Sonbahar geldi, havalar soğuyor ve Ocakbaşı'nın dumanı tekrar tütmeye başladı. Geceler uzadıkça anlatılacak hikayelerin sayısı da artıyor, yeni ozanların katılımı ile ateşin etrafındaki çemberimiz büyümeye devam ediyor.
Bu Sonbahar kulübemizi kalın bordo perdeler ve geçmişin kasveti ile süsledik. Uzayan geceler bize ölümsüz hayatın sonsuz işkencesini hatırlatıyor. Her ozanın onlar hakkında anlatacak en az bir hikayesi, yaşadığı bir tecrübesi var, sabırsızlıkla sıralarını bekliyorlar.
Kızıl Güz Vampirleri kan kokusunu aldı ve eminiz ki çemberin dışında, ateşten uzakta, karanlığın içinde onlar da bizi ve hikayelerimizi dinliyorlar.
FRPWORLD'ün ozanları, Ocakbaşı'na hoş geldiniz. Bu karanlık ve soğuk gecede, ateş halen hayatın sıcaklığını sunarken, onlar hakkında bir hikayenizi anlatır mısınız?
_________________ <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
Hiçbir ateşin yok edemeyeceğiı bir soğuktur onlardaki
Bizi ısıtan ateşe uzaktan bakarlar
Hiçbir zaman hissemedeyecekleri sıcağın
Nasıl canlandırdığını görürler bedenimizi
Ve nefret ederler bizden
Güneş değildir onları gündüzleri
Uzak tutan bizden aslında
Yaşamın kendisidir
Yaşamın uyuduğu geceleri
Ancak dayanabilir hale geler
Çldükleri halde var olmanın acısı
Kan emmek
Yaşayan birini görmenin acısını dindirir
Onların atmayan yüreklerinde
Ancak bir vampirin duyduğu sevgi hala fazlaysa
Zihninde beliren karşı konulmaz nefretten
O zaman karşı konulmaz hale gelir acıları...
Yaşayan birini sevmek
İtiraf etmektir ne kadar nefret ettiğini kendinden
Ve bu var olan tüm canlılar için dayanılmazdır.
Böyle bir vampir tanımıştım eskiden
Gözlerinde ölümü bile aşan bir parıltı belirirdi bazen
Sivri dişli azıyla güldüğünü bile gördüm.
Çyle acı çeken birisinin gülüşü değildi bu ve de
Yine de acı çekiyordu.
Tek yolu azaltmanın bu acıyı...
Paylaşmaktı yaşadığı duyguları...
Ve bana geldi bir gece
Tek başıma kapkaranlık gecede
Bir defa daha
Yaşamın nasıl bir yalnızlığa mahkum ettiğini
Beni düşürken...
Nasıl bir varlık bu kadar benzer aynı anda
Hem meleğe hem şeytana
Korkuyordum ondan
Ancak öylesine bir gizem barındırıyordu ki
Ve öylesine güzeldi ki korkunçluğu bile...
Soğuktu
Ve bu soğukluk bırakmamı istiyordu
Ruhumu kollarına
Kıpırdamadım.
Onu seyrettim bana gelirken
Konuştuğunda
Anlattığında kendisini
Hikayesi ve duygularını dinlerken de
Hareket etmedi hiçbir parçası bedenimin
Bana baktı
Hissettim o anda
Nasıl ulaşılmazsa bir vampirin soğukluğu
O kadar ulaşılmaz olduğumu onun için
Hissettim sustuğunda
Konuşmamı bekledi
Bir şeyler söylememi
Onu anlamamı
İki ulaşılmaz varlığın
Aslında birbirinden bir zehrin
Kana karışması kadar yakın olan
Paylaşmasını istedi bir anlarını hiç olmazsa
Yapamadım...
O aşmışken nefretini
Ben aşamadım korkumu
Bir an benden nasıl nefret ettiğini hissettim
Daha fazla
Bir vampirin bir canlıdan ettiği nefretin...
