Frp World Ana Menü
  • Frp World
    » Anasayfa
    » Forum
    » Anketler
    » Akademi
    » Kitap Tanıtımları
    » Haber Arşivi
    » Haber Gönderin
    » Makale Gönderin

  • Üyelere Özel

  • Kişisel
    » Hesabınız
    » Özel Mesajlar
    » Üye Listesi
    » Üye Arama
    » Siteden Çıkış

  • Site Bilgileri
    » Top10
    » Site Hakkında Yorumlarınız
    » İstatistikler
    » Destekleyen Siteler

  • Kullanıcı Menüsü
    Hoşgeldin, Diyar Gezgini
    Üye Adı
    Şifre
    (Kayıt Ol)
    Üyelik:
    Son Üye: atocih
    Bugün: 10
    Dün: 27
    Toplam: 89931

    Şu An Bağlı:
    Ziyaretçi: 2211
    Üye: 0
    Toplam: 2211

    İkonia




    FRPWorld Kısa Öykü Yarışmasında Dördüncü Olan Öykümüzdür.


    İkonia’da, bugünkü dilde Konya’da, bir yaz sabahı. Güneş ışınlarını şehir üzerinde yoğunlaştırırken, Mert şiddetli bir baş ağrısından ve hafif bir mide bulantısından muzdarip uykulu bedenini yataktan kaldırmaya çalışıyordu. Giydiği don dışında çıplak olan bedeni, belki göbeği belki de uyku sersemi ifadesinden, estetik gözükmüyordu. Kafasını toplayıp ayağa kalkmayı başardı, dengesini sağlayıp banyoya doğru yürüdü. Yürürken ayağına dün geceden kalma içi boşaltılmış cesetler çarptı: Arpa suyu, Kelt dilinde hayat suyu, likör... Tuvalete girdiğinde burnuna kesif bir koku geliyor, muhtemelen bu da dün geceden kalma, ama bunu hatırlamıyor işte... Dün, uzun bir geceydi. Dün eline iyi bir miktar para geçmişti ve eh, canı bir kutlama yapmak istemişti. Evet, biraz abartmıştı ama dönen başı, zorladığı karaciğeri ve kokan bir tuvaletten başka bir soruna yol açmamıştı. Tuvaleti temizlemesi gerektiği aklına geldikçe bu fikir az önceki kadar parlak gözükmedi gözüne. Üstünde bornozuyla tuvaleti temizlemesi beş dakika, temiz çamaşırlar giyip, kot şortunu giymesi de iki dakika falan sürmüştü ki, kapı çaldı. Siyah tişört mü, hawaii gömlek mi giyeyim diye düşünürken çalan kapı şaşırttı onu. Saate bakacaktı, cep telefonunu bulamadı... Saat kullanmadığına küfrederek kapıya koştu. Kapıda kimse yoktu, o zaman apartman girişindeydi gelen. Diyafona bastı; -Kim o? -Benim. Bu, oldukça komik bir durumdu aslında. -Sen kimsin? -Parolayı unuttum. Mert kim olduğunu anlamıştı, ama gelenin de parolayı söylemesi gerekiyordu. -Aç lan işte kapıyı. Kapıyı açan tuşa bastı. “ZAT” gibisinden bir ses duyuldu ardından. Ardından kapının kapanma sesi... Ardından asansörün çağrılma sesi... Bu sırada kafasını toplayıp kırmızı hawaii gömleği giydi. Kıvırcık, asla taramadığı uzun saçlarını kaşıyarak aynaya baktı. Asansörün geldiğini gördüğünde mutfağa geçti. Sonra asansörün kapısının kapanma sesi geldi. Ardından dairenin kapısının sesi... “Çay içer misin” diye sordu gelene bakmadan. Kimin geldiğini biliyordu. Adı Ali Kemal idi, aynı lisede okumuşlardı, uzun boylu, üçgen yüzlü bir oğlandı işte. Kendisi onun, nasıl denir, bir tür menajeriydi işte.. Aslında aracı daha iyi bir kelime. “Gömlek yakışmış... Yeni mi?” “Yok... Eski, şey işinden sonra almıştım... Immm... Neydi?” “Ankara’daki lahit olayı... Hatırladım. Bu daireyi de oradaki parayla almıştın.” “Kiraladım. Ne yapayım lan Konya’da evi?” Ali Kemal hızlı adımlarla ocağa gitti, oradaki alevle sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekti. “Bu sıcakta pantolon mu giydin?” “Az önce otobüsten indim. Gece üşüyorum.” Sigaradan bir nefes daha çekti. Açık mavi kotunun üstünde siyah – beyaz bir tişört giymişti. Tişörtün üstünde bir grubun adı vardı ama, Mert bu grupla ilgili hiçbir şey