FRPWorld Kısa Öykü Yarışmasında Dördüncü Olan Öykümüzdür.
İkonia’da, bugünkü
dilde Konya’da, bir yaz sabahı. Güneş ışınlarını şehir üzerinde
yoğunlaştırırken, Mert şiddetli bir baş ağrısından ve hafif bir mide
bulantısından muzdarip uykulu bedenini yataktan kaldırmaya çalışıyordu. Giydiği
don dışında çıplak olan bedeni, belki göbeği belki de uyku sersemi ifadesinden,
estetik gözükmüyordu. Kafasını toplayıp ayağa kalkmayı başardı, dengesini
sağlayıp banyoya doğru yürüdü. Yürürken ayağına dün geceden kalma içi
boşaltılmış cesetler çarptı: Arpa suyu, Kelt dilinde hayat suyu, likör...
Tuvalete girdiğinde
burnuna kesif bir koku geliyor, muhtemelen bu da dün geceden kalma, ama bunu
hatırlamıyor işte...
Dün, uzun bir
geceydi. Dün eline iyi bir miktar para geçmişti ve eh, canı bir kutlama yapmak
istemişti. Evet, biraz abartmıştı ama dönen başı, zorladığı karaciğeri ve kokan
bir tuvaletten başka bir soruna yol açmamıştı.
Tuvaleti
temizlemesi gerektiği aklına geldikçe bu fikir az önceki kadar parlak gözükmedi
gözüne.
Üstünde bornozuyla tuvaleti temizlemesi beş dakika, temiz
çamaşırlar giyip, kot şortunu giymesi de iki dakika falan sürmüştü ki, kapı
çaldı.
Siyah tişört mü,
hawaii gömlek mi giyeyim diye düşünürken çalan kapı şaşırttı onu. Saate
bakacaktı, cep telefonunu bulamadı... Saat kullanmadığına küfrederek kapıya
koştu. Kapıda kimse yoktu, o zaman apartman girişindeydi gelen.
Diyafona bastı;
-Kim o?
-Benim.
Bu, oldukça komik
bir durumdu aslında.
-Sen kimsin?
-Parolayı unuttum.
Mert kim olduğunu
anlamıştı, ama gelenin de parolayı söylemesi gerekiyordu.
-Aç lan işte kapıyı.
Kapıyı açan tuşa
bastı. “ZAT” gibisinden bir ses duyuldu ardından. Ardından kapının kapanma
sesi... Ardından asansörün çağrılma sesi...
Bu sırada kafasını
toplayıp kırmızı hawaii gömleği giydi. Kıvırcık, asla taramadığı uzun saçlarını
kaşıyarak aynaya baktı.
Asansörün geldiğini
gördüğünde mutfağa geçti. Sonra asansörün
kapısının kapanma sesi geldi. Ardından dairenin kapısının sesi...
“Çay içer misin”
diye sordu gelene bakmadan. Kimin geldiğini biliyordu. Adı Ali Kemal idi, aynı
lisede okumuşlardı, uzun boylu, üçgen yüzlü bir oğlandı işte. Kendisi onun,
nasıl denir, bir tür menajeriydi işte..
Aslında aracı daha iyi bir kelime.
“Gömlek yakışmış...
Yeni mi?”
“Yok... Eski, şey
işinden sonra almıştım... Immm... Neydi?”
“Ankara’daki lahit
olayı... Hatırladım. Bu daireyi de oradaki parayla almıştın.”
“Kiraladım. Ne
yapayım lan Konya’da evi?”
Ali Kemal hızlı
adımlarla ocağa gitti, oradaki alevle sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekti.
“Bu sıcakta
pantolon mu giydin?”
“Az önce otobüsten
indim. Gece üşüyorum.”
Sigaradan bir nefes
daha çekti. Açık mavi kotunun üstünde siyah – beyaz bir tişört giymişti.
Tişörtün üstünde bir grubun adı vardı ama, Mert bu grupla ilgili hiçbir şey
bilmiyordu....
“Söylemeyi unuttum.
Buradan gitmemiz gerekiyor. Acil.”
Ali Kemal böyle
biriydi işte. Sakin, acelesiz..
“Neden?”
“Kılıcını çaldığın
Karamanoğulları Beyi vardı ya..”