Ki kolay bulunmaz bu kadar büyük bir nefret...
Beni de kendi karanlığına çekmek istedi bir an...
Ancak anlattım ya size güçlüydü sevgisi o an bile
O kadar güçlü bir nefretten
Ve bana değil yaşama duyduğu sevgi yüzünden
Bıraktı beni...
Soğuk bir rüzgarın yaladığı pencere kalmıştı geriye
Yine de uzun sürdü zaman ben hareket edene kadar...
Pencereden baktım ve o an anlayabildim ne yaptığımı
Geçti yaşattığım çaresizliği gidermek için
Pencereye çıkıp baktım bütün gece...
Geri gelmedi
Ne o ne de başka bir vampir....
Zira yok etmek için bile bir insanı
Yaşama o kadar yaklaşmak acı verir vampire
Sabahın ilk ışıkları görünene kadar bekledim.
Arasıra yaprakların hışırtısı dağıtıyordu zihnimi
Sonra O aklıma geliyor
Alev alev yakıyordu zihnimi.
Güneşin ilk ışıkları ısıttığında beni
Çıktım sokaklara
Etrafımdaki yaşama baktım
Nasıl da sarmıştı etrafımı
Ve benimleydi.
Zaman bir arada tutuyordu onlarla bizi
Karanlıkta birinin izlediğini hissettim bir an
Gülümsedim karanlığa
Bu defa beni de çekmek için Dünyasına
Gelebileceğini bilsem de
Bekleyeceğim seni dedim fısıldayarak
Gelince konuşacak çok zamanımız olacak...
Ozan Firble...
_________________ HARBE GİDEN
Harbe giden sarı saçlı çocuk! <br>Gene böyle güzel dön; <br>Dudaklarında deniz kokusu, <br>Kirpiklerinde tuz; <br>Harbe giden sarı saçlı çocuk! <br>
Orhan Veliden
Aram Dambil ve Olaf Eisenmeister, ormanın içindeki ıssız, isimsiz bir patikada güle oynaya yürüyorlardı. İki delikanlı bir yandan yürürken bir yandan da, kışı müjdeleyen Sonbahar rüzgarlarının ayazına aldırmadan, ellerindeki sopalarla birbirlerine saldırarak kılıç oyunu oynuyorlardı. Her genç gibi onlarda, bir gün kahraman bir savaşçı olmak hakkında hayaller kurmaktan her zaman hoşlanmışlardı. İşin gerçeği, tarih boyunca Mavitaş Kasabası'ndan efsanelere konu olacak kadar ünlü bir kahraman çıkmamıştır. Ancak Aram ve Olaf, o gün okla ikişer çulluk vurmuşlardı. Ve bu av, iki gencin kendileriyle ufak çapta bir savaş kazanmışçasına gurur duymalarını sağlıyordu.
İriyarı olan Olaf, çevik Aram'ın usta manevrasından kaçınmak isterken sendeleyip yere düştü. Kuşları o tutuyordu ve neredeyse üstü başı çamur olacaktı. "Tamam, tamam! Artık yeter, sonra devam ederiz" dedi arkadaşına ve çamurlanan pelerinini silkeledi.
Fakat Aram'ın gözü başka bir şeye takılmıştı. Sararmış yapraklarının çoğunu dökmüş ağaçların çıplak dalları arasından, ötede, epeyce ötede bir şey görmüştü. "şşşt" dedi Olaf'a, eliyle susması gerektiğine dair bir işaret yaparak. Gözleri, arkadaşının bakması gerektiği yönü işaret ediyordu. İkisi de gözlerini kısarak baktılar.
"Bir at mı?" dedi Olaf.
"Sanırım. Baksana simsiyah, başka ne olabilir ki?"
"Hadi gidip yakından bakalım!"
