Frp World Ana Menü
  • Frp World
    » Anasayfa
    » Forum
    » Anketler
    » Akademi
    » Kitap Tanıtımları
    » Haber Arşivi
    » Haber Gönderin
    » Makale Gönderin

  • Üyelere Özel

  • Kişisel
    » Hesabınız
    » Özel Mesajlar
    » Üye Listesi
    » Üye Arama
    » Siteden Çıkış

  • Site Bilgileri
    » Top10
    » Site Hakkında Yorumlarınız
    » İstatistikler
    » Destekleyen Siteler

  • Kullanıcı Menüsü
    Hoşgeldin, Diyar Gezgini
    Üye Adı
    Şifre
    (Kayıt Ol)
    Üyelik:
    Son Üye: moiseeva2exln
    Bugün: 13
    Dün: 51
    Toplam: 85018

    Şu An Bağlı:
    Ziyaretçi: 1724
    Üye: 0
    Toplam: 1724

    KAYIP DÇNYA Sırları 1.Kitap - SEÇİLMİş OLAN (Bölüm 2)




    Nadir yaşamlar arkasında iz bırakır. Nadir zamanlar hatırlanmaya değerdir.

    Zaman kelimelerden ibarettir, yazılmayan bir zaman sadece yaşanır, sonra unutulur gider. Ama kelimeler ölümsüzdür.
    Yaşam bittiğinde geriye sadece kelimeler kalır. Çnemli olan yaşanan zamanı hatırlanmaya değer kılmaktır.

    Ancak bazı yaşamlar, başkalarının elindedir...
    Merivia halkları binlerce yıldır bu maceranın başlamasını bekliyordu...


