-Yaşlı adamın evindeyken-
Uzun seneleri ardımda bırakıyorum. Geride ne koşan küçük ayak sesleri, ne de her gece sırtıma sıcaklık hissi veren bir vücut var. Bu küçük Karakilise Köyü'nde tamamlayacağım ömrümü. Ömrümü tamamlarken sizlere bıraktığım şeyler Karakilise'nin huşûlu gecelerinde rüzgarın uğultusu, kapımın önünden geçen köpeğin ayak sesleri, yalnızlığın sesi ve yaşlı adamın çağrısıdır. Küçüklüğümün yetim ve öksüz yılları, bu odada yaşayacak kadar mirasçı kanı taşımamdan başka bir şey bırakmadı bana, evet bir de o boş kitap vardı. Boş kitap!.. Yaşlı adam ise bu iki katlı -üst katı uzun birleşik bir balkondan meydana gelen ve alt katında sade bir odadan başka bir şey bulunmayan- binanın alt katında yaşıyordu. Üst kat onun kardeşine aitti. Kardeşi ise, Almanya'da işçiydi. Yazları gelir, sonra geri dönerdi. Ölene kadar da böyle oldu... Yan komşusu diğer kardeşiydi. O Fransa'dan dönmüş bir emekliydi. Tâ ki ölene kadar... Yaşlı adam orta boylu, tıknaz yapılı, siyah ve beyazın karıştığı uzun sakalı olan, çıkık elmacık kemikli, içe çökmüş siyah gözleri olan biriydi. Üzerinde siyah şalvarı, gri kolsuz ceketi, beyazı kaybolmuş gömleği, krem rengi bel bağı, kara lastikten ayakkabısı, elinden bırakmadığı siyah tespihi vardı ve ölene kadar da böyleydi. Uzun ömründe fazla konuştuğu görülmemişti.-görüldüğü zamanlarda ise konuşmasını küfürle sonlandırırmış-. Evle beraber her gece yatsı ezanından sonra rüzgarın, hışırtıların ve köpek havlamalarının tükendiği vakti bekler ve yatardı. O zamanlarda ben her sabah televizyonun karşısında TRT kalanının açılışını seyreder, her açılışta askerlerle birlikte İstiklâl Marşını belli belirsiz mırıldanır ve sadece bu zamanlarda yayınlanan çizgi filmleri sabırsızca beklerken aniden tuvaletim gelir, balkona koşar ve balkondan aşağıya hızla rahatlarken onun sabah kalkışına tanık olurdum. O saatte herkes uyurdu: Dedem, öğretmen, köpekler, rüzgar... Bir tek biz ayakta olurduk; O ve ben. Kimse nasıl öldüğünü bilmiyordu. Onun bu gidişine inanamayıp hayaller içinde gözlerini yumuyorlardı; ama ne rüzgar, ne hışırtılar, ne de hayat onu unutmuştu. Her biri musalla taşının üstünde yatan tabutun içindeki adama haykırıyor, seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Ben ise çocuktum. Bildiğim ve bilebileceğim tek şey annemin, babamın ölmüş olduğu ve yaşlı adamın Fransa'dan emekli kardeşinin yanında ebe, dede diye hitap ettiğim kimselerle yaşıyor olmamdı. O sabah televizyonlar aylarca kapalı kalacaktı; çünkü ölü vardı. Kimsenin bilmediği ama herkesin bir telaş ve hüzün maskesi altında izlediği, yaz zamanı kar altında kalmış bir ölü... Tabut kaldırılıp taşındı. Siyahların içindeki cami imamımız her zamandan daha huşûlu ve sessiz bir şekilde önde ilerliyordu. Arkasından ise tabut, tabutun içindeki, olmayan kalabalık ve ben vardım. Kısa zaman içerisinde köy çıkışına geldik. Buradan sağa dönüp mezarlığa ilerledik. Yaz zamanı yağan karın üstünde eğlenceli olmayan bir oyunu çoktan bulmuştum: "Ölüyü takip edenlerin ayak izlerine basarak ilerlemek." Oyunun ismi buydu. Nedeni ise yeni yeni anladığım bir sebepti ki bu sebep ölüyü takip eden yitikler gibi olmamak için verilen çabaydı. Yoğun kar yağışı içinde solumuzda bulunan tepeye çıktık, onlar karda aldırış etmeden ilerliyorlardı. Ben de onların ayak izlerinden gidiyordum. İlerideki mezarlığın kapısından geçtik. Benim için geceleri korkunç olan, gündüzleri anlamsızlaşan bu yerde iki adam vardı. Bunlar çoktan mezarı kazmışlardı. Tabut toprağa bırakıldı. Son gördüğüm buydu. O anda orada sonradan fark