“Mehmet Bey... Ulan
bir de işi sen ayarladın ha!”
“Her ne haltsa
işte, Bulgaristan’daki torunlarından biri öğrenmiş mevzuyu. Peşinde. Adam
hakkında çok bilgim yok gerçi.”
Karamanoğulları’nın
iskan politikasıyla Osmanoğulları tarafından Balkanlara gönderilmesi, karşınıza
böyle egzotik rakipler çıkartabiliyor.
“Mert?”
Mert düşüncelerden
sıyrılarak Ali Kemal’e baktı.
“Durum gerçekten
ciddi. Adam bayağı zorlayıcı birine benziyor.”
Mert daha
kurumamış olan saçları arasında dolaştırdı ellerini. Kafasında her şeyi sıraya
koymaya başladı. İki hafta önce İkonia’ya, Konya’ya gelmişti. Bir hafta
araştırmışlardı olayı. İki gün önce de Alâeddin Tepesi’ndeki Selçuklu
sarayından çıkardıkları kılıcı teslim etmişlerdi Ankara’daki “çok politik”
insana. Olay kapanmış sanmıştı. Demek ki...”
“En zayıf halka
sence kim Ali?”
Ali Kemal anlamaz
gözlerle baktı.
“Kim uçurmuş
olabilir haberi? Bağlantıların çoğunu sen yaptın?”
Ali Kemal
düşünürken Mert’in aklına bir şarkı düştü. “Haber uçtu devlete de / Beş yıl
yattım hapiste... “
Daha sonra aklına bir fikir geldi.
“Bir nargile
kahvehanesi vardı hani. Neydi oranın adı?”
“Osmanlı...
Oradaki adamı mı diyorsun? S’ad?”
“Evet.”
“Sanmam.
Karamanoğulları’nı sevmez. Hatta nefret eder. Osmanlı’ya bağlı bir tip, beylik
yıkılmış olsa bile.”
“Gene de bakalım derim.”
“Sanmıyorum, ama
zaten geceyi beklemen gerekiyor. O değil de, ne gerek var şimdi en zayıf
halkayı bulmaya? Parayı aldık, topuklayalım işte?”
“Ne tür bir
beladayız onu öğrenelim. İn midir cin midir; ölümlü müdür, değil midir?”
Mert ilginç bir
durum olduğunu düşündü, bu deyimi aslında mecaz anlamıyla kullanmasa da olurdu.
Osmanoğulları’nın çökmüş ruhunun takipçileri ve onlardan hâla nefret eden
Karamanoğulları... Pek normal işler değil, evet.
“Mevlevihâne’deki
dede var bir de... O geldi aklıma...”
“Sevimli adamdı..
Adı neydi?”
Ali Kemal biraz
düşündükten sonra “Hasan Dede” dedi. “Sevimli adam”.
“Sevimli mevimli,
bir uğrayalım bakalım.”
Mert odasına
gitti, Ali Kemal de bu sırada demlenen çayın altını kıstı. Mert cep telefonunu
cebine aldı, parayı koyduğu çekmeceyi sandığına kilitledi. Anahtarlarını aldı.
Etrafına biraz bakındıktan sonra metal bir rün şeklindeki kolyesini ve
altıpatlar (revolver) tabancasını da aldı.
Aynanın önünden
geçerken şortun biraz bol geldiğini gördü, bir kemer
taktı beline.
Beraber çıktılar,
sandaletlerini giydi Mert. Giyerken, yazın sandalet giydiğinde ayağında oluşan
amele yanıklarını düşündü.
Bir arkadaşı
ayağını bu haliyle zebraya benzetmişti.
Başı için ağrı
kesici almadığını hatırladı kapıyı kilitlerken. Boş verdi, kapıyı kilitleyerek
Ali ile aşağı indi.
Yürüyerek gittiler
Mevlevihâne’ye. Ali, yolda bu peşlerindeki adam hakkında bildiklerini anlattı.
Kendisi de tesadüf eseri öğrenmiş, Ankara’da sanayideki bir “habercisi”
öldürülmüş. Biraz soruşturunca, adamın kimin öldürdüğünü öğrenmiş Ali. Aceleyle
de gelmiş. Dendiğine göre, adam bir çeşit mafya imiş. Vakti zamanında dedeleri
Osmanoğulları tarafından sürülmüş.