    2
    Quendelin
    Nehirdeki parıltı
    O gün öğlen vakti genç ve güzel elf kızı Nielda, iç açıcı bahar havasını solumak için Sylvanor'un beyaz mermer yollarında yürüyüşe çıkmıştı.
    İnce mermer yollar yapılırken ağaçların, hatta yol üzerindeki kaya parçalarının bile yerlerinin bozulmamasına özen gösterilmişti. Ormanların içine, göl kenarlarına, elflerin beyaz mermerden evlerine kadar her yere kıvrıla kıvrıla gidiyordu yollar. Elflerin binlerce yıldır yürüdüğü bu cüce işi sağlam mermerden yollar ne aşınmış ne de eskimişti.
    Nielda yürürken yol kenarlarında ağaçların serin gölgeleri altında toplanmış elf gençlerini gördü. Gençlerin çoğu altılı, sekizli gruplar halindeydiler, lavta çalan arkadaşlarına elflerin kulağa hoş gelen melodik sesleriyle eşlik ediyorlardı. Bazıları kalabalık gruplar halinde, bazıları sadece eşleriyle dans ediyorlardı. Genç büyü kullanıcıları da çimenlere uzanmış, büyü kitaplarını önlerine açmış bir şekilde yalnız başlarına büyülerine çalışıyorlardı. Ama bütün bu gençlerin dikkati, yanlarından geçip giden Nielda'nın güzelliğini görünce bozuluyordu. Saçları adını ifade edercesine ışıl ışıldı; Nielda, elf dilinde yıldızışıltısı anlamına geliyordu. Elflerin güzelliğe alışkın gözlerinde bile Nielda, altın sarısı pırıl pırıl saçlarıyla, zarifliğiyle büyüleyici güzellikteydi.
    Sylvanor'daki hemen hemen bütün binalar beyaz mermerden, ince, yüksek binalardı. Kapıları kemer, çatıları kubbe şeklindeydi. Elflerin evleri dışındaki çoğu binanın duvarları yoktu, duvar yerine sadece yerden çatıya kadar yükselen zarif sütunlar yeterliydi. Elflerin dört bir yanı açık binaları doğanın büsbütün içeri girmesine izin veriyordu; ağaçların dalları hanelerin içinde özgürce yayılıyor, kuşlar istedikleri gibi odaların içinde serbestçe uçuşabiliyordu.
    Nielda koşarak yanından geçen, neşeyle bağırıp çağıran elf çocuklarına ve etraflarında uçuşan pixielere huzurla gülen yüzüyle bakıyordu. Büyüklerinin tam aksine elf gençleri ve çocukları herşeye rağmen mutluydular.
    Mermer yollarda, sonbahar rüzgarıyla dalından koparılıp özgürce ve amaçsızca uçuşan yapraklar gibi yürüyordu Nielda. Karşılaştığı arkadaşlarıyla selamlaşıyor, genç erkeklerin kibar ve cana yakın davranışlarıyla şımartılıyordu. Güneş tam tepeden batıya doğru kaydıkça, elflerin çoğunun dinlenmek için seçtiği mekan olan, Nowan-Kai nehrinin kenarlarındaki yemyeşil çimenliklere doğru yürüdü.
    Nowan-Kai nehrinin pırıl pırıl sularına bakmak elflere huzur veriyordu, nehrin şakırdayan şarkısını dinlemek ruhlarını rahatlatıyor, dinlendiriyordu. Nielda nehir kenarına geldi ve kıyı boyunca yürümeye başladı. Genç aşıklar çimenliklere serilmiş, dış dünyadan kopmuş bir halde birbirleriyle geçirdikleri anın keyfini çıkarıyorlardı. Bazıları nehrin güzel ve rahatlatıcı suyuna girmiş, yüzüyor, oyunlar oynuyordu.
    Nielda kıyı boyunca nehirde yüzen kuğular gibi zarif bir şekilde yürüyordu. Mutluydu, yüzü nehrin suyu gibi huzurluydu. Bu kutsal topraklarda özgürce yürümek, tertemiz havayı içine çekmek bile mutlu olmak için bir vesileydi.
    Nielda'nın gözüne nehir kıyısında oturanlardan biri takıldı ve durdu. Yüzü aydınlandı, gülümsedi. İçini ani bir heyecan kapladı, ama bu heyecan onun içini ısıtıyordu.
    Yavaş adımlarla bir ağacın gölgesi altına oturmuş, sırtını ağaca dayamış bir şekilde kucağına açtığı kitabıyla ilgilenen genç adama doğru yürüdü. Bir an tereddüt etti, onu rahatsız etmek istemiyordu. Ama yeteri kadar yalnız kalmıştı, artık diğer gençler gibi birileriyle beraber olmak istiyordu.