"Havanın kararmasına bir şey kalmadı. Bir an önce Kasaba'ya dönsek iyi olur" dedi Aram, ancak Olaf ağaçların arasına dalmıştı bile. İki genç kendi imalatları olan yaylara birer ok takarak hafifçe gerdiler. Yaklaştıkça atı daha iyi görmeye başladılar. Kayalık ufak bir tepenin yamacına yakın duruyordu. Aram onun otlamadığını farketti; geviş bile getirmiyor, sadece heykel gibi duruyordu. Eğerliydi.
"Bak!" dedi Aram; siyah atın biraz ötesinde, küçük bir tepenin yamacındaki bir mağara girişi, görüş alanlarına girmişti. Fısıldayarak devam etti: "Sahibi kesin içeridedir. Hadi geri dönelim." Mağaranın ağzında karanlıktan başka bir şey seçilmiyordu.
Olaf ata iyice yaklaştı. Aram ise gözlerini mağara girişine dikmiş, içeriden her an fırlayacak birine ya da bir şeye karşı ok ve yayını hazır tutuyordu.
"şşşş, korkma yavrum" dedi Olaf, atın boynunu sevmek için elini uzatırken. Ama hayvanın korktuğu filan yoktu. Olaf atın parlak siyah boynuna dokunduğunda, irkilerek geri sıçradı. "Soğuk!"
Aram da şaşırmıştı. Arkadaşının bu tepkisi onu da ürkütmüştü. At ise hala sakindi.
Birden, "hey!" diye bir ses duydular. Mağaranın ağzında biri duruyordu. "Atın sahibini arıyorsanız, o benim" dedi adam. Dışarı çıkmamış, gölgede duruyordu. Gençler korkuyla yaylarını yabancıya çevirdiler. Bir an adamın koyu renk kadife kumaşlardan oluşan kıyafetini görebildiler. Aram giysi kalitesinden anlardı ve bu adamın kaliteli giyindiği şüphe götürmüyordu. Böyle birinin pis bir mağarada konaklaması garipti.
"Gençler, umarım beni vurmazsınız" dedi adam. Ses tonundan, çocuklardan birkaç yaş büyük olduğu tahmin edilebilirdi. Koyu lacivert pelerinine sarınarak mağaranın ağzında biraz daha öne çıktı ama yüzü hala gölgedeydi. Aram, adamın o pelerinin altında silah sakladığından emindi.
"Kimseyi vurmayız!" diye bağırdı Olaf. "Tabii bize saldırılmazsa!"
"O halde içim rahatladı." dedi yabancı. "Ben de bir şeyler yemek üzereydim. İsterseniz bana katılın."
Aram farkettirmeden Olaf'ı tuttu. Pervasız arkadaşının yemek teklifine balıklama atlamasını engelledi. "Bayım neden Mavitaş Kasabası'ndaki hana gitmediniz? Buraya oldukça yakın, at sırtında onbeş dakikada varırsınız." dedi yabancıya.
"Ah! Çyle mi? Buraların yabancısı olduğumdan... Ama kampımı kurdum artık. Mağaranın içinde ateş yaktım. Tavşan çeviriyorum, üstelik çay da var! Haydi gelsenize..." dedi esrarengiz yabancı. Sesi iştahlı çıkmıştı.
Aram adamın yalan söylediğini hissediyordu. Olaf da şüphelenmişti; arkadaşına fısıldayarak: "Tavşan çevirse kokusunu alırdım" dedi.
"Bayım, ışığa çıkın da yüzünüzü görelim!" diye seslendi Aram.
Birden ortama bir ölüm sezsizliği hakim oldu. Serin akşamüstü rüzgarları bile bir dakikalığına durdu. Aram, deminden beri hiçbir yaratığın -kuşların bile- ses çıkarmadığının yeni farkına vardı. Çıt çıkmıyordu.
İki arkadaş, yabancının yüzünü göremedikleri halde, ondan kendilerine doğru gelen, tüylerini ürperten, kötücül bir duygunun varlığını hissediyorlardı. Farkında olmadan yavaş yavaş geri geri yürümeye başladılar.