Mert konuşmadan
dinledi Ali Kemal’i. Aklına Laz İsmail geldi daha sonra. Kendisi bir tür “baba”
idi. Uzunca burnunun altındaki gri renkli pos bıyıkları, yaşının getirdiği
kırışıklıklar, heybetli yapısı... Kanser hastasıydı, akciğer kanseri.
Hizmetinden
faydalanmak için kendisini tutmuştu Laz. Oğlunun peşinde olan bir iblis vardı.
Oğlan okumak için İstanbul’da imiş, oralarda bir yerlerde musibet olmuş.
Muhtemelen Laz İsmail ile olan bir musibeti yüzünden, artık ruhunu mu sattı,
kumar borcu vardı iblise ödemedi mi? Anlatmamıştı orasını... Tek istediği
vardı, iblisin oğlunun peşini bırakması.
İşin çözümlenmesi
çok da zor olmamıştı. Oğlanın atıldığı tımarhaneye girmişti. Doktorlar majör
depresyon ve şizofreni tanısı koymuşlardı. Mert’in teşhisi ise Balthazar,
Sinekler Lordu.
Hastanın odasına
girmişti. Uyutucu bir iğne, birkaç büyü ve iblis çağırma numaraları (Burada en
zor iş bir hayvan bulmak oluyor. Pek çoğu kedi tercih ediyor, çünkü öte ile
bağları daha kuvvetli; ama kedilere karşı özel bir sempatiniz varsa köpek de
olur...)... Daha sonra... İblise asıl istediğini vermişti. Laz İsmail’in sigara
tütünü. İsmail’in vücuduna, kabuğuna bir bilet. Ruhunun fişi.
Balthazar gibi çok
kuvvetli bir iblise karşı kullanabileceği başka bir yöntem bilmiyordu...
Mevlevihâne’nin
bahçesi huzur vericiydi... Kırmızı güller her yanı donatmıştı... Ahşap işçiliği
ve mükemmel bir estetik ile yapılmış bir bina; kırmızı güller ve yeşil
çimenlerden oluşan bir deryanın ortasında... Bahçeye girdikleri anda konuşmayı
kestiler. Etrafta bir kalabalık vardı... Büyük bir kalabalık. Havada matem
vardı. Tabut insanların omuzlarında cenaze arabasına doğru kaldırılırken, ikisi
de içeride kimin olduğunu biliyordu.
Orada daha
fazla kalmak istemedi Mert. Ali Kemal de itiraz etmedi. Hasan Dede’nin
cenazesine katılmak daha doğru olurdu, ama cenazedeki katil profili
çizmek de istemiyorlardı. Mert’in ne peşinde olduğundan Dede’nin haberi
bile yoktu. Gene de, insan kendini sorumlu hissediyordu...
Kuşadası doğumlu
Mert’in pek de dini bütün yanı yoktu. Kendisi için halk dilinde cahilce ateist
bile denebilir (o panteist veya deist denmesini tercih eder o ayrı...).
Gariptir; kendisi türlü iblisler, efsunlar, mahlukatlar ile uğraşan bir garip..
şey olsa da (mesleğine ad koyma gereği duymadı henüz), imanı ile arası o kadar
da iyi değildir. Belki de bu yüzden, Dede’nin ölümünü soğukkanlılıkla
karşıladı... İçin kavuran bir suçluluk duygusu olmasa, çok daha huzurlu
olabilirdi.
Sessizce yürümeye
devam ettiler. Ali Kemal “bir şeyler yiyelim mi” diye sorunca kafasını sallayarak
onayladı.. Baş ağrısı şiddetlenmişti, üstüne üstlük bir de mide bulantısı
başlamıştı.
Aklına ilacını bu
sabah içmediği geldi.
Kahvaltılık bir
şeyler yemek için bir kahveye girdiler. Mert direk tuvalete yöneldi. Boş
midesindeki hidroklorik asidi ve bir miktar pepsini boşalttı... Çatlak bir
gülümseme ile fen lisesini bitirmiş olmanın bu tip avantajları olduğunu
düşündü. “Ne kustuğunu bilirsin”.