    Genç adam ona yaklaşmakta olan gölgeyi fark etmedi bile. Sarı dalgalı saçlarını önüne düşürmüş, kitabının üzerine kapanmış, dış dünyayla ilişkisini kesmişti. Gözleri yazılara konsantre olmuştu, elleri bilinçsiz bir şekilde sayfaları çeviriyordu. Nielda genç adamın başında bir süre durduktan ve kitabını inceledikten sonra dayanamayarak onu rahatsız etti.
    "Quendelin." dedi uyandırırcasına.
    Genç adam aniden irkilerek başını kaldırdı, ince elleri refleksle kitabı sertçe kapattı. Başını ağacın gövdesine dayayarak Nielda'ya baktı.
    "Merhaba." diye devam etti Nielda, yüzü solmuştu.
    "Merhaba Nielda." dedi genç adam bezgin bir sesle, sanki uykudan uyanmış gibi gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Nowan-Kai nehrine ve orada burada koşuşturup duran çocuklara baktı, sonra sanki başka bir yerde olmayı umuyormuş gibi ilgisizce içini çekerek tekrar Nielda'ya döndü.
    "N-ne yapıyorsun? Uyuyor muydun?" dedi Nielda, tedirgin bir gülümsemeyle.
    "Hayır," diye mırıldandı Quendelin, "uyumuyordum."
    Nielda Quendelin'in gözlerine ve yüz ifadesine dikkatlice baktı, her halinden derin düşüncelere daldığı belliydi. İçinden kendi kendine konuştuğuna emindi, ne söylediğini de tahmin edebiliyordu. Nereden çıktı şimdi bu?
    Ama Quendelin'in düşünceleri çok farklıydı. Başka biri olsa onu çoktan başından defetmişti. Ama Nielda... Onun yanında olmasından rahatsızlık duymuyordu. Hatta onu istiyordu, nedenini bilmese de onu istiyordu.
    Gözlerini Nielda'nın güzel masmavi gözlerine çevirerek bir süre bakıştılar. Quendelin kızın güzelliğine hayran olsa da ona bir türlü ilgi duyamıyordu. Bu konuyu çok düşünmüştü, hiçbir cevaba ulaşamasa da ısrarla düşünmeye devam ediyordu. Nielda çoğu zaman aklından çıkmıyor, başka bir şey düşünmesine izin vermiyordu. Ama Quendelin için Nielda bir arkadaştan öte bir şey ifade etmiyordu, daha fazlasını istiyor olsa da...
    "Hadi gel, yanıma otur." dedi Quendelin birdenbire, yüzünde çok çekici bir gülümsemeyle. Nielda bu gülümsemeye ve Quendelin'in o kendine has kısa ve öz konuşma tarzına hayrandı. Quendelin söylemek istediği şeyi gereksiz yere uzatmazdı. Formalitelere hiç girmez, ne kendini ne de karşısındakini sıkmazdı.
    Nielda kendini Quendelin'in yanına oturmuş, sırtını geniş ağaç gövdesine yaslamış olarak buldu. İçini öyle sıcak duygular kaplamıştı ki kıpır kıpırdı, yerinde duramıyordu. Quendelin ise rahattı, bir bacağını nehire doğru uzatmış diğerini de bükmüş yatıyordu. Büyü kitabını tam aralarına, çimenlerin üzerine koydu.
    "Büyülerine mi çalışıyordun?" diye sordu Nielda.
    "Biraz kendimle başbaşa kalayım diye düşünmüştüm."
    "Seni rahatsız ediyor muyum?"
    Quendelin bunun üzerine yeniden düşüncelere daldı. Quendelin'i yıllardır tanıyan Nielda onun bu huyunu çok iyi biliyordu. Bu sıkıcı anlarda Quendelin kendi aklıyla başbaşa kalır, hiçbir şey görmez, hiçbir şey duymazdı. Sessiz bir şekilde kendi kendine konuşurdu. Nielda genç büyücünün konuşmasını bitirmesini bekledi.
    "Hayır, etmiyorsun." dedi Quendelin tatlı bir sesle. Birbirlerine gülümsediler, Nielda biraz olsun rahatlamış gibi görünüyordu. Quendelin büyü kitabını kaldırarak genç elf büyücülerin giydiği beyaz, altın rengi işlemeli cüppesindeki bölmeye koymaya başladı. "Büyü malzemesi olarak kullanılan bitkiler hakkındaki notlarımı inceliyordum."
    "Bu kadar çok çalışman şart mı?" diye sordu Nielda, başını göğsüne kadar çektiği dizlerine yasladı. "Sen yetenekli bir büyücüsün."
    "Çalışmalıyım." dedi Quendelin boş gözlerle nehirde yüzen kuğuları seyrederek. "Duyduğuma göre büyücülük okulundan çıkmışsın. Neden vazgeçtin?"
    "Büyü bana göre değil," diye mırıldandı Nielda. "Yetenekli değilim. Zaten..." Nielda bir an duraksayarak bakışlarını Quendelin'den kaçırdı.