Neden sonra adam konuştu: "Gözlerim biraz rahatsız, o yüzden ışığa çıkmak istemiyorum." Sesi buz gibiydi. "Neden siz yanıma gelmiyorsunuz?"
Hava bulutlu, üstelik akşamüstüydü. Gözleri rahatsızmış! Aram adamla tartışmaya girmedi. Zaten yavaş yavaş geri çekiliyorlardı. Hatta koşmamak için kendilerini zor tuttular. "Çzgünüm bayım ama evden merak ederler" dedi Olaf. Halbuki biraz önce yemek teklifine olumlu bakıyordu. Hızlı hızlı uzaklaştılar. Geri dönüp bakıyorlardı ama adam mağaradan çıkmadı. Yine de tuhaf yabancının karanlığın içinden onları izlediğini hissedebiliyorlardı.
"Sence neyin nesiydi?" dedi Olaf. "Tüccar olmadığı kesin."
"Bence bir kaçaktı ve bizi de onu gördüğümüz için öldürecekti."
"Ama adamı doğru dürüst göremedik ki! Gölgeden çıkıp da yüzünü mü gösterdi bize?"
"Tanınmamak için gölgede kaldı işte! Anlamadın mı?"
***
Güneş batmaktayken Kasaba'ya vardılar. Mavitaş Kasabası iki adam boyunda duvarlarla çevriliydi ve bu da içeridekiler için oldukça güven vericiydi. Aram ve Olaf da kapılardan girerken rahatladılar ve tanıdıkları muhafızları selamlarken içtenlikle gülümsediler.
"Birkaç gün Kasaba’nın dışına çıkmayalım bence..." dedi Aram. İtiraf etmese de korkmuştu.
"Zaten yarın festival başlıyor, yoksa unuttun mu?" dedi Olaf.
Gerçekten de ertesi gün, bir hafta sürecek olan Sonbahar Festivali başlıyordu. Kasaba daha bu geceden hareketlenmişti.
"Lisa ile dans edecek misin bu sene?" diye sordu Olaf. Konuyu değiştirdiği için memnun gibiydi.
"Bilmiyorum." dedi Aram. Canı sıkılmış gibiydi. "Onu anlamıyorum. Bir bakıyorsun güzel güzel konuşurken, bir bakıyorsun söylediğim bir şeye darılıvermiş..."
"şşşt geliyor" diye uyardı Olaf. Lisa ve arkadaşı Anna, şifacı Esmeralda'nın evinden çıkıyorlardı. İki genç kız Aram ve Olaf'ı görünce fısıldaşıp kikirdediler. Yanakları kızararak yollarını değiştirdiler ve delikanlıların önlerini kesmelerine fırsat tanıyan bir güzergahta ilerlediler.
"Merhaba Lisa." dedi Aram. Genç kızı arkadaşından biraz öteye çekerek, Anna'yı Olaf'ın ilgisine terketti. "Yarın benimle dans edecek misin?"
"Olabilir" dedi genç kız. Nazlı bir tavırla yüzünü çevirmişti. Ancak gövdesi Aram'a dönüktü. Göğüslerine kadar dökülen, lüle lüle kumral saçlarıyla oynuyordu. Derken öfke kıvılcımları çakan kocaman siyah gözlerini delikanlıya çevirerek, "Sen geçen sene dans ettiğin -Tumbal Köyü'nden miydi?- o kızla dans etmek istersin belki!" dedi.
Aram'ın ağzı açık kaldı bir an. "Ama... O... O, kibarlık olsun diye... Misafirimiz sayılırdı. Yani ben de kasabalıyım sonuçta. Yani ev sahibi olarak... Hem o istemişti dans etmeyi."
"Yalancı!" Lisa hızlı hızlı uzaklaşırken Anna'ya da bir bakış attı. Arkadaşının yüzünün halini gören Anna, Olaf'ı tersleyerek diğerinin peşinden gitti.
Aram kıpkırmızı bir şekilde, etrafta olanları fark eden birileri var mı diye bakarken Olaf yanına geldi ve "Nooldu yaa?" diye sordu.