bilmiyordu.... “Söylemeyi unuttum. Buradan gitmemiz gerekiyor. Acil.” Ali Kemal böyle biriydi işte. Sakin, acelesiz.. “Neden?” “Kılıcını çaldığın Karamanoğulları Beyi vardı ya..” “Mehmet Bey... Ulan bir de işi sen ayarladın ha!” “Her ne haltsa işte, Bulgaristan’daki torunlarından biri öğrenmiş mevzuyu. Peşinde. Adam hakkında çok bilgim yok gerçi.” Karamanoğulları’nın iskan politikasıyla Osmanoğulları tarafından Balkanlara gönderilmesi, karşınıza böyle egzotik rakipler çıkartabiliyor. “Mert?” Mert düşüncelerden sıyrılarak Ali Kemal’e baktı. “Durum gerçekten ciddi. Adam bayağı zorlayıcı birine benziyor.” Mert daha kurumamış olan saçları arasında dolaştırdı ellerini. Kafasında her şeyi sıraya koymaya başladı. İki hafta önce İkonia’ya, Konya’ya gelmişti. Bir hafta araştırmışlardı olayı. İki gün önce de Alâeddin Tepesi’ndeki Selçuklu sarayından çıkardıkları kılıcı teslim etmişlerdi Ankara’daki “çok politik” insana. Olay kapanmış sanmıştı. Demek ki...” “En zayıf halka sence kim Ali?” Ali Kemal anlamaz gözlerle baktı. “Kim uçurmuş olabilir haberi? Bağlantıların çoğunu sen yaptın?” Ali Kemal düşünürken Mert’in aklına bir şarkı düştü. “Haber uçtu devlete de / Beş yıl yattım hapiste... “ Daha sonra aklına bir fikir geldi. “Bir nargile kahvehanesi vardı hani. Neydi oranın adı?” “Osmanlı... Oradaki adamı mı diyorsun? S’ad?” “Evet.” “Sanmam. Karamanoğulları’nı sevmez. Hatta nefret eder. Osmanlı’ya bağlı bir tip, beylik yıkılmış olsa bile.” “Gene de bakalım derim.” “Sanmıyorum, ama zaten geceyi beklemen gerekiyor. O değil de, ne gerek var şimdi en zayıf halkayı bulmaya? Parayı aldık, topuklayalım işte?” “Ne tür bir beladayız onu öğrenelim. İn midir cin midir; ölümlü müdür, değil midir?” Mert ilginç bir durum olduğunu düşündü, bu deyimi aslında mecaz anlamıyla kullanmasa da olurdu. Osmanoğulları’nın çökmüş ruhunun takipçileri ve onlardan hâla nefret eden Karamanoğulları... Pek normal işler değil, evet. “Mevlevihâne’deki dede var bir de... O geldi aklıma...” “Sevimli adamdı.. Adı neydi?” Ali Kemal biraz düşündükten sonra “Hasan Dede” dedi. “Sevimli adam”. “Sevimli mevimli, bir uğrayalım bakalım.” Mert odasına gitti, Ali Kemal de bu sırada demlenen çayın altını kıstı. Mert cep telefonunu cebine aldı, parayı koyduğu çekmeceyi sandığına kilitledi. Anahtarlarını aldı. Etrafına biraz bakındıktan sonra metal bir rün şeklindeki kolyesini ve altıpatlar (revolver) tabancasını da aldı. Aynanın önünden geçerken şortun biraz bol geldiğini gördü, bir kemer taktı beline. Beraber çıktılar, sandaletlerini giydi Mert. Giyerken, yazın sandalet giydiğinde ayağında oluşan amele yanıklarını düşündü. Bir arkadaşı ayağını bu haliyle zebraya benzetmişti. Başı için ağrı kesici almadığını hatırladı kapıyı kilitlerken. Boş verdi, kapıyı kilitleyerek Ali ile aşağı indi. Yürüyerek gittiler Mevlevihâne’ye. Ali, yolda bu peşlerindeki adam hakkında bildiklerini anlattı. Kendisi de tesadüf eseri öğrenmiş, Ankara’da sanayideki bir “habercisi” öldürülmüş. Biraz soruşturunca, adamın kimin öldürdüğünü öğrenmiş Ali. Aceleyle de gelmiş. Dendiğine göre, adam bir çeşit mafya imiş. Vakti zamanında dedeleri Osmanoğulları tarafından sürülmüş. Mert konuşmadan dinledi Ali Kemal’i. Aklına Laz İsmail geldi daha sonra. Kendisi bir tür “baba” idi. Uzunca burnunun altındaki gri renkli pos bıyıkları, yaşının getirdiği kırışıklıklar, heybetli yapısı... Kanser hastasıydı, akciğer kanseri. Hizmetinden faydalanmak için kendisini tutmuştu Laz. Oğlunun peşinde olan bir iblis