    "Zaten ne?" Quendelin'in kaşları çatılmıştı.
    Nielda iç geçirerek etrafı seyretmeye devam etti. "Büyü bize lanet getirmekten başka bir işe yaramadı."
    Quendelin canı sıkılarak rahatsızça kıpırdandı. Sürekli bunları duymaktan bıkmış olsa da haklı olduklarını itiraf ediyordu. Yine de büyü sanatına olan merakı bunu umursamamasına neden oluyordu. "Bizden ölümsüzlüğümüzü alan büyü değildi," dedi sert bir dille. "Ghorion yüzündendi. Bir adamın ihtirası yüzünden binlerce yıldır acı çekiyoruz."
    Nielda altın saçlarını dalgalandırarak başını Quendelin'e doğru çevirdi. "Bir gün bu acılarımız son bulacak. Buna herkes inanıyor, ben de inanıyorum." dedi ciddileşerek. "Ya sen? Sen de inanıyor musun?"
    Quendelin yeniden sessizliğe gömülerek düşüncelere daldı. "Belki..." yüzü kararmıştı, "Ama kimin elinden bir şey gelebilir ki?"
    "Bunu Bilgeağaç bile bilmiyorken ben nasıl bilebilirim..." dedi Nielda bezginlikle iç çekerek. Quendelin yattığı yerde yuvarlanarak sırtını çimenlere verdi, gözlerini tepesindeki ağacın yaşlanmış dallarına dikti. Ellerini başının arkasında birleştirerek faydasız yere aklını yormaktan vazgeçti.
    Nielda Quendelin'e doğru yaklaştı, dizlerini kırıp yere yan yaslayarak oturdu. Gözlerini Quendelin'in gencecik ve pürüzsüz yüzünden ayıramıyordu. Zarif hatlı uzun, ince bir yüzü vardı, sarı dalgalı saç telleri yüzüne boydan boya düşmüştü. Nielda bilinçsiz bir şekilde Quendelin'in yüzünü örten saçlarını geriye atmakta olduğunu fark etti. Quendelin bakışlarını kıza indirerek anlamsız gözlerle bakınca Nielda kızararak ani bir hareketle elini çekerek sakladı.
    "Bilgeağaç biliyor değil mi?" dedi aceleyle. "Ama bize söylemiyor."
    Quendelin doğrularak dikleşti, Nielda'nın göz ucuyla onu gözlediğini seziyordu. "Bunu düşünme," dedi elini Nielda'nın incecik omuzuna koyarak, "bizim yapacak bir şeyimiz yok."
    "Peki kim yapacak? Kral Sagacion mı? O yaşlandı, ölümünün çok yakın olduğunu herkes biliyor." dedi Nielda, genç büyücünün karamsar gözlerine kederli bakışlarla karşılık vererek. "Birileri bir şeyler yapmalı."
    Quendelin elini kızın saçlarının arasında gezdirdi. "Haklısın..." diye mırıldandı. Nielda genç adamın elini kavrayarak kibarca tuttu ve kendi yüzüne doğru götürdü. Quendelin kızın dalıp gitmiş bir ifadeyle bakan solgun yüzüne dokundu. Quendelin'e sanki elini kızın pürüzsüz teninde değil de, nehrin sakin sularında hareket ettiriyormuş gibi geliyordu.
    Genç büyücü elini kızın kavrayışından kurtararak geri çekti. "Çzgünüm Nielda," dedi yumuşak bir sesle, "Çalışmam gerek."
    Nielda hüsranla içini çektikten sonra gülümsedi. "Anlıyorum..." dedi gönülsüzce. "Ben gitsem iyi olacak."
    Genç elf kızı ayrılırken Quendelin onu hayranlıkla seyretti. Çyle zarifti ki ağaçların arasında bir rüzgar gibi esiyordu, bir ceylan kadar alımlıydı. Nielda'nın mutlu olduğunu hissedebiliyordu, giderken bu mutluluğu Quendelin'in de paylaşması için içinde bir yerlerde bırakmıştı. Quendelin tekrar sırtını çimenlere vererek uzanırken, sanki o mutluluğu tutacakmış gibi elini göğsünün üzerine koydu.
    Gözleri ağacın dallarına bakıyor olsa da aslında onları görmüyordu. Aklı tamamen başka yerlerdeydi. Nielda'yı düşünmekten kendini alamıyordu.
    Quendelin'in ağacın dallarına boş boş bakan gözleri bir anda parıldadı. Ağacın sayısız dalları ve yaprakları arasında bir parıltı şimşek gibi çakmıştı. Tanıdık bir parıltı...
    "Hey!" diye seslendi dalların arasından incecik bir ses. "Gitti mi?"
    "Myla?"