"Geçen seneki bir olayı... Geçen sene Olaf... Civar köyden bir kızla dans etmiştim de onu söylüyor şimdi. Çstelik daha önce lafını bile etmemişti. Ne olmuş yani bir kızla dans etmişsem, öyle değil mi? Çstelik neden şimdi?"
Olaf hıhladı. "Kendisi başka erkekle dans edince sorun yok ama..."
"Başka erkekle mi? Ne diyorsun sen Olaf?"
"Ha? Yok, mesela diyorum yani. Kızları anlamak zor dostum. Ama sen de hata yapıyorsun, çok fazla yüz veriyorsun Lisa'ya."
"Çyle mi dersin?" Aram yüreğinin sıkıldığını hissediyordu.
"Amaan boşver!" dedi Olaf. "Hadi hana gidelim. Festival mevsimi yüzünden birçok tüccar gelmiştir, hatta belki bir ozan bile vardır."
Gerçekten de Kuru Döşek Hanı'nın yan tarafındaki geniş ahırın avlusuna sığmamış bazı tüccar arabaları yolda duruyordu.
"Çnce eve uğrayalım." dedi Aram. Avladıkları kuşları pişirip yemek için sabırsızlandığını hatırlamıştı. İki arkadaş daha sonra görüşmek üzere evlerine yollandılar.
Olaf'ın babası, Mavitaş'ın demirci ustasıydı. Zırh ve silah yapımında yetenekliydi. Oğlunu da yetiştiriyordu, ancak haylaz Olaf'ı demirci atölyesine bağlaması gerekiyordu. Delikanlı her fırsatta arkadaşlarıyla -özellikle de Aram'la- takılmak için ortadan kayboluyordu. Yine de demirhanede çalışmaktan vücudu yaşıtlarına göre iki misli fazla kaslanmıştı.
Aram'ın ise anne ve babası kasabanın terzileriydi. O yüzden kıyafetleri daima şık ve düzgün olurdu. Yakışıklı sayılırdı. Kasabanın hatta civar çiftlik ve köylerin kızları, gözlerini delikanlıdan alamazdı. Ah bir de anlayabilseydi şu kızları!
O gece yemekten sonra iki delikanlı -adet olduğu üzere- babalarıyla beraber Kuru Döşek Hanı'na gittiler. Mavitaş Kasabası'nın gözde sosyal faliyeti, hana gitmek; lezzetli içkilerden içerek, arkadaşlarla muhabbet etmek, gece konaklamak için uğramış tüccarlardan havadisler dinlemek ve eğer şansları varsa o gece denk gelmiş, konuşmaya hevesli birkaç maceracının başından geçen inanılmaz hikayeleri dinlemekti.
Mavitaş Kasabası, Mavitaş Ormanı'nın ortasından geçen ticaret yollarının kesişme noktasında olduğundan, hanın her zaman -yerli ve yabancı- çok müşterisi olurdu. Sonbahar Festivalinin başlamak üzere olması da müşteri sayısını ikiye katlamıştı.
Aram ve Olaf, Han'ın çok geniş meyhane bölümünde, babaları ile köşe kapmaca oynayacak şekilde duruyorlardı. Sadece üzüm suyu içmelerine izin vardı ve yaşlıların oturdukları masalara oturmaları -nedense- yakışık almıyordu. Tuhaf adetler. O yüzden ellerinde kupalarıyla masaların aralarında dolaşıyorlar, ilginç buldukları muhabbetler olursa yandan yandan kulak misafiri oluyorlardı.
Mantar toplayıcısı yaşlı Pokemon, yine bir masaya saf köylüleri toplamış, yarı efsaneleştirilmiş tarih dersi veriyordu: "Sonbahar Festivali'nin ismi, aslında çook eskiden "Yaşayan Çlüler Festivali'ydi. Ama çağrıştırdığı uğursuzluktan kaçınmak için halkın dilinde zamanla değişmiş, asıl ismi ve bu festivalin neden yapıldığı bile unutulmuştur." dedi Pokemon ve göle olta sallamış gibi sessizleşti.