vardı. Oğlan okumak için İstanbul’da imiş, oralarda bir yerlerde musibet olmuş. Muhtemelen Laz İsmail ile olan bir musibeti yüzünden, artık ruhunu mu sattı, kumar borcu vardı iblise ödemedi mi? Anlatmamıştı orasını... Tek istediği vardı, iblisin oğlunun peşini bırakması. İşin çözümlenmesi çok da zor olmamıştı. Oğlanın atıldığı tımarhaneye girmişti. Doktorlar majör depresyon ve şizofreni tanısı koymuşlardı. Mert’in teşhisi ise Balthazar, Sinekler Lordu. Hastanın odasına girmişti. Uyutucu bir iğne, birkaç büyü ve iblis çağırma numaraları (Burada en zor iş bir hayvan bulmak oluyor. Pek çoğu kedi tercih ediyor, çünkü öte ile bağları daha kuvvetli; ama kedilere karşı özel bir sempatiniz varsa köpek de olur...)... Daha sonra... İblise asıl istediğini vermişti. Laz İsmail’in sigara tütünü. İsmail’in vücuduna, kabuğuna bir bilet. Ruhunun fişi. Balthazar gibi çok kuvvetli bir iblise karşı kullanabileceği başka bir yöntem bilmiyordu... Mevlevihâne’nin bahçesi huzur vericiydi... Kırmızı güller her yanı donatmıştı... Ahşap işçiliği ve mükemmel bir estetik ile yapılmış bir bina; kırmızı güller ve yeşil çimenlerden oluşan bir deryanın ortasında... Bahçeye girdikleri anda konuşmayı kestiler. Etrafta bir kalabalık vardı... Büyük bir kalabalık. Havada matem vardı. Tabut insanların omuzlarında cenaze arabasına doğru kaldırılırken, ikisi de içeride kimin olduğunu biliyordu. Orada daha fazla kalmak istemedi Mert. Ali Kemal de itiraz etmedi. Hasan Dede’nin cenazesine katılmak daha doğru olurdu, ama cenazedeki katil profili çizmek de istemiyorlardı. Mert’in ne peşinde olduğundan Dede’nin haberi bile yoktu. Gene de, insan kendini sorumlu hissediyordu... Kuşadası doğumlu Mert’in pek de dini bütün yanı yoktu. Kendisi için halk dilinde cahilce ateist bile denebilir (o panteist veya deist denmesini tercih eder o ayrı...). Gariptir; kendisi türlü iblisler, efsunlar, mahlukatlar ile uğraşan bir garip.. şey olsa da (mesleğine ad koyma gereği duymadı henüz), imanı ile arası o kadar da iyi değildir. Belki de bu yüzden, Dede’nin ölümünü soğukkanlılıkla karşıladı... İçin kavuran bir suçluluk duygusu olmasa, çok daha huzurlu olabilirdi. Sessizce yürümeye devam ettiler. Ali Kemal “bir şeyler yiyelim mi” diye sorunca kafasını sallayarak onayladı.. Baş ağrısı şiddetlenmişti, üstüne üstlük bir de mide bulantısı başlamıştı. Aklına ilacını bu sabah içmediği geldi. Kahvaltılık bir şeyler yemek için bir kahveye girdiler. Mert direk tuvalete yöneldi. Boş midesindeki hidroklorik asidi ve bir miktar pepsini boşalttı... Çatlak bir gülümseme ile fen lisesini bitirmiş olmanın bu tip avantajları olduğunu düşündü. “Ne kustuğunu bilirsin”. Ağzını ve klozetin kapağını sildikten sonra kabinden çıktı, lavabodaki aynaya baktı. İri bir yapısı vardı. Adaleli sayılabilirdi. Bira göbeği sarkıyordu aşağılardan. Esmer teninde terinin parlaklığı vardı. Sol camının üst kısmı hafiften kırılmış mavi bir gözlüğü vardı, ince kenarlı alt camı havada duranlardan. Kıvırcık ve uzun saçları korkunç gözüküyordu. şortu ve hawaii gömleği ile birleşince yaklaşık olarak bir “dünya turuna çıkmış yabani turist” görüntüsü çiziyordu. Yüzünü yıkarken kafasından son hızla akan düşüncelerden biri onu durdurdu. “Neden ben?” kafasını kaldırdığında sorusunu düzeltti, “Neden?” Kuşadası’nda doğmuş, büyümüş, başarılı bir lise talebesi olarak İzmir Fen Lisesi’nde öğrenim görmüştü. Ankara’da üniversite kazanması onun için kast sisteminde sınıf atlayabilmek kadar önemli olmuştu. Üniversite bittiğinde, iyi