I. FRPWorld Kısa Öykü Yarışmasında BeÅŸinci Olan Öykümüzdür.
Nöbet saatlerine kuruyordum kendimi, alışmıştım. KoÄŸuÅŸ nöbetçisi tarafından uyandırılmam gerekmiyordu. O gece gözlerimi açtığımda saat 02.35'i gösteriyordu. Kıştı, soÄŸuktu. YavaÅŸça kalktım, giyindim. Kışın, yaz kadar kötü kokmuyordu koÄŸuÅŸ.
-Herhangi bir deÄŸiÅŸiklik hissettiniz mi o gece koÄŸuÅŸta?
Hayır. DeÄŸiÅŸik bir ÅŸey yoktu. Normaldi, on üç aydır olduÄŸu gibi.
- Devam edin.
Hazır olunca cephaneliÄŸe indik nöbetçi çavuÅŸ ve ikinci nöbetçiyle.
- İsimlerini hatırlıyor musunuz?
Hayır, hatırlamıyorum.
- Devam edin lütfen.
Mermileri ÅŸarjöre yerleÅŸtirdik. Tüfeklerimizi aldık. MiÄŸferlerimizi takıp yola koyulduk. Yüksek bir tepeydi nöbet yeri. Tümenin su ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan, beÅŸ yüz tonluk su deposu, kritik bir noktaydı. Terör örgütünün en kanlı saldırılarını düzenlediÄŸi günler, depodaki suya katılacak çok az miktarda siyanür ya da benzeri bir karışım, tam anlamıyla bir katliam olurdu. Tepeye tırmandık. Nöbeti deÄŸiÅŸtik önceki askerlerle.
- Sordunuz mu onlara o gece olaÄŸanüstü bir ÅŸey olup olmadığını?
Sordum. Onların nöbetinde de sıra dışı bir ÅŸey olmamış.
- Devam.
ÇavuÅŸ diÄŸer nöbetçilerle gitti. O, ismini hatırlamadığım arkadaÅŸla yalnız kaldık. Ayrıca bir de demirbaÅŸ nöbetçisi vardı deponun, Alman kurdu, erkek, üç yaşında.
- Onun ismini hatırlıyor musunuz?
Evet. Kurt'tu adı.
- Bağlı mıydı?
Hayır, deÄŸildi. EÄŸitimliydi. Depo nöbetçileri deÄŸiÅŸmezdi on beÅŸ ay boyunca. İkiÅŸer saatten, on iki devriye, yirmi dört kiÅŸi ve nöbetçi çavuÅŸlar. Kurda, göreve baÅŸlamadan önce, hepsinin bir kez iç çamaşırları koklatılırdı. Tanımadığı kokuda biri yaklaşırsa yok ederdi.
- Böyle bir durum oldu mu?
Evet, oldu. Tümene yeni gelen genç bir subay, gece devriyesinde cipten inince, Kurt onu, kaÅŸla göz arasında paramparça etti. Durduramadık.
- Ne oldu peki?
Öldü. İnmemesi gerekirdi araçtan.
- Sorgulandınız mı?
Evet. Mahkemeye verildik sonradan; neden ateÅŸ etmediÄŸimiz sorgulandı. "O da askerdi ve görevini yapıyordu." dedik. Ceza almadık. Görev zayiatı olarak geçti tutanaklara.
- Devam edin.
Bir gözetleme kulübemiz vardı. Demirden yapıldığı için içi dışarıdan da soÄŸuk olurdu. Birimiz içeride durur, diÄŸerimiz depo etrafında turlardık.
- O gece içeri hanginiz girdiniz?
Arkadaşım. Ben dışarıdaydım.
- Sonra ne oldu?
Kurt yanıma geldi. Gözlerini yüzüme dikmiÅŸ, garip sesler çıkarıyordu. Etrafa baktım; ne bir iz, ne bir ses, her ÅŸey normaldi. Önemsemedim.
- Devam edin.
Turu tamamlayıp kulübeye döndüÄŸümde, arkadaşımın uyuduÄŸunu gördüm.
- Uyandırmaya çalıştınız mı?
Evet. Elimden geleni yaptım.
- Uyandı mı?
Hayır.
- Ne yaptınız peki?