"Hadi yaa, nasıl ki?" dedi köylülerden biri.
Yaşlı mantar toplayıcısı, sararmış dişlerini göstererek sırıttı. "Anlatayım o halde..." dedi ve yarım birasını çabucak fondip yapıp kupayı masaya -boş olduğunu vurgulayacak şekilde- hızlıca bıraktı. Her zamanki gibi, o öyküyü anlatırken hevesli dinleyicilerden biri ona bir bira ısmarlayacaktı. "Kral Dementor'un dedesinin babası Muhteşem Baltar-Tulu Dementor zamanında; Mavitaş Ormanı'nın derinliklerinde, tam olarak Dolunay Gölü'nün batısındaki Temperli Dağlar'ın karanlık dehlizlerinde, bir yaşayan ölüler ordusu peydah oldu. Kadim zamanlardan kalma 'Arkeneon' isminde bir yeraltı şehri, cücelerin masumane madencilik çalışmaları yüzünden ortaya çıkmıştı. Uyandırılan gece yaratıkları, cücelerin açtıkları galerilerden yeryüzüne taştılar. Sayısız iskelet, zombi, hayalet, vampir ve başka binlerce uğursuz yaratık. Hepsi de, cansız parçalardan oluşmuş soğuk uzuvları, uğursuz büyülerce bir arada tutulan lanetli canavarlardı. Korkunun efendileriydiler. Tek içgüdüleri, kanı sıcak akan canlıların etlerini kemiklerinden, zihinlerini beyinlerinden ayırarak öldürmek ve böylece her öldürdüklerini kendi saflarına katmaktı. Katliama başladılar. Çlüm, ölüm, ölüm. Başlarında 'Furk' denilen bir hayalet ejderha vardı. Çldürdükleri insanlar, cüceler ve elfler de yaşayan ölülerin arasına katılıyor, uğursuz ordu her geçen gün kalabalıklaşıyordu. Derken Kral Baltar-Tulu ordusunu topladı ve yanına Ruhsal Işık Tarikatı'nın kutsal rahiplerini de alarak, korku hükümdarının ordusuyla yüzleşti. Furk'un ordusunun en büyük gücü korkudan kaynaklanıyordu. Ancak ışığın rahipleri, Kral'ın ordusunun ön saflarında çarpışarak, -kimbilir hangi kutsanmış yöntemlerle- askerlerin maneviyatını yüksek tuttular. Savaşın en şiddetli anlarında Kral Baltar-Tulu -bizzat kendisi- ışığın kutsanmış kılıcı 'Ligata' ile Furk'u, -bir nefesiyle en iradeli canlıların aklını kaçırtan, korkudan kalbini patlatan uğursuz ejderhayı- ikiye biçti. Hayalet Ejder başka bir boyuta göçerken, savaş da sıcak kanlıların lehine döndü. Zorlu bir savaş oldu ancak sonunda bütün yaşayan ölüler öldürüldü. Ah! Biliyorum onlar zaten ölüydü; yok edildiler demeliydim. Ya yakılarak veya çeşitli büyülerle toza dönüştürüldüler ya da cehennem gibi boyutlara sürüldüler. Dağların altındaki lanetli şehir Arkeneon'a giden bütün dehlizler mühürlendi. Ve bu beladan da kurtulmuş olundu. Kral Baltar, bu büyük zaferi kutlamak için bir hafta boyunca festival yapılmasını buyurdu. İşte o zamandan beri yapılan, her sene bir hafta boyunca eğlencelerle geçirdiğimiz Sonbahar Festivali'nin gerçek hikayesi aslında budur."
Yaşlı Pokemon, amatör ozanlık performansından gurur duyarak arkasına yaslandı. Masadakiler öyküden etkilenmişti. Gülümseyerek, hak ettiği -ısmarlanmış- birasını yudumladı.