kötü bir staja başladığından sonra, bir yaz tatilinde İstanbul’daki sevgilisinden aldığı kolye ise onu bambaşka bir sisteme taşımıştı. Sevgilisi garipliği sıradan olan biriydi. Siyah, korkutucu, vampirella gibi dolaşan hanım kızlardandı. Metal müzik, sert vokal... İstiklal Caddesi ve Nevizade’ler, Kemancı’lar için sıradan bir gariplik... Bir ayrılık hediyesiydi kolye. Ayrılma kararı Mert’in di. Kolyeyi almadan bir gün önce söylemişti Mert bunu. Rün şeklinde, garip bir kolyeydi. Adi görünüşlü bir şey. şaka ile karışık, “İçimdeki efsunu sakladım buraya” demişti sevgilisi. “Sende kalan anım bu olsun. Bendeki sen, bendeki ateş olsun” demişti. O gün çok... sakin gelmişti gözüne sevgilisi. Belki hüzündendi, sakinliğin nedenini bugün bile tam bilemiyordu, ama bir teorisi vardı. Ertesi gün, kolye ile uyuduğunda ilginç bir kabustan uyandı gecenin bir vakti. Rüyayı hatırlamıyordu. Ama içinden bir dürtü onu dışarıya çağırıyordu. İstanbul’da anneannesinin evinden çıktı, apartmanın altına indi. Uzun paltolu, uzun sakallı bir tip.. Elleri boz renkli garip bir post ile kaplıydı. Yüzünde değişik ve huzursuz edici bir uzama vardı. Sivri dişleri ve keskin gözleri vardı. “Demek yeni kişi sensin” diye hırlamıştı. O an tam anlamıyla sarhoş gibiydi. Ne oluyor, ne bitiyor farkında değildi. Kurt suratlı “şey” ona bir paket uzattı. “Bunu Ege’ye götür. Denize at.Yunan’a hediyemiz olsun” diye hırladı. Mert paketi eline aldığı andan itibaren uyuyamadı. Kabuslar ve türlü karabasanlar peşini bırakmadı. Kolyeyi çıkarsın, taksın değişmiyordu durum. Bu duruma bir hafta dayanabildi. Paketi Ege denizine attı.. Sonrası, tam anlamıyla bir rahatlama... Adeta uyuşturucunun kana nüfuz edişi gibi rahatlatıcı.... Ve Mert, sevgilisinin son gün kazığını bir güzel yemiş oldu. Bu garip kolyenin artık bir önemi yoktu. Taşıması bile gerekmiyordu. Bir şekilde kolyenin içindeki efsun boşaltılmıştı Mert’in içine. Güzel bir kazık atmıştı sevgilisi ayrılık hediyesi olarak. Ve bu, bir nevi, onun uyuşturucusu olmuştu. “Nerde kaldın oğlum?” “H... Hiç.. İyiyim” Ali Kemal üstüne gitmedi Mert’in.. Mert masaya bir bakış attı.. Sucuklu yumurta söylemiş Ali Kemal. Çay, ekmek.. Bunlar vardı masada.. “İyi seçim.” “Ne sandın ağam.” İkisi de kurt gibi acıkmıştı... Açlıklarını bastırana kadar bir süre konuşmadılar. Daha sonra Ali Kemal damdan düşer gibi sordu boğuk sesiyle “Sence beraber yaptığımız en iyi iş neydi? Belli ki bunu uzun uzadıya düşünmüştü kendisi tuvalette iken. Mert bir süre düşündü. “Bana göre mi yoksa kurallara göre mi?” “Nasıl yani?” “Bana göre en iyisi ruhunu Boğaz vapuruna bağladığımız amca idi...” “Haa, şu şair... Kibar bir beyefendi hani... Tamam... Kurallara göre?” Mert olayı kafasında daha canlı tutmak için biraz düşündü. “İshak Paşa Sarayı’nda, meleğin birinden aldığımız görev... Düşük rütbeli bir melek idi.. İran’dan bir tespih getirtmişti bize...” “Komik... Cennetin bizden istediği en büyük iş, bir tespih getirmek” “Evet... Huzursuz edici...” “şu saray nerdeydi? Van’da mı?” “Ağrı. Doğubeyazıt.” “Belki de artık iş alırken daha seçici olmalıyız Mert...” Mert konuyu değiştirdi; “şu Karamanoğlu Konya’da demek...” “Evet.. şimdiye senin daireyi dağıtmıştır.” “Dede’yi öldürdüğüne göre...” “Abdestim var benim, cenabet gitmeyeceğim öte tarafa...” İkisi de güldü... Gülebilmeleri iyiye işaretti. Üçüncü çaylarını içtiklerinde karar vermişlerdi, S’ad ile görüşeceklerdi. Gece çökmemişti şehre, ama durum acildi. Bu plan da işe yaramazsa, en hızlı şekilde