    Quendelin doğrularak dikkatlice baktı. Bu bir pixieydi. Pixie coşkuyla kanatlanarak, havada halkalar çizerek Quendelin'e doğru inmeye başladı. Rengarenk kanatlarını çırparken arkasında ışıldayan yıldızlar bırakıyordu. Yıldızlar bir süre havada titreştikten sonra yok oluyorlardı. Quendelin pixienin uçarken neşeli kıkırdamalarını duydukça düşüncelerinden sıyrılarak keyifle gülümsüyordu. Pixieler geldiklerinde yanlarında hep neşe ve mutluluk getirirlerdi.
    "Merhaba." dedi Myla, pixielerin zor duyulan ipince sesiyle. Quendelin'in dizleri üzerine kondu, kanatlarının parıltısıyla genç büyücünün gözleri kamaşıyordu.
    "Merhaba Myla." dedi Quendelin, dostane gülücükler saçarak. Myla çok sevimli, küçük bir elf kızının yüzüne sahipti; elfler gibi kulakları sivri, vücut hatları zarifti. Kanatları kelebek kanadı şeklinde, parlak, alacalı renklerle süslenmişti.
    Quendelin arkadaşıyla sohbete dalmışken aniden gökyüzünün bulutlarla kaplanmış olduğunu gördü. Güneş bulutların arkasına gizlenmiş, yüce ışığını bir süreliğine Sylvanor topraklarından sakınmıştı. Ki bu Sylvanor'da çok nadir görülen bir şeydi.
    "Yağmur bulutları," diye mırıldandı Quendelin gökyüzüne doğru hayretle. "Astra'nın göz yaşları... Ama neden?"
    Myla gökyüzüne değil de üzgün gözlerle Quendelin'e bakıyordu. Quendelin bunun farkına vardığında şaşkın şaşkın pixieye döndü, "Belki gözüne bir şey kaçmıştır." diye fikir yürüttü Myla aniden neşelenerek.
    Ama Quendelin somurtuyordu. Garip bir şeyler olduğunu hissediyor, bunun iyi mi kötü mü olduğunu deliler gibi merak ediyordu. Yağmur geliyordu, elflerin inanışına göre yağmur Sylvanor'a yağdığında Astra ağlıyor demekti.
    Kısa sürede bütün elfler alelacele koşuşturarak açık alanlarda toplanmışlardı. Bütün gözler aynı şaşkın ve meraklı gözlerle gri gökyüzüne bakıyordu. Elfler için bu son derece önemli ve tarihi bir olaydı, Astra binlerce yıl sonra ilk defa ağlayacaktı! Elfler Astra'nın ağlamasına neden olan şeyi merak ederken Quendelin daha çok Myla'yı izliyordu. Minik peri gökyüzünü işaret ederek bağıran çağıran elflerin aksine, yağmur dökmeye hazırlanan bulutlar yerine Nowan-Kai nehrine bakıyordu nedense.
    Astra'nın göz yaşları yavaş yavaş Sylvanor'a düşmeye başladı. Yağmur damlaları ağaçların yapraklarına çarptıkça şakırdıyor, Nowan-Kai nehrinin durgun sularında minik halkalar oluşturuyordu. Elfler şaşkın şaşkın gökyüzüne bakmaktan başka bir şey yapamazken Astra'nın göz yaşları yüzlerini dövüyordu.
    "Sana bir şey soracağım miniğim." dedi Quendelin iğneleyici bir sesle. "Neden kendini herkesten gizliyorsun? Neden sadece bana görünüyor-"
    "şuraya bak!" diye kesti sözünü Myla minik parmağıyla nehri işaret ederek. Quendelin kaşlarını çatarak umursamaz bir ifadeyle Myla'nın gösterdiği yere baktı. Bulutlar gökyüzünü uçsuz bucaksız bir griye boyadığından Nowan-Kai nehri artık parıldamıyordu. Geniş nehirde amaçsızca yüzen kuğular bile şaşkın gibiydi, hepsi ilk defa nehirde bu kadar çok halka oluştuğunu görüyorlardı. Myla'nın işaret ettiği yerdeki kuğular kanatlanarak, su sıçrata sıçrata kaçışmaya başlamışlardı.
    Quendelin heyecanla ayağa fırlayınca Myla dengesini kaybederek kanatlandı. Quendelin gözlerini kısarak dikkatle kuğuların kaçışmasına neden olan şeyi görmeye çalıştı.
    Gökyüzünü kaplamış gri yağmur bulutlarının arasında tek bir boşluk, farkedilemeyecek kadar küçük bir yarık vardı. Güneş ışınları bulutların engelini zorla aşarak, o küçük delikten yeryüzüne ulaşmayı başarmışlardı. Quendelin güneş ışınlarının gökyüzünden aşağıya doğru indirdiği çizgiyi takip etti. Çizgi tam Myla'nın işaret ettiği, kuğuların kaçıştığı noktaya iniyordu!
    Güneş ışınları nehirde yüzen bir nesneye ulaşmış, parlaklık bir şimşek gibi çakmıştı.