Önce cebinden birkaç sigara aldım. Eski bir battaniye vardı kulübede; onu üzerine örttüm ve turlamaya devam ettim.
- Kurt ne yapıyordu?
Yoktu ortalıkta.
- Aradınız mı?
Birkaç kez seslendim, sonra önemsemedim. Bir yerlerde uyumuÅŸtur, diye düÅŸündüm. Birkaç tur attıktan sonra Kurt'un sesini duydum. Havlıyordu ama göremedim onu. Havlamaları inlemelere dönüÅŸtü sonra, derken sesi kesildi. Adımlarımı hızlandırdım; sesin geldiÄŸi yöne doÄŸru gittim.
- Arkadaşınız uyanmış mıydı?
Hayır.
- Ne oldu sonra?
Kurt'u gördüm, çimenlerin içinde sere serpe yatıyordu. Seslendim, kalkmadı. Fenerimi tuttum, yüzünü gördüm. AÄŸzından salyalar akmıştı ve gözleri fal taşı gibi açıktı.
- ÖlmüÅŸ müydü?
Evet, hiçbir hayat belirtisi yoktu.
- Sonra ne yaptınız?
Korktum. Kulübeye koÅŸtum ve arkadaşımı uyandırmaya çalıştım. Uyandıramadım. AÄŸzından dışarı tükürükler saçılmıştı. Nabzını yokladım, atmıyordu.
- Ne yaptınız o an ilk olarak?
Botlarımızı çıkarttım.
- Neden?
Benimkiler eskimiÅŸti, onunkilerle deÄŸiÅŸtim.
- Sonra?
Sonra düdüÄŸümü çıkardım ama çalamadım.
- Neden?
KorkmuÅŸtum, titriyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Nefesim yetmedi düdüÄŸü öttürmeye, belki de cesaretim. Yere yığılacak gibiydim.
- Devam edin.
Bir ışık yansıdı sonra kulübeye.
- Nasıl bir ışık?
Çok ince ama çok parlak.
- Ne renkti?
Kırmızı.
- Ne yaptınız?
GeldiÄŸi yere doÄŸru başımı çevirdim; aÅŸağıdan geliyordu.
- Aşağıdan mı?
Evet, su deposuna çıkan toprak yoldan. Biz en yüksekteydik. Dürbünle bakıyordum.
- Ne gördünüz peki?
AÅŸağıdan yukarıya doÄŸru bir at geliyordu, ağır ağır ve ışık alnından yükseliyordu.
- Başıboş mu?
Hayır, üzerinde bir gelin vardı.
- Gelin mi?
Evet, telli duvaklı bir gelin.
- Ne yaptınız?
TüfeÄŸimi ona doÄŸru çevirdim ama tetiÄŸe basmadım.
- Neden?
Elimdeki tüfek G3'tü. Üç bin metre menzili olduÄŸu söylenirdi ama isabeti sekiz yüz ile bin metre arasındaydı ve onlar daha uzakta olmalıydı.
- AteÅŸ etseydiniz alarm vermiÅŸ olurdunuz.
Bu aklıma geldi ama yapmadım.
- Neden? Hayal görüyor olabilirdim. Gördüklerimden emin olmak istedim.
- Devam edin lütfen.
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yerimden kımıldayamıyordum. Sonra garip bir şey oldu...
- Ne oldu?
Çekirgeler... Hepsi yuvalarından çıkıp deli gibi bağırmaya ve koÅŸturmaya baÅŸladılar.
- Korktunuz mu?
Korktum. AÅŸağıda alayın binalarını görebiliyordum. Bir iÅŸaretimle yüzlerce kiÅŸi buraya gelir ve kurtarırdı beni. Karar verdim tetiÄŸe dokunmaya ve dokundum da.
- Bir kez mi?
Hayır. Çok kez ama patlamıyordu.
- Neden?
Bilmiyorum. ÅŸarjörü çıkarıp tekrar taktım, yine olmadı.
- Ne yaptınız peki?
TüfeÄŸi yere attım ve botlarıma baktım.
- Neden?
Acaba benimkiler daha mı iyiydi diye. Emin olamadım.
- Devam edin.
AÅŸağı doÄŸru, var gücümle koÅŸmak istedim bağıra bağıra ama baÅŸaramadım.