Ankara’ya, kılıcı isteyen “çok politik” milletvekiline. Kılıç kimde, umurlarında bile değildi. Canlı kalmaları onlar için öncelikti. Aslında, ilginçtir, kılıcın hiçbir efsunlu yanı yoktu. Ama bu, efsunlanmayacağı anlamına gelmiyordu. Kılıcın sembolü muhalefet, birlik olamama, dahası Selçuklu’nun mirasçılığı bir efsun ile birleşince daha da kuvvetlenecekti. Ve sembol güç demekti. Ama bu, şu anki gündem değildi. Yaklaşık bir saat sonra Osmanlı’da idiler. Arka sokaklarda bir nargile kahvehanesi. İki sokak ötesinden nerede olduğu anlaşılabilir, kendine has kokusu ile bu mekan adeta bu yerin kendisine ait olduğunu ilan etmiştir. Üç katlı, eski bir halıcıydı burası aslında. Zengin bir tüccarın, muhtemelen. Daha sonra da bir nargile kahvehanesi oluyor. Binanın iki katı ve zemini haricinde bir de yer altındaki bölümü vardı. İlginç bir mimariydi, zemin ile birinci kat arasında bir yan kat daha vardı, burada nargile parçaları satan bir dükkan ve küçük bir ofis vardı. Üst katlar daha “piyasa” bir kısım olmasına rağmen eski müdavimler ve koyu sohbetçiler “aşağı” olarak adlandırılan yer altındaki mekanda olurdu. Öğle vaktinin sıcaklığından kaçan tiryakiler doldurmuştu mekanı. Kalabalık anlarından birini yaşıyordu Osmanlı. Mert ile Ali Kemal içeri girdi. Doğrudan aşağıya indiler. Aşağının dekorasyonu da üst kısımlara göre değişikti, rahat koltuklar, ahşap kaplama ve taş duvarlar... Eski Osmanlıyı yansıtan orijinal portreler... Mert neden birinin üst katları tercih edeceğine bir anlam veremedi. Oturdular, garson geldi. Tiryaki Ali Kemal bir bahreyn nargile söyledi. Mert elma çayı istedi, tütün kullanmıyordu. Bir süre sessizce oturup beklediler. Dışarıdaki aydınlık burayı hiç etkilemiyordu, rahatlatıcı bir loşluk vardı içeride. Yoğunlaşmış denebilecek nargile dumanları ise ortalıkta elementaller gibi dolaşıyordu. Elemental deyince, aklına S’ad geldi. Önce elma çayı geldi, sonra nargile. Nargile geldiğinde Ali Kemal “S’ad ile görüşmemiz lazım” dedi. Garson şaşırdı, biraz durakladı. “Müsait değil” dedi. Ali Kemal Arapça birşeyler söyledi. Mert anlamadı. Ama Mert, garsonun da bir şey anlamadığını fark etti. Garson eliyle “bir dakika” yapıp gözden kayboldu. Mert sessizce kutladı Ali Kemal’i. “Ne dedin ona?” Ali Kemal sırıttı “Küfrettim.” Daha yaşlı bir garson geldi masalarına, “Mevzu nedir?” diye sordu. “Çok önemli.” dedi Ali Kemal. “bakın, şu an hiç uygun bir vakit değil, biliyoruz, ama gerçekten ama gerçekten acelemiz var. İnanın S’ad efendiyi böyle acelece...” Ali Kemal sözünü bitirmeden garson uzaklaştı. Mert başını salladı, umut var mı diye, Ali Kemal “bilmiyorum” dercesine dudak büktü, omuzlarını kaldırdı. Yaklaşık yarım saat sıkıntıyla beklediler, bu sırada Ali Kemal nargilesini içti, Mert ise çayını çoktan bitirmişti, ikincisini söylemedi. Daha sonra, Ali Kemal’in lafını kesen garson içeri girdi, “gelin” dedi. Üçü zemin kat ile birinci kat arasındaki yan kata çıktılar. Garson kapıyı çaldı. Kapıyı kısa boylu, siyah gömlek giyen biri açtı. Kaslı bir tipti, saçları hafiften dökülmüştü.. Kızıl sakallarını çenesinin kenarlarında uzatmıştı. Sert bakışlarla Ali Kemal ile Mert’i içeri aldı. Garson içeri girmedi. Mert ile Ali Kemal içeri girdiklerinde arkalarından kapı kapandı. Kapının kapanması ile penceresiz oda karanlığa boğuldu. Mert panikle elini silahına attı, Ali Kemal huzursuz oldu ama Mert’inkine benzer bir tepki göstermedi. Daha sonra, bir kibrit yandı, o kibrit de bir gaz lambasını yaktı. Lamba etrafı aydınlatınca