ettiğim bir gerçeği bulacaktım. Yaşayan biri gömülüyor, ölüler ise izliyordu. Ben ise geliş ve gidişte olduğu gibi onların ayak izlerini takip ediyordum... Aradan bir ay geçti. Rüzgar, köpekler, hayat, dedem ve köy eski durumuna dönmüştü. Daha sonra muhtara mirasın okunması için gidildi. Kimsenin beklentisi yoktu, çocukça bir beklentisi olan benden başka. Muhtar kağıdı okudu. Duydukların benim için bir şey ifade etmese de, herkes bana ve küçük bir sandığın içinden çıkarılan boş bir kitaba bakıyorlardı. Dedem başımı okşadı. Sonra her şey toplanıp dedeme verildi. O günde öyle geçmişti, aynı diğer günler gibi. İleride ölülerin arasında yaşamın hep aynı olduğunu düşünecektim; ama düşünmedim. Çünkü hayat benim için yeni başlıyordu... Yıllar geçti... Aynı diğerleri gibi... İlkokul öğrenimim bitti. Dışarıya eğitimime devam etmem için - tuhaftır ki- gönderildim. Eğitimim sırasında bir çok yurt ve bu yurtlarda bir çok yatak değiştirdim. Çevremde birçok olay oluyordu, en azından oluyormuş. Yaptığım çoğu şeyi hatırlamıyordum bile, hepsi yitik ve yok olmuş bir haldeydi. Sonraki yıllar hızlı geçmişti; köye döndüm ve hayata ilk adımımı attım!.. Dedem beni kapıda karşıladı. Elini öptüm. Her zamankinden soğuk bir ifadeyle bana baktı. İçeriden bir poşet içinde birkaç parça elbise verdiler. Sonrasında bir anahtar. Ruhsuzlaştım. O an ne hayat beni ne de ben hayatı görebiliyordum. Son duyduğum kapının çarpma sesi ve elime sıkıştırılmış anahtardı. Zihnimde kalanlar ise; kesinlikle hiçbir şey! Kapıyı tekrar tekrar çaldım, ne ses ne de başka bir tepki geldi. Anahtara ve elimdekilere baktım. şaşkınlık ve hafif korku ile bembeyaz oldum. Elimde siyah bir tespih ve giysiler vardı. O anda bir çok şey üzerime geldi. Bunlara sonraları duygu dendiğini öğrendim; ama işin garibi bunların hiçbirini tanımamamdı... ... Sabah olmuştu. Rüzgarın yankılarıyla uğuldayan duvarlarımda sesler durmuştu ve bu dünyadaki yaşamım başlamıştı. Bir zamanlar korku, saygı ve ilgiyle baktığım evdeyim. Ölünün evinde. Ben ise artık bir ayak izi bulamıyordum. Bu oyun ise burada sonlanmıştı, bu evdeki ilk gecemde... Her gün evime gelen iki öğün yemekten ve camideki imamın ezan sesinden başka bir şey yoktu. Dostlarım ise her akşam sonrası ve sabahları beni ararlardı; rüzgar uğultusuyla, belirsiz sesler hışırtılarla, birkaç köpek havlamalarıyla... İlk günün sonunda evin yankısal duvarları arasında kendime işkence ediyordum. Bunu istemiyordum; ama en ufak hareketim sanki gümbürtüye, tarif edilemez seslere dönüşüyordu. Tüm bu şeylerden kurtulmak için bana miras kalan sandığı açtım. Bir kitap vardı. Eski parşömen birleşimi bir kitap. Kahverengi, siyah kalın iplerle bağlanmış bir kitap. İlk açtığım sayfalarda bir şey yoktu - Zaten insanoğluydu hep ortadan başlamak isteyen.- En baş sayfada bir şiir bulmuştum. Duvarların yankısı eşliğinde oturdum, şiiri içimden okumaya başladım.
Kimim Ben?
Bir sevda masalı gibiydim ben
Bir inişli, bir çıkışlı
Bir köyün bağrından
Yıkık bir evde biten
Kimi zaman zenginlikle
Kimi zaman sefillikle geçen. Bir gece gibiydim ben
Kâh aydınlığı yansıtan
Kâh karanlıkta bırakan
Tüm bunların dışında
Hep gölgede kalan Bir papatya gibiydim ben
İkilemlere konu olan
Kimi zaman sevindirip
Kimi zaman kızartan
Mevsimi bitince unutulan
Ve hep yalnız bırakılan Bir şarkı gibiydim ben
Dinlenince yürekleri hoplatan
Renkten renge sokan
Çılgınlar gibi zıplatan
Ama asla anlaşılmayan Bir destan gibiydim ben
Okununca coşturan
Düşününce sırıttıran
Bazen hayattan başka yerlere götüren
Geriye bakılınca palavra olan
..........