- Neden?
Dizlerimin bağı çözülmüÅŸ gibiydi. OlduÄŸum yere diz üstü çöktüm.
- Palaskanız yeni miydi?
Evet. Neden?
- Belki arkadaşınızınkiyle değişirsiniz diye. Devam edin.
Sinema sahnesi gibiydi: Ben yüksek bir tepenin üzerinde, yerde diz üstü oturuyordum. Arkadaşım ve Kurt ölü, tüfeÄŸim iÅŸlemiyor, etrafımda çekirgeler bağırıp çağırıyor ve bana doÄŸru bir gelin geliyor, siyah bir atın üzerinde.
- Sonra?
Sonra ses yükselmeye baÅŸladı. Kulaklarımı kapattım avuçlarımla ama arttıkça artıyordu ve alayda hiç hareket yoktu. Sesi sadece benim duyduÄŸumu düÅŸündüm.
- Öyle miydi gerçekten?
Bilmiyorum.
- Devam edin.
O kulübeye vuran ışık, oturduÄŸum yerin çaprazındaydı. Sonra sol çaprazımda da bir ışık belirdi, aynı hizada. Başımı çevirip arkama baktım, iki ışık daha gördüm.
- Dört ışık arasında mı kalmıştınız?
Evet. Sonra birden sesler kesildi, yer, gök sustu sanki. Birkaç saniye sonra dört ışığın kapladığı alanın içi aydınlandı.
- Ne renkti?
Kirli sarı sanırım.
- Devam edin.
Tam o an ilginç bir ÅŸey daha oldu.
- Ne oldu?
Ezan sesi duydum, hem de çok net.
- Hangi aydı?
Kasım.
- Saat kaçtı?
04.45
- Sabah ezanı... Devam edin lütfen, aydınlık olan bölüm dikdörtgen miydi?
Hayır, elips...
- Devam.
Bir el dokundu omzuma...
- Devam!
Parmakları birbirinden ayrık şekilde dokundu, omzumu karışlar gibi. Parmaklarının inceliğini ve uzunluğunu hissettim.
- Ne düÅŸündünüz?
Yankesici olduÄŸunu.
- Devam edin.
Sonra öbür omzumda da bir el hissettim.
- Ne yaptılar?
Beni ayaÄŸa kaldırdılar. Çok korkmuÅŸtum; onlara bakamıyordum bile.
- Sonra ne oldu?
Yönümü aÅŸağı doÄŸru çevirdiler. At yaklaşıyordu.
- Işıklar çıkmaya devam ediyor muydu?
Hayır, kesilmişti.
- Sonra?
Sonra cesaretimi toplayıp yavaÅŸça başımı o yana çevirdim.
- Ne gördünüz?
Bir asker. Benim yaÅŸlarımda, aynı kıyafetli ama çok eskiydi üstündekiler, pis, yırtık.
- Tanımıyor muydunuz?
Hayır. Saçları ve sakalları çok uzamıştı; yıllardır tıraÅŸ olmamış gibiydi.
- Hayal görmediÄŸinizden emin misiniz?
Elbette eminim. Zaten bu atlı gelin ve eski asker hikayeleri alayda çok yaygındı. Gece nöbetçileri gördüklerini söylerlerdi zaman zaman ama yolun yarısında kaybolurmuÅŸ. Ben daha önce görmemiÅŸtim ve o an yolun yarısını çoktan geçmiÅŸ, geliyordu.
- Devam edin.
Sonra diÄŸer tarafımdaki adama baktım. O da askerdi. Aynı eski kıyafet, aynı yaÅŸlarda ve uzun saçlı, sakallı.
- Ne yapıyorlardı?
Elleri kollarımdaydı ve gözleri aÅŸağıda, geline bakıyorlardı.
- Devam edin lütfen.
At biraz önümde durdu. Gelin duvağını kaldırdı. Göz göze geldik. Gencecik bir kızdı, en fazla on sekiz yaşında.
- Gelinliği nasıldı?
Çok eski, en az elli yıllık olmalı.
- Sonra ne oldu?