ortalık gözüktü, yerde ve duvarda renk renk halılar asılıydı. Genelde kırmızı ve kahverengi tonun ağırlıkta olduğu halıların hepsinde mutlaka buz mavisi ve beyaz renkler de vardı. Yerlere büyük minderler ve yastıklar serilmişti. Kapıya uzak uçta, karşılarında S’ad oturuyordu. Kısa boylu, şişmanca biriydi. Kemik beyazı bir cildi vardı. Gözleri çakmak çakmak bakıyordu gelenlere, büyük bir öfke ile. Bir elinde oltu taşından tespihi vardı, diğer eliyle de az önce hazırlandığı belli olan nargilesine köz koyuyordu. Gri kumaş bir pantolon, mavi çizgili bir gömlek giyiyordu. Siyah bir hırka vardı üstünde de. Gayet mütevazi kıyafetlerinin aksine parmağında büyük bir şövalye yüzüğü vardı. Yüzüğü görmesine gerek yoktu Mert’in, ne olduğunu biliyordu az çok, İskenderiye Kütüphanesi’nde okumuştu bir şeyler. Üstünde Babil’in mitolojik varlıklarından Mushushsu’nun sembolü bir çeşit yılan ejderha vardı, kare şeklindeki yüzüğün dört köşesinde ise elementlerin sembolleri vardı. Bundan ötesi biraz muğlaktı, çünkü yüzüğe sahip olanlar uzun çağlardan beri farklı kollara ayrıldığı için yüzükler farklılıklar gösteriyordu; zira herkes kendi yolunun sembollerini kazımıştı yüzüğüne. S’ad nargilenin kan kırmızı sipsisinden dumanı çekti, yaklaşık bir dakika sonra ise dumanı üfledi. Bir ejderin alev kusması gibi çıkıyordu duman ağzından. Duman, odayı kapladı, S’ad daha sakin gözüküyordu. Mert’in anlamadığı dilden bir şeyler söyledi, Ali Kemal de anlamamıştı muhtemelen. Arkalarındaki kısa boylu adam kafasını salladı ve ellerini göğsünde kavuşturdu. S’ad genizden gelen boğuk bir sesle “İyi bir vakit değil” dedi. Ali Kemal Arapça bir şeyler söyleyecekken S’ad elini kaldırdı, bu sırada bir nefes çekti nargileden. Üfledi, ardından “Kibarlığa gerek yok” dedi derin sesiyle. Mert ilk geldiklerinde buraya girebilmelerine şaşırmıştı. S’ad’e bir hizmet sundukları için kabul görmüşlerdi, ya değilse bu kadar büyük bir varlığın önünde durabilmek için gerçekten önemli olmak gerekir. Mevzularını çok “çocukça” bulursa diye bir korku düştü içine. İkilinin suskunluğundan rahatsız oldu S’ad. “Bir Babil Muhafızını uyandırdıktan sonra böyle susacak mısınız?” Mert içinden homurdandı. Bazı vampirler böyleydi işte, özel durumlarını başka durumlara bağlıyorlar. “Bir çayını içelim diye gelmiştik” Ali Kemal Mert’e baktı, Mert az önce nasıl bir motivasyon ile bunu söylediğine inanamadı ve yüzünü utançla aşağıya indirdi. S’ad bir an durdu, gülümsedi sonra da kahkahalarla güldü. “Seni sevdim Mert... Arkadaşın gibi sadece iş düşünmüyorsun. şimdi, olay nedir? Yoksa gerçekten yorgun ve sinirliyim, muhabbet için iyi bir anım değil.” “Karamanoğlu Mehmet Bey’in kılıcı konusunda gelmiştik.. Sizden, şey yardım istiyoruz.” dedi Ali Kemal. Asık suratlı, kızıl sakallı adam S’ad’ın nargilesinin közünü değiştirirken S’ad sorgulayıcı bir ifade ile kaşını kaldırdı. Mert panik ile; “Ehm, torunlarından biri peşimizde efendim. Yani, kılıcın kendisine geçmesini istiyor, bir şekilde bizim araştırmamızı öğrenmiş. Ve, şey..” Ali Kemal lafa girdi: “Ve Karamanoğulları’nı yeniden diriltmek istiyor. Muhtemelen Osmanlı’nın reddedildiği bir zamanda Karamanoğulları gücünü kazanırsa onlar bu... Çekişmeyi kazanacak.” S’ad sessizce dinledi. Ali Kemal ile Mert sustu. S’ad “Eeee?” dedi. İkisi panik oldu. “Biz düşünmüştük ki, siz Osmanlı’nın...” Evet, şu anki durumları öğretmenler odasına giren iki öğrencinin kötü arkadaşlarını şikayet etmesi gibi bir şey değildi... şu anki durum... şey, bir