Ağzını ve klozetin
kapağını sildikten sonra kabinden çıktı, lavabodaki aynaya baktı. İri bir
yapısı vardı. Adaleli sayılabilirdi. Bira göbeği sarkıyordu aşağılardan. Esmer
teninde terinin parlaklığı vardı. Sol camının üst kısmı hafiften kırılmış mavi
bir gözlüğü vardı, ince kenarlı alt camı havada duranlardan. Kıvırcık ve uzun
saçları korkunç gözüküyordu. şortu ve hawaii gömleği ile birleşince yaklaşık
olarak bir “dünya turuna çıkmış yabani turist” görüntüsü çiziyordu.
Yüzünü yıkarken
kafasından son hızla akan düşüncelerden biri
onu durdurdu. “Neden ben?” kafasını kaldırdığında sorusunu düzeltti, “Neden?”
Kuşadası’nda
doğmuş, büyümüş, başarılı bir lise talebesi olarak İzmir Fen Lisesi’nde öğrenim
görmüştü. Ankara’da üniversite kazanması onun için kast sisteminde sınıf
atlayabilmek kadar önemli olmuştu. Üniversite bittiğinde, iyi kötü bir staja başladığından
sonra, bir yaz tatilinde İstanbul’daki sevgilisinden aldığı kolye ise onu
bambaşka bir sisteme taşımıştı.
Sevgilisi garipliği
sıradan olan biriydi. Siyah, korkutucu, vampirella gibi dolaşan hanım
kızlardandı. Metal müzik, sert vokal... İstiklal Caddesi ve Nevizade’ler,
Kemancı’lar için sıradan bir gariplik...
Bir ayrılık
hediyesiydi kolye. Ayrılma kararı Mert’in di. Kolyeyi almadan bir gün önce
söylemişti Mert bunu. Rün şeklinde, garip bir kolyeydi. Adi görünüşlü bir şey.
şaka ile karışık, “İçimdeki efsunu sakladım buraya” demişti sevgilisi. “Sende
kalan anım bu olsun. Bendeki sen, bendeki ateş olsun” demişti. O gün çok...
sakin gelmişti gözüne sevgilisi. Belki hüzündendi, sakinliğin nedenini bugün
bile tam bilemiyordu, ama bir teorisi vardı.
Ertesi gün, kolye
ile uyuduğunda ilginç bir kabustan uyandı gecenin bir vakti. Rüyayı
hatırlamıyordu. Ama içinden bir dürtü onu dışarıya çağırıyordu. İstanbul’da
anneannesinin evinden çıktı, apartmanın altına indi. Uzun paltolu, uzun sakallı
bir tip.. Elleri boz renkli garip bir post ile kaplıydı. Yüzünde değişik ve
huzursuz edici bir uzama vardı. Sivri dişleri ve keskin gözleri vardı. “Demek
yeni kişi sensin” diye hırlamıştı. O an tam anlamıyla sarhoş gibiydi. Ne
oluyor, ne bitiyor farkında değildi.
Kurt suratlı “şey”
ona bir paket uzattı. “Bunu Ege’ye götür. Denize at.Yunan’a hediyemiz olsun”
diye hırladı.
Mert paketi eline
aldığı andan itibaren uyuyamadı. Kabuslar ve türlü karabasanlar peşini
bırakmadı. Kolyeyi çıkarsın, taksın değişmiyordu durum. Bu duruma bir hafta
dayanabildi. Paketi Ege denizine attı.. Sonrası, tam anlamıyla bir rahatlama...
Adeta uyuşturucunun kana nüfuz edişi gibi rahatlatıcı....
Ve Mert,
sevgilisinin son gün kazığını bir güzel yemiş oldu. Bu garip kolyenin artık bir
önemi yoktu. Taşıması bile gerekmiyordu. Bir şekilde kolyenin içindeki efsun
boşaltılmıştı Mert’in içine. Güzel bir kazık atmıştı sevgilisi ayrılık hediyesi
olarak.
Ve bu, bir nevi,
onun uyuşturucusu olmuştu.
“Nerde kaldın
oğlum?”
“H... Hiç.. İyiyim”
Ali Kemal üstüne
gitmedi Mert’in.. Mert masaya bir bakış attı.. Sucuklu yumurta söylemiş Ali
Kemal. Çay, ekmek.. Bunlar vardı masada..
“İyi seçim.”
“Ne sandın ağam.”