Duvağını örtüp atı mahmuzladı, saÄŸa döndü, deponun arkasına doÄŸru. Biz de onu sessizce takip etmeye baÅŸladık. Çok ağır yürüyorduk.
- Deponun arkasında ne vardı?
Tümen çok büyük bir alanın üzerine kurulmuÅŸtu; uçsuz bucaksız bir yerdi. En yüksek yeri, o an olduÄŸumuz yerdi. Bu durumda, dürbünle bakmamıza raÄŸmen dört tarafındaki herhangi bir ucunu göremezdik. En bilinmeyen yeri, deponun arkasında kalan kısmıydı.
- Hiçbir ÅŸey yok muydu orada?
Sadece mezarlık. ÅŸehit askerlerin gömüldüÄŸü ama en son asker elli üç yıl önce gömülmüÅŸ, ondan sonrakiler ailelerine teslim ediliyormuÅŸ.
- Daha önce gitmiÅŸ miydiniz oraya?
Depoya çok yakındı. Hatta devriye sınırlarımız içindeydi ama oraya kadar inmezdik, korkardık.
- Devam edin lütfen.
Gelin, mezarlığın giriÅŸinde durdu, biz de durduk. Atın üstünden indi. Bir ÅŸeyler mırıldandı.
- Ne diyordu?
Anlayamadım. Alçak sesle ve anlamsız konuÅŸuyordu. Sonra mezarların üzerindeki topraklar kımıldamaya baÅŸladı ve aynı anda tüm mezarların içinden askerler çıktılar bellerine kadar ve bağırmaya baÅŸladılar. Deli gibi bağırıyorlardı.
- Ne diyorlardı?
Bir ÅŸey demiyorlardı, çığlık atıyorlardı.
- Siz ne yaptınız?
Ben de çığlık atmaya baÅŸladım.
- Neden?
Bilmiyorum. Çok korkmuÅŸtum; aklımı yitirmek üzereydim.
- Sonra?
Küf kokusu gibi bir koku kapladı ortalığı. Midem bulandı ve kustum. Bir süre sonra çığlığı kestiler. Gelin bir ÅŸeyler mırıldandı yine. Dört tanesi mezarlarından çıktı, bize doÄŸru geldi. Robot gibiydiler. Bizi geçip gittiler. Öylece durduk on dakika kadar, sessizce.
- Sonra ne oldu?
Arkamdan sesler geldiÄŸini fark ettim. Başımı çevirip baktım. Arkadaşımı ve kurdu sürüklüyorlardı. Yanımıza geldiklerinde durdular. Arkadaşımın kımıldadığını fark ettim. Az sonra da bağırmaya baÅŸladı.
- Ne diye bağırıyordu?
Bu botlar benim deÄŸil! Bu botlar benim deÄŸil!
- Devam edin.
Mezarlarından çıktılar. Gelini ortalarına aldılar. Tek sıra halinde dizildiler. Biz gelinin arkasındaydık. Gelin yürümeye baÅŸladı.
- Hangi tarafa?
Mezarlığın içine doÄŸru. Biz de onu takip ettik. Çok ağır yürüyordu. Bir mezarın önünde durdu. O durunca iki tane asker mezarın toprağını elleriyle dışarı atmaya baÅŸladılar.
- Ne düÅŸünüyordunuz siz o sırada?
KoÄŸuÅŸtaki dolabımın içinde, havluların arasına para saklamıştım. Kesin yürütürler, diye düÅŸünüyordum.
- Devam edin.
Toprağı iyice kazıp geri çekildiler. Gelin mezarın içine girdi ve gözden kayboldu.
- Sonra?
Askerler beni aynı mezara doÄŸru sürüklemeye baÅŸladılar. Direnmeye çalıştım ama baÅŸaramadım. Yanımdakilerden biri indi önce. O da gözden kayboldu. Sonra diÄŸeri beni mezarın içine itti. Ayaklarım girdi önce ve iki el paçalarıma yapıştı. Üstteki iterken alttaki çekiyordu.
- Tünel gibi miydi?
Evet.
- Ne kadar sürdü iniÅŸ?
On ya da on beÅŸ dakika kadar. Çok dardı ve pis kokuyordu. Ben sürekli kusuyordum.
- Sonra?