    "O da ne?" diye mırıldandı Quendelin, daha iyi görebilmek için nehir kenarına doğru yaklaşarak.
    Bulutların arasındaki küçük boşluk doldurulmuş, güneş ışınlarının nehire inen çizgisi yok olmuştu. Ama Quendelin artık nesneyi görebiliyor, takip edebiliyordu. Nesne her neyse, çok şiddetli yağmayan yağmurun seyrek damlaları altında, nehirde öylece yüzüyordu. Quendelin etrafına bakınarak Myla'yı arandı. Minik peri her nedense nehrin kıyısında çömelmiş oturuyor, boş gözlerle yüzen nesneye bakıyordu. Quendelin deliler gibi sorup duruyordu kendi kendine, neler oluyordu?
    Bakışlarını tekrar yüzen nesneye çevirdiğinde şaşkınlığından donup kaldı. Nesne gitgide Quendelin'e doğru yaklaşıyordu!
    Quendelin öyle şaşırmıştı ki daha dikkatle bakabilmek için kendini toparlaması gerekmişti. Bunun bir göz yanılması olduğunu düşündü ama hayır, nesne hala yaklaşmaktaydı.
    Quendelin kılıç kabzasına benzer bir şey gördüğünü zannetti. Dikkatini yoğunlaştırarak nesneyi inceledi, artık gayet açık ve net görebiliyordu. Doğru görmüştü, bir kılıç kabzası, eğer devamı suyun altındaysa bir kılıç, Quendelin'e doğru kuğular gibi yüzüyordu.
    Genç büyücünün ne bir şey söyleyecek, ne de bir şey yapacak hali yoktu. Çylece durmuş, sanki kılıcın ona kavuşmak istermiş gibi yüzüşünü izliyordu. Kılıç ona yaklaştıkça, yağmurun şiddeti de artıyordu sanki. Nehrin yağmur damlalarıyla hareketlenen sularının bittiği yerde duruyordu Quendelin. Beyaz cüppesi sırılsıklam olmuş, sarı saçları koyulaşarak yüzüne yapışmıştı. Ama kıpırdayamıyordu, artık kılıç gayesine ulaşmak üzereydi, aralarında metreler kalmıştı.
    Quendelin istem dışı bir hareketle eğildi. Kolunu nehire doğru uzatarak beklemeye başladı.
    Parlak çelikten işlemeleri olan, sapasağlam, büyükçe bir kılıç kabzası dosdoğru yüzerek Quendelin'in eline ulaştı. Genç büyücünün ince eli tereddütle kabzayı kavradı ve güçlükle çekmeye başladı.
    Quendelin hayatı boyunca böyle ağır bir şey kaldırdığını hatırlamıyordu. Kabza iki elin kavrayabileceği uzunluktaydı, Quendelin iki eliyle asılarak kılıcı ancak sudan çıkarmaya başlayabilmişti. Kılıç yavaş yavaş, sular damlata damlata ortaya çıkıyordu.
    Kılıcın çeliği öyle parlaktı ki, Quendelin kılıcın kısa bir süredir suda olduğu sonucuna vardı. Acaba kim düşürmüş olabilirdi? Kılıç meydana çıktıkça bu fikir yavaş yavaş aklından siliniyordu. Bu bir elf kılıcı değildi. Elf kılıçları bu kılıcın tam aksine, hafif, ince olurlardı. Oysa ki bu kılıç neredeyse boyu kadar uzun, bacağı kadar geniş, kendisi kadar ağırdı.
    Kılıç tamamen sudan çıktığında Quendelin iki eliyle asılarak kılıcı kaldırdı. Olanlara inanamıyordu, bir anda nehirde bir kılıç belirmiş ve dosdoğru eline kadar yüzmüştü. şaşkın gözlerle kılıcı inceliyordu ama ne görmesi gerektiğini bilmiyordu. Kılıçlar hakkında fazla bir bilgisi yoktu, ona göre biraz büyük ve ağır olması dışında sıradan bir çift elli kılıçtı. Kılıcın gizemli olduğuna dair içinde bir his vardı fakat bu gizem kesinlikle kılıcın dış görünümünde değildi.
    Dakikalarca kılıca boş gözlerle bakarak düşünüp durduktan sonra genç büyücü, kollarının yorgunluktan kopmak üzere olduğunu fark etti. Titreyen kolları dayanamayarak kılıcı sertçe yere indirdi.
    "Kılıç sana geldi!" diye mırıldandığını duydu ince bir sesin. Quendelin ani bir refleksle başını sesin geldiği yöne çevirdi. Bir pixie başının etrafında uçuşuyordu. Bu Myla'ydı, onu tamamen unutmuştu.
    "Bu da ne demek oluyor?" diye sordu Quendelin, ellerinde sıkı sıkı tuttuğu kılıcı göstererek.
    Myla şaşırmış gibi gözlerini kamaştırarak kılıca baktı. "Ne kadar büyük bir kılıç!" dedi coşkuyla.