İkisi de kurt gibi
acıkmıştı... Açlıklarını bastırana kadar bir süre konuşmadılar. Daha sonra Ali
Kemal damdan düşer gibi sordu boğuk sesiyle “Sence beraber yaptığımız en iyi iş
neydi?
Belli ki bunu uzun
uzadıya düşünmüştü kendisi tuvalette iken.
Mert bir süre
düşündü.
“Bana göre mi yoksa
kurallara göre mi?”
“Nasıl yani?”
“Bana göre en iyisi
ruhunu Boğaz vapuruna bağladığımız amca idi...”
“Haa, şu şair...
Kibar bir beyefendi hani... Tamam... Kurallara göre?”
Mert olayı
kafasında daha canlı tutmak için biraz düşündü.
“İshak Paşa
Sarayı’nda, meleğin birinden aldığımız görev... Düşük rütbeli bir melek idi..
İran’dan bir tespih getirtmişti bize...”
“Komik... Cennetin
bizden istediği en büyük iş, bir tespih getirmek”
“Evet... Huzursuz
edici...”
“şu saray nerdeydi?
Van’da mı?”
“Ağrı. Doğubeyazıt.”
“Belki de artık iş
alırken daha seçici olmalıyız Mert...”
Mert konuyu
değiştirdi;
“şu Karamanoğlu
Konya’da demek...”
“Evet.. şimdiye
senin daireyi dağıtmıştır.”
“Dede’yi
öldürdüğüne göre...”
“Abdestim var
benim, cenabet gitmeyeceğim öte tarafa...”
İkisi de güldü...
Gülebilmeleri iyiye işaretti.
Üçüncü çaylarını
içtiklerinde karar vermişlerdi, S’ad ile görüşeceklerdi. Gece çökmemişti şehre,
ama durum acildi. Bu plan da işe yaramazsa, en hızlı şekilde Ankara’ya, kılıcı
isteyen “çok politik” milletvekiline.
Kılıç kimde,
umurlarında bile değildi. Canlı kalmaları onlar için öncelikti.
Aslında, ilginçtir,
kılıcın hiçbir efsunlu yanı yoktu. Ama bu, efsunlanmayacağı anlamına
gelmiyordu. Kılıcın sembolü muhalefet, birlik olamama, dahası Selçuklu’nun
mirasçılığı bir efsun ile birleşince daha da kuvvetlenecekti. Ve sembol güç
demekti.
Ama bu, şu anki
gündem değildi.
Yaklaşık bir saat
sonra Osmanlı’da idiler. Arka sokaklarda bir nargile kahvehanesi. İki sokak
ötesinden nerede olduğu anlaşılabilir, kendine has kokusu ile bu mekan adeta bu
yerin kendisine ait olduğunu ilan etmiştir.
Üç katlı, eski bir
halıcıydı burası aslında. Zengin bir tüccarın, muhtemelen. Daha sonra da bir
nargile kahvehanesi oluyor. Binanın iki katı ve zemini
haricinde bir de yer altındaki bölümü vardı. İlginç bir mimariydi, zemin
ile birinci kat arasında bir yan kat daha vardı, burada nargile parçaları satan
bir dükkan ve küçük bir ofis vardı. Üst katlar daha “piyasa” bir kısım olmasına
rağmen eski müdavimler ve koyu sohbetçiler “aşağı” olarak adlandırılan yer
altındaki mekanda olurdu.
Öğle vaktinin
sıcaklığından kaçan tiryakiler doldurmuştu mekanı. Kalabalık anlarından birini
yaşıyordu Osmanlı. Mert ile Ali Kemal içeri girdi. Doğrudan aşağıya indiler. Aşağının
dekorasyonu da üst kısımlara göre değişikti, rahat koltuklar, ahşap kaplama ve
taş duvarlar... Eski Osmanlıyı yansıtan orijinal portreler... Mert neden
birinin üst katları tercih edeceğine bir anlam veremedi.
Oturdular, garson
geldi. Tiryaki Ali Kemal bir bahreyn nargile söyledi. Mert elma çayı istedi,
tütün kullanmıyordu. Bir süre sessizce oturup beklediler. Dışarıdaki aydınlık
burayı hiç etkilemiyordu, rahatlatıcı bir loşluk vardı içeride. Yoğunlaşmış
denebilecek nargile dumanları ise ortalıkta elementaller gibi dolaşıyordu.