yarı-ölümsüzün odasına girip ne olduğu bilinmeyen garip bir mafya babasını şikayet etmek gibi bir şeydi... Başka bir şeye benzemesi mümkün değildi. S’ad de, bu yüzden belki, öfke ile bağırdı gürleyen sesiyle: “YIKILMIş BABİL’İN KUDRETLİ BÜYÜCÜLERİNDEN, ELEMENTİN GÜÇLERİNİ ELİNDE TUTAN, KAN İÇMEKLE VE GÜNÜ GÖRMEMEKLE LANETLENEN, SODOM VE GOMORE’UN YIKILIşINA TANIK OLAN, BAğDAT ALİMLERİNİN ÖNÜNDE EğİLDİğİ, MUHAMMED’İN YOLUNDAN GİDEN S’AD’İN, KOKUşMUş, YIKILMIş VE APTAL AİLENİZİ DESTEKLEYECEğİNİ Mİ SANIYORSUNUZ?” “Bir an ümit etmiştik” diye düşündü Mert. S’ad kıpkızıl olmuş gözleri ile ikisini süzdü. “Sizin gibi cahil ve saygısız iki genci harcamak istemiyorum. Bu yüzden...” Kızıl sakallı elinde garip bir neşter ile yaklaştı, boştaki eliyle Mert’in kolunu bir mengene gibi sardı. “...küçük bir söz vereceksiniz, bir iş anlaşması daha. Ücretiniz, merhametim. Ödemeyi şimdiden yapıyorum. Anlaştık mı? Adem?” Kızıl sakallı (belli ki adı Adem’miş) Mert’in kolunu S’ad daha konuşurken garip neşterle kesmişti, ismi söylendiğinde Ali Kemal’in kolu kesildi. İkisinden de biraz kan alıp iki ayrı tüpe koydu. Mert ile Ali Kemal boş boş bakınıyorlardı korku ile. Mert’in bir eli silahında idi, ama kıpırdatamıyordu elini. “Anlaştık öyleyse. Kanpaktı imzalandı. şimdi. İkinci bir anlaşma. İsteğiniz neydi?” S’ad sorusundan sonra korku nedeniyle oluşan sessizliği bozmadı. Bir süre bekledi. İkili sakinleşmeye başlayınca Ali Kemal “Koruma...” dedi. S’ad fare ile oynayan kedi gibiydi. Tıraşlı yüzünü okşadı, “peki karşılığında ne alıyorum?” Mert ile Ali Kemal birbirlerine baktı. Akıllarına bir şey gelmiyordu. S’ad daha fazla oyun oynamak istemiyordu, eğlenmiş bir ifadeyle “bu da benden olsun o zaman” dedi. İkili, biraz daha rahatlamış bir halde oturdukları yastıklar üzerinde kıpırdandılar. Mert acıyan kolunu tuttu, Ali Kemal ise büyük bir dikkatle S’ad’i izliyordu. S’ad Adem’e bir şeyler söyledi, gene anlamadıkları bir dilde. Adem kapıyı açtı, kapının diğer tarafındaki birinden siyah bir kese aldı. Büyük siyah kesenin alt kısmında koyu bir leke vardı. Adem keseyi Mert ile Ali Kemal’in ortasına attı. Kesenin sarı bir kuşağı vardı. S’ad başıyla “hadi” dercesine işaret verdi. Mert sarı kuşağın düğümünü açtı. Karanlıkta belli olmuyordu içinde ne olduğu, elini içeri attı. Sert ve ıslak bir şeye geldi eli, biraz tüylü bir şeydi. Tüylerinden tutup yukarı kaldırdı. Siyah saçlı, teni kireç rengi bir insan kafası çıktı içinden. Mert panikle elinden düşürdü kafayı, Ali Kemal şaşkınlık ile baktı S’ad’e. S’ad gülümsedi, “Tanışın. Karamanoğullarından Süleyman bey.” Yerde yuvarlanan kafa halıyı kan ile kirletti... Mert ve Ali Kemal kafayı süzdüler bir süre. “Hasan Dede’yi severdim. Dün gece öğrendim kaybını. Ve, gerekeni yaptık.” Mert derin bir nefes aldı. Kendi kanı ile kirlenmiş eliyle kafayı halının üstünden aldı, keseye geri koydu. S’ad’e sinirlenmişti. Kim bilir ne bela bir göreve gönderecekti onları, ve karşılığında teknik olarak hiçbir şey vermeyecekti... O yüzden, korkacak bir şeyi olmadan cümlesine başladı. “S’ad... Söylemediğin bir şey var...” “Evet.Yavuz Sultan Selim hilafet yolunda bir günahı uyandırdı, beni. Sonsuzluğa gömülmüştüm, o çekti çıkardı beni o halimden. Ama, beni hanedanlığını koruma görevine bağladı. Yani, evet, ben yıkılmış bir aileyi şimdi bile desteklemek zorundayım.” Mert biraz daha tatmin olmuş, ama sinirli bir ruh hali ile kanayan kolunu tutmaya devam etti. “Bu bilgi de” dedi S’ad, “Kanpaktı’nın ödemesi olsun o halde.”