    "Büyük olduğunu görebiliyorum!" diye çıkıştı Quendelin, kılıca sinirli bir bakış atarak. "Çok da ağır! Ama anlamadığım şu, benim elimde ne işi var?" *************** "Astra'nın gözyaşları neden aktı Bilgeağaç?" diye sordu elf kralı Sagacion, zar zor duyulabilen bir sesle. "Vebalimiz neydi?"
    Sagacion, çok yakında tahta geçeceği kesin olan oğlu Ariathan'ın ve kızlarının desteğiyle anca ayakta durabiliyordu. Zamanın çürüttüğü yüzü çizgi çizgiydi, yüce elflerin o altın, gümüş saçlarının yerini cansız, gri saçlar almıştı. Gençliğinin o zarif ve çevik vücudunun yerinde çökmüş, kambur bir beden vardı. Yüzlerce yıl taşıdığı sorumluluk yorgun omuzlarına ağır bir yük gibi binmiş, gücünü yavaş yavaş tüketmişti.
    "Astra'nın sizden isteklerini biliyorsunuz." dedi Bilgeağaç önünde toplanmış yüce elflere.
    "Biz Astra'ya olan bağlılığımızı gösteriyoruz." dedi Ariathan, gür ve kendinden emin bir sesle. "Kralımız rahatsızlıklarına rağmen Astra'ya dualarını hiç eksik etmiyor."
    Bilgeağaç homurdanarak rahatsızça dallarını kıpırdattı. Çnünde elflerin en asilleri olan yüce elflerden oluşan bir topluluk vardı. Sylvanor Yüce Divan'la yönetilse de, çok eskilerden kalma saltanat hala geçerliliğini koruyordu. Eskiden Eorion tek kraldı, ölümsüzdü ve binlerce yıl elflere liderlik etmişti. Elflerin ölümsüzlüğü kaybettiği zamandan beri bütün elfler gibi o da yaşlanıp ölmüştü. Onun ölümüyle oğlu başa geçmişti ve elflerin saltanatı böylece başlamıştı. Yüce elf büyükleri, efsanevi krallarının ölümüyle çıkabilecek kargaşayı önlemek için Nai-galath -Yüce Divan- adı altında toplanmışlardı. Bu divanın asıl kurulma amacı, Eorion'un oğullarından Ghorion'un açgözlülükle yaptığı hatanın ve ona benzer olayların tekerrür etmesini engellemekti.
    şimdi de Sylvanor kraliyet ailesi ve Yüce Divan, aniden ortaya çıkan yağmur bulutlarının ve Astra'nın gözyaşlarının nedenini öğrenmek için nice yıllar sonra Bilgeağaç'ın önünde toplanmıştı.
    Ama Bilgeağaç bunu pek umursamıyor gibiydi, aklı tamamen başka yerlerdeydi.
    "Bize gerçeği söyle Bilgeağaç," dedi Ariathan sert bir dille. Yüce elf büyüklerinin kaşları çatıldı, Ariathan'ı töhmet altında bırakırcasına sert sert baktılar. "Biz Astra'nın istediği herşeyi yapıyoruz. Bizi yok yere suçlayamazsın. Astra'nın gözyaşlarının başka bir nedeni vardı."
    Bilgeağaç sanki birini bekliyormuşçasına ilgisizce etrafına bakınıyor, kocaman gözlerini Ariathan'ın suçlayan bakışlarından kaçırmaya çalışıyordu. Binlerce yıllık hayatında ilk defa utandığını hissediyordu. Yalan söylemek zorunda kalmıştı ve bunu yüce elf büyüklerinin önünde yapmak zorundaydı.
    Elf büyükleri birbirlerine boş boş bakmaya, aralarında fısıldaşmaya başladılar. Hepsi bu mühim toplantının hayal kırıklığı ve zaman kaybından başka bir şey olmadığının farkındaydı. Başta Ariathan olmak üzere birkaç yüce elf Bilgeağaç'a resmen kızmıştı. Ağaç onlarla ilgilenmiyordu bile, aslında buna kızmaktan çok şaşırmışlardı. Elflerin uzun ömürlerinde günler dakikalar gibi geçip gider, nadiren hatırlanacak olaylar olurdu. Ama bugün kesinlikle hatırlanacaktı, çok garip bir gün oluyordu ve tuhaflıkların ardı arkası kesilmiyordu.
    "Bu kadar mı?" diye çıkıştı Ariathan, alaycı bir edayla. "Yüce Bilgeağaç'ın bize söyleyecek başka bir şeyi yok mu?"
    Bilgeağaç muzipçe gülümsedi. Yüzünde öyle garip bir ifade vardı ki, yüce elfler Bilgeağaç'ın delirmeye başladığını düşünmekten kendilerini alamıyorlardı. Heybetli ağaç, bu rezil durumdan kurtulması için eline geçen fırsatı çok iyi değerlendirecekti.
    "Haydi yüce elf büyükleri," dedi coşkulu bir sesle. "Astra'ya dua edelim."