Elemental deyince,
aklına S’ad geldi.
Önce elma çayı
geldi, sonra nargile. Nargile geldiğinde Ali Kemal “S’ad ile görüşmemiz lazım”
dedi. Garson şaşırdı, biraz durakladı. “Müsait değil” dedi. Ali Kemal Arapça
birşeyler söyledi. Mert anlamadı. Ama Mert, garsonun da bir şey anlamadığını
fark etti. Garson eliyle “bir dakika” yapıp
gözden kayboldu. Mert sessizce kutladı Ali Kemal’i.
“Ne dedin ona?”
Ali Kemal sırıttı
“Küfrettim.”
Daha yaşlı bir
garson geldi masalarına, “Mevzu nedir?” diye sordu.
“Çok önemli.” dedi
Ali Kemal. “bakın, şu an hiç uygun bir vakit değil, biliyoruz, ama gerçekten
ama gerçekten acelemiz var. İnanın S’ad efendiyi böyle acelece...”
Ali Kemal sözünü
bitirmeden garson uzaklaştı. Mert başını salladı, umut var mı diye, Ali Kemal
“bilmiyorum” dercesine dudak büktü, omuzlarını kaldırdı.
Yaklaşık yarım
saat sıkıntıyla beklediler, bu sırada Ali Kemal nargilesini içti, Mert ise çayını çoktan bitirmişti,
ikincisini söylemedi. Daha sonra, Ali Kemal’in lafını kesen garson içeri girdi,
“gelin” dedi.
Üçü zemin kat ile
birinci kat arasındaki yan kata çıktılar. Garson kapıyı çaldı. Kapıyı kısa
boylu, siyah gömlek giyen biri açtı. Kaslı bir tipti, saçları hafiften
dökülmüştü.. Kızıl sakallarını çenesinin kenarlarında uzatmıştı. Sert
bakışlarla Ali Kemal ile Mert’i içeri aldı. Garson içeri girmedi. Mert ile Ali
Kemal içeri girdiklerinde arkalarından kapı kapandı. Kapının kapanması ile
penceresiz oda karanlığa boğuldu. Mert panikle elini silahına attı, Ali Kemal
huzursuz oldu ama Mert’inkine benzer bir tepki göstermedi. Daha sonra, bir
kibrit yandı, o kibrit de bir gaz lambasını
yaktı.
Lamba etrafı
aydınlatınca ortalık gözüktü, yerde ve duvarda renk renk halılar asılıydı.
Genelde kırmızı ve kahverengi tonun ağırlıkta olduğu halıların hepsinde mutlaka
buz mavisi ve beyaz renkler de vardı. Yerlere büyük minderler ve yastıklar
serilmişti. Kapıya uzak uçta, karşılarında S’ad oturuyordu. Kısa boylu,
şişmanca biriydi. Kemik beyazı bir cildi vardı. Gözleri çakmak çakmak bakıyordu
gelenlere, büyük bir öfke ile. Bir elinde oltu taşından tespihi vardı, diğer
eliyle de az önce hazırlandığı belli olan nargilesine köz koyuyordu. Gri kumaş
bir pantolon, mavi çizgili bir gömlek giyiyordu. Siyah bir hırka vardı üstünde
de. Gayet mütevazi kıyafetlerinin aksine parmağında büyük bir şövalye yüzüğü
vardı. Yüzüğü görmesine gerek yoktu Mert’in, ne olduğunu biliyordu az çok,
İskenderiye Kütüphanesi’nde okumuştu bir şeyler. Üstünde Babil’in mitolojik
varlıklarından Mushushsu’nun
sembolü bir çeşit yılan ejderha vardı, kare şeklindeki yüzüğün dört köşesinde
ise elementlerin sembolleri vardı. Bundan ötesi biraz muğlaktı, çünkü yüzüğe
sahip olanlar uzun çağlardan beri farklı kollara ayrıldığı için yüzükler farklılıklar
gösteriyordu; zira herkes kendi yolunun sembollerini kazımıştı yüzüğüne.
S’ad nargilenin kan kırmızı sipsisinden
dumanı çekti, yaklaşık bir dakika sonra ise dumanı üfledi. Bir ejderin alev
kusması gibi çıkıyordu duman ağzından. Duman, odayı kapladı, S’ad daha sakin
gözüküyordu.
