GÜÇLERİNİ ELİNDE TUTAN, KAN İÇMEKLE VE GÜNÜ GÖRMEMEKLE LANETLENEN,
SODOM VE GOMORE’UN YIKILIÅŸINA TANIK OLAN, BAÄŸDAT ALİMLERİNİN ÖNÜNDE EğİLDİğİ,
MUHAMMED’İN YOLUNDAN GİDEN S’AD’İN, KOKUÅŸMUÅŸ, YIKILMIÅŸ VE APTAL AİLENİZİ
DESTEKLEYECEğİNİ Mİ SANIYORSUNUZ?”
“Bir an ümit etmiÅŸtik” diye düÅŸündü Mert.
S’ad kıpkızıl olmuÅŸ gözleri ile ikisini
süzdü.
“Sizin gibi cahil ve saygısız iki genci
harcamak istemiyorum. Bu yüzden...”
Kızıl sakallı elinde garip bir neşter ile
yaklaÅŸtı, boÅŸtaki eliyle Mert’in kolunu bir mengene gibi sardı.
“...küçük bir söz vereceksiniz, bir iÅŸ
anlaÅŸması daha. Ücretiniz, merhametim. Ödemeyi ÅŸimdiden yapıyorum. AnlaÅŸtık mı?
Adem?”
Kızıl sakallı (belli ki adı Adem’miÅŸ)
Mert’in kolunu S’ad daha konuÅŸurken garip neÅŸterle kesmiÅŸti, ismi söylendiÄŸinde
Ali Kemal’in kolu kesildi. İkisinden de biraz kan alıp iki ayrı tüpe koydu.
Mert ile Ali Kemal boÅŸ boÅŸ bakınıyorlardı korku ile. Mert’in bir eli silahında
idi, ama kıpırdatamıyordu elini.
“AnlaÅŸtık öyleyse. Kanpaktı imzalandı.
ÅŸimdi. İkinci bir anlaÅŸma. İsteÄŸiniz neydi?”
S’ad sorusundan sonra korku nedeniyle
oluÅŸan sessizliÄŸi bozmadı. Bir süre bekledi. İkili sakinleÅŸmeye baÅŸlayınca Ali
Kemal “Koruma...” dedi.
S’ad fare ile oynayan kedi gibiydi. TıraÅŸlı
yüzünü okÅŸadı, “peki karşılığında ne alıyorum?”
Mert ile Ali Kemal
birbirlerine baktı. Akıllarına bir şey gelmiyordu.
S’ad daha fazla
oyun oynamak istemiyordu, eÄŸlenmiÅŸ bir ifadeyle “bu da benden olsun o zaman”
dedi. İkili, biraz daha rahatlamış bir halde oturdukları
yastıklar üzerinde kıpırdandılar. Mert acıyan kolunu tuttu, Ali Kemal ise büyük
bir dikkatle S’ad’i izliyordu.
S’ad Adem’e bir
ÅŸeyler söyledi, gene anlamadıkları bir dilde. Adem kapıyı açtı, kapının diÄŸer
tarafındaki birinden siyah bir kese aldı. Büyük siyah kesenin alt kısmında koyu
bir leke vardı.
Adem keseyi Mert
ile Ali Kemal’in ortasına attı. Kesenin sarı bir kuÅŸağı vardı. S’ad başıyla
“hadi” dercesine iÅŸaret verdi. Mert sarı kuÅŸağın düÄŸümünü açtı. Karanlıkta
belli olmuyordu içinde ne olduÄŸu, elini içeri attı. Sert ve ıslak bir ÅŸeye
geldi eli, biraz tüylü bir ÅŸeydi. Tüylerinden tutup yukarı kaldırdı.
Siyah saçlı, teni
kireç rengi bir insan kafası çıktı içinden. Mert panikle elinden düÅŸürdü
kafayı, Ali Kemal ÅŸaÅŸkınlık ile baktı S’ad’e.
S’ad gülümsedi,
“Tanışın. KaramanoÄŸullarından Süleyman bey.”
Yerde yuvarlanan
kafa halıyı kan ile kirletti... Mert ve Ali Kemal kafayı süzdüler bir süre.
“Hasan Dede’yi
severdim. Dün gece öÄŸrendim kaybını. Ve, gerekeni yaptık.”
Mert derin bir
nefes aldı. Kendi kanı ile kirlenmiÅŸ eliyle kafayı halının üstünden aldı,
keseye geri koydu.
S’ad’e
sinirlenmiÅŸti. Kim bilir ne bela bir göreve gönderecekti onları, ve
karşılığında teknik olarak hiçbir ÅŸey vermeyecekti... O yüzden, korkacak bir
ÅŸeyi olmadan cümlesine baÅŸladı.
“S’ad...
SöylemediÄŸin bir ÅŸey var...”
“Evet.Yavuz Sultan
Selim hilafet yolunda bir günahı uyandırdı, beni. SonsuzluÄŸa gömülmüÅŸtüm, o
çekti çıkardı beni o halimden. Ama, beni hanedanlığını koruma görevine baÄŸladı.
Yani, evet, ben yıkılmış bir aileyi ÅŸimdi bile desteklemek zorundayım.”
Mert biraz daha
tatmin olmuÅŸ, ama sinirli bir ruh hali ile kanayan kolunu tutmaya devam etti.
“Bu bilgi de”
dedi S’ad, “Kanpaktı’nın ödemesi olsun o halde.”
Öyküyü word belgesi olarak indirmek içn tıklayınız.
Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi Tüm haklarý saklýdýr.