El paçalarımdan çekildi. Ayaklarımın topraÄŸa deÄŸdiÄŸini hissettim. Sonra tekrar ayaklarımdan tuttu ve dışarı çekti beni.
- Nasıl bir yerdi?
Çok alçak ve dar. İkimiz de baÅŸlarımızı eÄŸmiÅŸtik, zor sığıyorduk bölmeye. Tam önümüzde basamaklar vardı. Beni bileÄŸimden tuttu ve çekmeye baÅŸladı.
- Düz müydü basamaklar?
Hayır, döne döne iniyorduk.
- Nasıl görüyordunuz önünüzü?
Her dönemeçte meÅŸale vardı. Koku ve dumandan nefes almakta güçlük çekiyordum.
- DiÄŸerleri neredeydi?
Önümüzde gelin vardı. Ayak seslerini duyuyor ama göremiyordum. Arkamızdan da sesler geliyordu. Sanırım, hep birlikte iniyorduk aÅŸağıya.
- Ne kadar sürdü inmeniz?
Bu daha kısaydı, on dakikadan az.
- Nereye çıktınız?
GeniÅŸ bir yere ama hiçbir ÅŸey yoktu, meÅŸalelerden baÅŸka. Gelin önümdeydi, sırtı bana dönük. Bir süre bekledik orada.
- Ne beklediniz?
Sanırım herkesin inmesini bekledik. Sonra gelin ileriye doÄŸru yürümeye baÅŸladı.
- Ne vardı ileride?
Ben bir ÅŸey görmüyordum, az ilerisi duvardı ama o yürüyordu. Duvarın tam önünde durdu. Sonra arkamdan iki asker ona doÄŸru yürüdü ve elleriyle duvarı ittiler. Bir kapı açıldı. Geriye çekildiler. Işık vurdu kapıdan içeriye. BulunduÄŸumuz yer aydınlandı. Beni geline doÄŸru sürüklediler. Yanında durdum. Askerler geri çekildi. Gelin koluma girdi ve kapıdan içeri girdik. Biz girer girmez de kapı kapandı.
- DiÄŸerleri girmedi mi?
Hayır. Sadece ikimiz.
- Ne vardı içeride?
İnanılmazdı, kocaman bir salon, düÄŸün salonu; tıka basa doluydu içerisi.
- Asker miydi konuklar?
Hayır. Aileydi hepsi, sivil, iyi giyimli. Biz içeri girince bir alkış koptu. Müzik çalmaya baÅŸladı.
- Ne çalıyordu?
Çok hüzünlü bir müzik, tam olarak hatırlamıyorum.
- Devam edin.
Piste doÄŸru yürümeye baÅŸladık. Sonra biri bana seslendi.
- Kim sesleniyordu?
Başımı çevirip arkama baktım, annemdi.
- Yalnız mıydı?
Hayır, babam da yanındaydı. Onu teselli etmeye çalışıyordu. Annem aÄŸlıyordu.
- Ne hissettiniz?
Neden aÄŸladığına anlam veremedim. Böyle özel bir günde mutlu olması gerektiÄŸini düÅŸündüm. Yanına gitmek istedim ama Mukaddes kolumu bırakmadı.
- Mukaddes kim?
Gelin.
- Devam edin lütfen.
Bir süre öyle kaldım.
- Neden?
Annemle babamı seyrediyordum. Çok gençlerdi; giysileri çok komikti. Eski, çok eski filmlerdeki artistler gibi giyinmiÅŸlerdi. Gülümsedim.
- Neden?
Babam terziydi. Çılgın olduÄŸunu düÅŸündüm ama sonra etrafa bakınca herkesin az çok benzer ÅŸeyler giydiÄŸini gördüm. Benim giysim de garipti.
- Siz ne giymiÅŸtiniz?
Asker giysisi.
- Devam edin lütfen.
Pistin önünde bize ayrılan bir masa vardı, oraya oturduk. Masanın üzerinde çerçevelenmiÅŸ, siyah beyaz bir resim vardı.
- Kimin resmiydi?
Bizim. Mukaddes ile benim. Üzerindeki tarih 1947'ydi.
- 69/3 tertip misiniz?
Evet.
- Devam edin.
Orada fazla kalmadık. Çok eski parçalar çalınıyordu. Yarım saat kadar sonra alkışlar arasında dışarı çıktık.