Mert’in anlamadığı dilden bir şeyler
söyledi, Ali Kemal de anlamamıştı muhtemelen. Arkalarındaki kısa boylu adam
kafasını salladı ve ellerini göğsünde kavuşturdu. S’ad genizden gelen boğuk
bir sesle “İyi bir vakit değil” dedi.
Ali Kemal Arapça bir şeyler söyleyecekken S’ad elini kaldırdı, bu sırada bir nefes çekti nargileden.
Üfledi, ardından “Kibarlığa gerek yok” dedi derin sesiyle.
Mert ilk geldiklerinde buraya girebilmelerine şaşırmıştı. S’ad’e bir hizmet
sundukları için kabul görmüşlerdi, ya değilse bu kadar büyük bir varlığın
önünde durabilmek için gerçekten önemli olmak gerekir. Mevzularını çok
“çocukça” bulursa diye bir korku düştü içine.
İkilinin suskunluğundan rahatsız oldu S’ad.
“Bir Babil Muhafızını uyandırdıktan sonra
böyle susacak mısınız?”
Mert içinden homurdandı. Bazı vampirler
böyleydi işte, özel durumlarını başka durumlara bağlıyorlar.
“Bir çayını içelim diye gelmiştik”
Ali Kemal Mert’e baktı, Mert az önce nasıl
bir motivasyon ile bunu söylediğine inanamadı ve yüzünü utançla aşağıya
indirdi.
S’ad bir an durdu, gülümsedi sonra da
kahkahalarla güldü.
“Seni sevdim Mert... Arkadaşın gibi sadece
iş düşünmüyorsun. şimdi, olay nedir? Yoksa gerçekten yorgun ve sinirliyim,
muhabbet için iyi bir anım değil.”
“Karamanoğlu Mehmet Bey’in kılıcı konusunda
gelmiştik.. Sizden, şey yardım istiyoruz.” dedi Ali Kemal.
Asık suratlı, kızıl sakallı adam S’ad’ın
nargilesinin közünü değiştirirken S’ad sorgulayıcı bir ifade ile kaşını
kaldırdı.
Mert panik ile;
“Ehm, torunlarından biri peşimizde efendim.
Yani, kılıcın kendisine geçmesini istiyor, bir şekilde bizim araştırmamızı
öğrenmiş. Ve, şey..”
Ali Kemal lafa girdi:
“Ve Karamanoğulları’nı yeniden diriltmek
istiyor. Muhtemelen Osmanlı’nın reddedildiği bir zamanda Karamanoğulları gücünü
kazanırsa onlar bu... Çekişmeyi kazanacak.”
S’ad sessizce dinledi.
Ali Kemal ile Mert sustu.
S’ad “Eeee?” dedi.
İkisi panik oldu.
“Biz düşünmüştük ki, siz Osmanlı’nın...”
Evet, şu anki durumları öğretmenler odasına
giren iki öğrencinin kötü arkadaşlarını şikayet etmesi gibi bir şey değildi...
şu anki durum... şey, bir yarı-ölümsüzün odasına girip ne olduğu bilinmeyen
garip bir mafya babasını şikayet etmek gibi bir şeydi... Başka bir şeye
benzemesi mümkün değildi.
S’ad de, bu yüzden belki, öfke ile bağırdı
gürleyen sesiyle:
“YIKILMIş BABİL’İN KUDRETLİ BÜYÜCÜLERİNDEN,
ELEMENTİN GÜÇLERİNİ ELİNDE TUTAN, KAN İÇMEKLE VE GÜNÜ GÖRMEMEKLE LANETLENEN,
SODOM VE GOMORE’UN YIKILIşINA TANIK OLAN, BAğDAT ALİMLERİNİN ÖNÜNDE EğİLDİğİ,
MUHAMMED’İN YOLUNDAN GİDEN S’AD’İN, KOKUşMUş, YIKILMIş VE APTAL AİLENİZİ
DESTEKLEYECEğİNİ Mİ SANIYORSUNUZ?”
“Bir an ümit etmiştik” diye düşündü Mert.
S’ad kıpkızıl olmuş gözleri ile ikisini
süzdü.