İşte ben buydum
Güzel denilenin ardından gelen
İyi denen şeyi bitiren
Suçum ise bunları yapmaktı!..
İşte bunun gibiydim ben. Belki de hayatımdaki en hassas noktalara hitap eden şiirdi. O gün duvarlar bana zarar vermedi, hatta hiçbir ses çıkmadı. Ben hayal ve düşünce aleminde ilerlerken vücudum tek bir yankısal sese bile izin vermemişti. Ben yaşıyordum. Beni gören birisi olsaydı, tek kelimeyle "ölü" diye bağırarak uzaklaşırdı. Yalnızlığım ve sessizliği gitgide artsa da kendime birçok dost bulmuştum. Bu zamanlarda evime kapanıyor ve şiire bakıyordum. Aklıma gelen bir çok şeye "Kimim ben?" sorusunu soruyordum. Aradan aylar geçti, ben bu zaman diliminde kendimle ilgili birçok uyuşmazlığı çözmüştüm. Bu arada hayat benden uzaklaştıkça ben yaşadığımı hissediyordum. Bir akşam kapım ansızın çalındı. Aniden yankılanan dış kapı sesiyle irkildim. Kendime gelip kapıya doğru pencerenin ucundan baktım. Gelen imamdı, ölüye yaşamın yolunu gösteren imam. Gönülsüz atılan ayak seslerimin yankılarıyla dış kapıya ilerledim. İmam karşımdaydı. Uzun yıllar sonunda konuşmayı unutmuştum. Ciddi tavrımı bozmadan vereceğim cevabı ararken, imam hemen hemen toplumun birçok kesiminde kullanılan selamı verdi. Elimi bağrıma götürdüm. Selamı sessiz kabul etmenin ve vermenin en kısa yolu buydu. İmam bir süre bir şeyler bekledi, sonra konuşacakmış gibi oldu;ama konuşmadı. Elime bir kağıt tutuşturup uzaklaştı. Aynı bu evin anahtarının tutuşturulduğu zaman gibi... Bir süre uzaktan herhangi bir köylüden farksız olan adama baktım. İçeri girerken kağıdı açtım. Oda, yabancı maddenin girmesini istemezmişçesine her hışırtıda çınladı, yankılandı. Sonra siniri geçti, rahatladı. Kağıtta ise bir kaç talimat vardı. Boş kitap hakkında talimatlar, hayatımı değiştirecek olan talimatlar!.. Boş kitabın anahtarı, benim sonumun başlangıcı talimatlar. Günler geçmişti. Artık kitap odanın bir köşesinde, ben bir köşesindeydim. Nedendir bilmiyordum ama ondan çekiniyordum. Gergindim ve bu gerginliğim duvarların hoşuna gidiyormuş gibi yankılar tuhaflaşıyor, beni içine alıyordu. Mevsim sonbahardı. Köşelerinde kaçmayı ve yakalamayı bekleyen av, avcı konumunda bekliyorduk. Oda ise bize gülen, bizi yöneten komutandı. Tüm bunların dışında daima ezilen bendim. Bundan acı duyuyordum; ama bu acı his olmaktan öteye gidemiyordu. Çok nadir dışarı çıkar olmuştum. Bazen yemek yemeyi bile unutuyordum. Zamanımın çoğunu rüyalarımda geçmişe giderek hafızamda yok olan geçmiş kırıntıları arasında geziniyordum. Arta kalan zamanlarımı ise ara sıra unuttuğum yemek ve sobayı yakma işi için ayırıyordum. Gariplik dedikleri buysa evet gariptim. Belki bir şarkıydım daima ilgi gören ama anlaşılmayan... sadece belki... belki. Günler ilerledi, kış geçti. Geride ise hâlâ silinen, silinmeye devam eden bir geçmiş bıraktım ve bırakıyorum. Kitap ise oradaydı. Üç ay önceki olan çoktan silinmişti hafızamdan, sadece anımsıyordum; ama kitap hâlâ oradaydı. Duvarlar ise çoktan sıkılmıştı ve artık kitaba doğru her hamlemde rahatlatıcı - ilk zamanlardaki gibi- yankılar ve sesler çıkarıyordu. Ben ise bıkmıştım. Kendime baktığımda varlığı olmayan bir adam, çevreme baktığımda ise rüzgarın sesi ve evin yankıları vardı. Hayatın hazlarından mahrumdum; ama o dürtü her geçen gün artıyor kitaba çekiyordu. Kim