    Ceyhun "The Elven Bard" Birinci

    Copyright © FRP World © Fantezi Edebiyat ve FRP sitesi T�m haklar� sakl�d�r.

    Yay�nlanma:: 2004-08-11 (4535 okuma)

    [ Geri Dön ]
     
    FRPWorld.Com ülkemizdeki fantezi edebiyatı ve frp sevenleri bir araya getirmeyi amaçlayan bir web sitesidir. 2003 yılında kurulmuş olan sitemiz kullanıcı ve yöneticilerimizin katkıları ile büyüyüp Türkiyenin en büyük frp sitelerinden birisi olmuştur. Galerisi, indirilecekler kısmı, akademisi, yazarları ile sitemiz tam bir frp hazinesidir. FRPWorld sizin de desteklerinizle böyle olmaya devam edecektir. FRP'nin doyumsuzca yaşandığı bu diyara hoş geldiniz.

    FRPWorld, yeni bir frp dünyası


    Sitede bulunan yazı, doküman ve diğer içerikler siteye ait olup başkaları tarafından kopyalanması, dağıtılması ya da ticari amaçla kullanılması yasaktır.
    Siteye yapmış olduğunuz katkılar frpworld.com'un olup bunları yayınlama ya da yayınlamama hakkı site yöneticilerine aittir.


    Sayfa Üretimi: 0.59 Saniye