    Öyküyü word belgesi olarak indirmek içn tıklayınız.








    Semih "Khazak" Energin

    Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi T�m haklar� sakl�d�r.

    Yay�nlanma:: 2006-05-31 (7551 okuma)

    [ Geri Dön ]
     
    FRPWorld.Com ülkemizdeki fantezi edebiyatı ve frp sevenleri bir araya getirmeyi amaçlayan bir web sitesidir. 2003 yılında kurulmuş olan sitemiz kullanıcı ve yöneticilerimizin katkıları ile büyüyüp Türkiyenin en büyük frp sitelerinden birisi olmuştur. Galerisi, indirilecekler kısmı, akademisi, yazarları ile sitemiz tam bir frp hazinesidir. FRPWorld sizin de desteklerinizle böyle olmaya devam edecektir. FRP'nin doyumsuzca yaşandığı bu diyara hoş geldiniz.

    FRPWorld, yeni bir frp dünyası


    Sitede bulunan yazı, doküman ve diğer içerikler siteye ait olup başkaları tarafından kopyalanması, dağıtılması ya da ticari amaçla kullanılması yasaktır.
    Siteye yapmış olduğunuz katkılar frpworld.com'un olup bunları yayınlama ya da yayınlamama hakkı site yöneticilerine aittir.


    Sayfa Üretimi: 0.69 Saniye