- Nereden çıktınız dışarıya?
SaÄŸ ileride bir kapı vardı, oradan çıktık.
- Nasıldı dışarısı?
Yağmur yağıyordu. Akşam vakitleriydi. İnsanlar bize bakıyorlardı.
- Neden?
Giysimden dolayı sanırım. Gerçi ben de onlara bakıyordum. Erkeklerin hepsinin başında ÅŸapka vardı. İlginçlerdi.
- Sonra ne oldu?
Bir araba bekliyordu bizi, siyah bir araba, ÅŸimdiki Karaköy dolmuÅŸları gibi. Bıyıklı, çok yakışıklı bir ÅŸoför kapıyı açmış, duruyordu. Önce Mukaddes bindi, sonra da ben. Ön tarafa da Mustafa oturdu.
- Mustafa kim?
Nöbet arkadaşım.
- İsmini hatırlamadığını söylemiÅŸtiniz.
Yukarıdayken hatırlamıyordum; ancak şimdi hatırlıyorum.
- Devam edin.
Bir süre hiç konuÅŸmadan gittik ıslak yollarda. SessizliÄŸi Mustafa bozdu.
- Ne dedi?
Bu botlar benim deÄŸil! Bu botlar benim deÄŸil!
- Devam edin.
Bir apartmanın önünde durduk. ÅŸoför inip kapıyı açtı. Önce ben indim, sonra Mukaddes. Apartmanın önünde birkaç kiÅŸi vardı. Alkışladılar, aralarından geçip apartmana girdik. İkinci kattaki dairenin önünde durduk. Mukaddes kapıyı açtı, içeri girdik.
- Nasıl bir evdi?
Büyük. Çok sade. Güzel sayılır.
- Ne yaptınız ilk olarak?
Banyoya girdim, üzerimdeki kusmukları temizledim. Sonra geri döndüm. Mukaddes yoktu. Salona girdim, orada da yoktu. Yatak odasında buldum onu. Yatağın üzerinde oturuyordu.
- Ne yaptınız?
Yanına yaklaÅŸtım. Önünde durdum, yavaÅŸça duvağını açtım.
- Sonra?
Öptüm onu. AyaÄŸa kaldırdım. Sonra soyunmaya baÅŸladık ve yataÄŸa girdik. Üzerine uzandığımda burnuma bir koku geldi, geri çekildim.
- Ne kokusu?
Pis bir kokuydu. Hani köpekler yaÄŸmurda ıslandıktan sonra çok pis bir koku çıkarırlar ya, ona benziyordu.
- Nereden geliyordu?
Mukaddes'ten. Kalkmak istedim üzerinden ama elleriyle ensemi tuttu ve kendine doÄŸru çekmeye baÅŸladı. Koku giderek artıyordu ve Mukaddes deÄŸiÅŸmeye baÅŸlamıştı.
- DeÄŸiÅŸen neydi?
Tırnakları giderek uzuyordu. Ensemden etime giriyorlardı. Derisi buruÅŸuyordu. Zayıflıyordu, bir balondu sanki ve sönüyordu.
- Ne yaptınız?
Kaçmaya çalıştım. Yataktan kalktım, o da kalktı. GöÄŸüsleri karnına kadar sarkmış, saçları ise bembeyaz olmuÅŸtu. DiÅŸleri yoktu aÄŸzında. Beni kapıya dayadı. Öpmeye çalışıyordu. Saçlarından tutup onu itmek istedim, saçları elimde kaldı. Sonra derisi erimeye baÅŸladı. Bıraktı beni. Yere attı kendini. Bağırıyordu, yerde kıvranıyordu; acılar içindeydi.
- Ne yaptınız?
Kapıyı açtım ve merdivenlerden aÅŸağı koÅŸmaya baÅŸladım. Apartmanın çıkışında Mustafa tuttu beni yakamdan. Deli gibi bağırıyordu bana.
- Ne diyordu?
Bu botlar benim deÄŸil! Bu botlar benim deÄŸil!
- Sonra ne oldu?
Mustafa'dan kurtulup apartmana girdim tekrar. Yukarı koÅŸtum. Yatak odasına girdim. Mukaddes hâlâ kıvranıyordu.