“Sizin gibi cahil ve saygısız iki genci
harcamak istemiyorum. Bu yüzden...”
Kızıl sakallı elinde garip bir neşter ile
yaklaştı, boştaki eliyle Mert’in kolunu bir mengene gibi sardı.
“...küçük bir söz vereceksiniz, bir iş
anlaşması daha. Ücretiniz, merhametim. Ödemeyi şimdiden yapıyorum. Anlaştık mı?
Adem?”
Kızıl sakallı (belli ki adı Adem’miş)
Mert’in kolunu S’ad daha konuşurken garip neşterle kesmişti, ismi söylendiğinde
Ali Kemal’in kolu kesildi. İkisinden de biraz kan alıp iki ayrı tüpe koydu.
Mert ile Ali Kemal boş boş bakınıyorlardı korku ile. Mert’in bir eli silahında
idi, ama kıpırdatamıyordu elini.
“Anlaştık öyleyse. Kanpaktı imzalandı.
şimdi. İkinci bir anlaşma. İsteğiniz neydi?”
S’ad sorusundan sonra korku nedeniyle
oluşan sessizliği bozmadı. Bir süre bekledi. İkili sakinleşmeye başlayınca Ali
Kemal “Koruma...” dedi.
S’ad fare ile oynayan kedi gibiydi. Tıraşlı
yüzünü okşadı, “peki karşılığında ne alıyorum?”
Mert ile Ali Kemal
birbirlerine baktı. Akıllarına bir şey gelmiyordu.
S’ad daha fazla
oyun oynamak istemiyordu, eğlenmiş bir ifadeyle “bu da benden olsun o zaman”
dedi. İkili, biraz daha rahatlamış bir halde oturdukları
yastıklar üzerinde kıpırdandılar. Mert acıyan kolunu tuttu, Ali Kemal ise büyük
bir dikkatle S’ad’i izliyordu.
S’ad Adem’e bir
şeyler söyledi, gene anlamadıkları bir dilde. Adem kapıyı açtı, kapının diğer
tarafındaki birinden siyah bir kese aldı. Büyük siyah kesenin alt kısmında koyu
bir leke vardı.
Adem keseyi Mert
ile Ali Kemal’in ortasına attı. Kesenin sarı bir kuşağı vardı. S’ad başıyla
“hadi” dercesine işaret verdi. Mert sarı kuşağın düğümünü açtı. Karanlıkta
belli olmuyordu içinde ne olduğu, elini içeri attı. Sert ve ıslak bir şeye
geldi eli, biraz tüylü bir şeydi. Tüylerinden tutup yukarı kaldırdı.
Siyah saçlı, teni
kireç rengi bir insan kafası çıktı içinden. Mert panikle elinden düşürdü
kafayı, Ali Kemal şaşkınlık ile baktı S’ad’e.
S’ad gülümsedi,
“Tanışın. Karamanoğullarından Süleyman bey.”
Yerde yuvarlanan
kafa halıyı kan ile kirletti... Mert ve Ali Kemal kafayı süzdüler bir süre.
“Hasan Dede’yi
severdim. Dün gece öğrendim kaybını. Ve, gerekeni yaptık.”
Mert derin bir
nefes aldı. Kendi kanı ile kirlenmiş eliyle kafayı halının üstünden aldı,
keseye geri koydu.
S’ad’e
sinirlenmişti. Kim bilir ne bela bir göreve gönderecekti onları, ve
karşılığında teknik olarak hiçbir şey vermeyecekti... O yüzden, korkacak bir
şeyi olmadan cümlesine başladı.
“S’ad...
Söylemediğin bir şey var...”
“Evet.Yavuz Sultan
Selim hilafet yolunda bir günahı uyandırdı, beni. Sonsuzluğa gömülmüştüm, o
çekti çıkardı beni o halimden. Ama, beni hanedanlığını koruma görevine bağladı.
Yani, evet, ben yıkılmış bir aileyi şimdi bile desteklemek zorundayım.”
Mert biraz daha
tatmin olmuş, ama sinirli bir ruh hali ile kanayan kolunu tutmaya devam etti.
“Bu bilgi de”
dedi S’ad, “Kanpaktı’nın ödemesi olsun o halde.”
Öyküyü word belgesi olarak indirmek içn tıklayınız.
Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi T�m haklar� sakl�d�r.