yenecekti ? Bu aptalca soruyu çok sordum kendime cevabını bile bile... Kitabı, odanın yumuşak yankıları ve rüzgarın uğultuları arasında elime aldım. İlk sayfasının sesiyle duvarlar gülmeyi bıraktı. O anda durdum belli belirsiz duvarlara bakarak ben güldüm; çünkü bu benim isteğimdi ve şiiri bağırarak okumaya başlamıştım. "Kimim ben?" Duvarlar sustu, artık ne yankı ne de başka bir şey vardı. Evde kendime ait olan huzuru bulmuştum. Kendimi, kendi isteklerimi... Ve gece boyunca kitabı okudum. İlk önce bağırarak, sonra çığlıklarla, daha sonra iniltilerle... İlk sayfayı çevirdim. Aklıma gelen tek şey korkunun beni ezen gücünün benliğimde yankılanmasıydı ve o gece ilk defa köpek ayak seslerini duydum... Penceremin önünden geçen bir çift köpek ayak sesini... Ne baktım, ne konuştum. Duvarlar artık susmuştu. Ben ise odanın köşesinde kitaba sarılmış bekliyordum. Tâ ki o ses gelene kadar... Ve o gelmişti. Bundan sonra her gece geleceğine yemin ederek, gelmişti... Sanırım altı yıl olmuştu. Artık geçmişim dursa da ayrıntıları unutuyordum. Okuduklarım, gördüklerim, duyduklarım inanılmazdı. Bilim, felsefe, neden, güç, madde ve bir çok şeyin dışında kendi yaşamımın başlangıcıydı... O zamanlar ben nedensizleşmiştim. Ne evime kimse gelebiliyor, ne de yaklaşabiliyordu. O ise her gece rüzgarın sesi, yankıların sesi ve evimin önünden geçen bir çift köpek ayak sesleriyle beni buluyordu... Ben çaresizdim, günüm yemekten uzak olsa da vücudum kendi kendine yetiyordu artık. Kitap ise kararıyordu. Her zamankinden daha çok. Ben ise çılgınlık seviyesinde yaşadığım her anı hatırlamaya çalışıyordum... Kitap bitiyor, rüyalar başlıyordu. Bilgi ve şimdiye kadar hissetmediğim duygu, ilim gibi şeyler bana akıyor; ama o her gece beni buluyordu. Karşımda duruyor, gülüyordu. Dayanamıyorum artık. Ağlayarak, yarı delirmiş halde kendimi bulduğum günler geride kalmalı... Ölüm buysa ben cehennemdeyim, ben yaşıyorsam neden diğerleri gibi haklarım yok; ama sanırım ben ölüyüm. Evet ben onlardan farklıyım. Onların çocukları var, onların her akşam sırtlarını ısıtan onlara sarılan eşleri var, onların yemek yeme ihtiyaçları var. Ben... ben tüm bunların dışında -ağlıyorum- sızlanan, deliren, çıldıran, işkence gören biriyim. Bunlar kazandıklarımın bedeliyse, istemiyorum. Akşam oluyor... Yine o gelecek biliyorum;ama beni alamayacak...
-Dört dakika sonra-
Oradan oraya zıplarken buldum kendimi. Bu nedir? Gücün bedeliyse hayır, istemiyorum. Sanırım bize olacak bu, bize yapacakları bu. Ah! Evet hissediyorum rüzgar başladı, köpek koşturuyor ve yine o burada olacak. Bilemiyorum ama sizlere bunu bırakıyorum. Ben ise yaşamak için gidiyorum. İntihar edeceğim!..Ölülerin yanında yaşayanın yeri yok, ölü biri yemek yer, ölü biri evlenir; ama ben yaşıyorum. Ne yemek, ne kadın, nede başka bir şeye ihtiyacım var; ama yanlış yerde yaşıyorum. Ah! Evet geldi, ayak sesleri... işte size uyarım, çağrım , mesajım kaçın bırakın burayı. Ölülerin arasında işiniz yok... Eğer ölüyseniz biraz sonra yaşayacaksınız!..
-Adam belindeki kuşağı tavana bağlayıp kendisini asar.
- Boş kitap kapanır. Yaşlı adam içeri girer...
-Orta Anadolu’nun bir köyü olan Karakilise' de bir gece daha başlıyordu yaşayanlarla!..-
Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi T�m haklar� sakl�d�r.