- Sonra?
Apartmandan sesler gelmeye baÅŸladı. Kapıyı yumrukluyorlardı. Açmadım, kırıp girdiler içeri.
- Kim?
Askerler. Yakaladılar beni, kurtulamadım ellerinden. Götürdüler.
- Nereye?
Önce revire götürdüler beni. Birkaç gün orada kaldım. Sürekli sayıklıyordum. Sonra hastaneye sevk ettiler.
- Ne sayıklıyordunuz?
Ben almadım! Ben almadım!
- Anlıyorum. Sonra da bana getirdiler sizi. ÅŸimdi size bir antidepresan yazıyorum. Bir süre kullanacaksınız bunu. HemÅŸireler yardımcı olacaklar size. Sonra yine bana getirecekler. Kısa sürede atlatacağınızı umuyorum. Yakında birliÄŸinize geri döneceksiniz. Merak etmeyin, su deposu nöbetinden muaf olmanızı saÄŸlayacağım.
Götürün arkadaÅŸlar!
30 Kasım 1990 / Ankara
Askeri hastane
Tabip yüzbaşı Cenk Erden'in odası
------------------------------------------------
Bu konuşmayı yaptıktan hemen sonra, daha odasına varmadan hastayı kaybettik.
- Nasıl olmuş?
Koridorda yürürlerken nöbetçilerin arasında fenalaÅŸmış ve can vermiÅŸ.
- Sebep?
Bir teÅŸhis konulamadı. Gürültüyü duyunca ben de gittim. AÄŸzından tükürükler boÅŸanmıştı ve gözleri fal taşı gibi açık, yatıyordu yerde.
- İlginç.
Daha da ilginci var: Bir araÅŸtırma yaptırdım, arÅŸivden 1947 yılındaki erlerin listesini istettim. Kasım ayındaki su deposu nöbetçilerini inceledim. İnanmayacaksın ama 13 Kasım 1947 gecesi, üç-beÅŸ saatleri arasındaki nöbetçiler kayıp. Tüm aramalara raÄŸmen bulunamamışlar. Gerçi cinsi ve yaşı belirtilmiyor ama deponun bir de köpek bekçisi varmış, o da kayıp.
- İnanılmaz!
Üstelik kayıp olan erlerden birinin teskeresine on beÅŸ gün varmış. NiÅŸanlıymış, terhis olur olmaz düÄŸünleri yapılacakmış.
- Nişanlısına ne olmuş peki?
Sinir krizi geçirmiÅŸ, kaybolduÄŸu yeri görmek istemiÅŸ. İzin alınmış ve iki asker nezaretinde depoya çıkarılmış.
- Sonra?
Deponun arka tarafındaki mezarlığın içine doÄŸru gitmiÅŸ ve kaybolmuÅŸ.
- İnanılır gibi değil.
Öyle! Tam bir hikaye konusu.
13 Eylül 2003 / İstanbul
AraÅŸtırmacı yazar Esat Çelik,
yayınevi editörü ile
---------------------------------------
AraÅŸtırdım, 1990 yılında hastanenin kayıtlarına böyle bir olay geçmemiÅŸ. BeÅŸ yüz tonluk su deposu bulunan tüm birlikleri de taradık; ne 1947/48 yıllarında ne de 1989/90 yıllarında ölen ya da kaybolan kimseye rastlayamadık.
- O halde hikaye olmalı.
Ben de öyle düÅŸünüyorum. Zaten 'Öyle, tam bir hikaye konusu.' diye bitiyordu. Bir ÅŸey daha var ama...
- Nedir?
Ankara'daki bir birliÄŸin su deposu nöbet tutanaklarında, nöbetçilerin sıkça bir ses duyduÄŸu söyleniyor.
- Ne zamandan beri?
İlk 1990 kasımında olmuÅŸ, ondan sonra belli aralıklarla bugüne kadar bu tür kayıtlar var. Deponun arka tarafında bir mezarlık varmış. Ses oradan geliyormuÅŸ.
- Duydukları ses neymiş?
Ben almadım! Ben almadım!
Metni word belgesi olarak indirmek için tıklayınız.
Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi Tüm haklarý saklýdýr.