Köylülerden biri, "vay bee" dedi. "Peki yaşayan ölüler, o zamandan beri bir daha görünmedi mi?"
Pokemon'un cevap vermesine fırsat bırakmadan, "yaşayan ölüler her zaman aramızda!" dedi yabancı bir ses. Kendinden emin, abartıdan uzak, görmüş geçirmiş bir sesti bu.
Masadaki -ve yanlardaki- herkes, bakışlarını ne zaman gelip de tepelerine dikildiği belli olmayan iriyarı yabancıya çevirdi. Adam kısacık kır saçları, kalın beyaz bıyıkları, yaşını belli etmeyen keskin yüz hatları ile asalet abidesi gibiydi. Hele o gri gözleri... Aram, onun kılık değiştirmiş bir kral olduğunu düşündü. Taktığı mücevher ve yüzüklerin süslenmekten çok koruyucu tılsımları taşımaya yaradığı tahmin edilebilirdi, çünkü adamın alımlı görünmek gibi bir derdi yoktu. Kılık kıyafeti şık olma kaygısından uzak, basitti. Güç timsali boyun kasları, pelerininin altında sakladığı çelik adalelerin ip ucunu veriyordu sanki. Bir kılıcın kını, küçük bir arbalet, koyu renk elbisesi üzerindeki hançerler, çeşitli keseler, cam ve parlak nesneler kahverengi pelerinin müsaade ettiği kadarıyla görünen eşyalardı. Azametliydi.
Mantarcı Pokemon, üzerindeki ilginin birden tuhaf yabancıya dönmesinden hoşlanmamıştı. "Mavitaş Ormanı'nda birkaç hayalet dışında yaşayan ölü görmedim." dedi.
Yabancı'nın gri gözleri buz gibiydi. "Zaten onları görecek kadar yaklaşanlar, 'genelde' köyüne dönüp anlatacak kadar hayatta kalamazlar." dedi.
Meraklı köylülerden biri atıldı: "Bayım, siz bu konularda oldukça bilgilisiniz galiba?" dedi.
"Olmak zorundayım, çünkü onları avlıyorum." dedi kır saçlı esrarengiz yabancı. Sesinde en ufak bir böbürlenme tınısı yoktu.
Masadan hayret ifadeleri dolu uğultular yükseldi. Köylüler heyecanla adamı masalarına davet ettiler ama adının 'Zoltan' olduğunu söyleyen yaşayan ölü avcısı dinleneceğini bahane ederek odasına çıktı.
Aram ve Olaf da duyduklarından etkilenmişti.
***
Ertesi gün şenlikler başladı. Kasaba meydanına devasa bir çadır-çardak kurulmuştu. Burada kasaba dışından gelme çalgıcılar nöbetleşe olarak çalıyor, müzik hiç durmuyor, insanlar yorulana kadar dans edip eğleniyordu. Çevre köylerden ve dışarıdan gelenler sayesinde kasabanın nüfusu ikiye katlanmıştı. Tüccarlar, küçük renkli çadır-tezgahlar kurup meydanı çepeçevre renge boğmuşlardı. Hem kasaba valisi, hem de Kuru Döşek Hanı'nın sahibi olan Bergun Pastaci, meydanda da küçük bir şube açmış, adamlarına taşıttığı fıçı fıçı bira ve şarapla dans etmekten susayanlara hizmet verdiriyordu. Festival süresince bütün içkiler yüzde otuz indirimliydi.
Aram'ın gözleri bütün gün Lisa'yı aradıysa da, genç kız ortalarda gözükmemişti. Hava kararmaya başladığında, sayısız rengarenk fenerin aydınlattığı meydan daha da göz alıcı oldu. Sonunda Aram Lisa'yı gördü. Genç kız şık bir elbiseyle, dans pistinde eteklerini savura savura dans ediyordu. Hem de yabancı bir erkekle!
Aram'ın kan beynine sıçradı. Lisa'yı biriyle görmek... Böyle acı olacağı hiç aklına gelmezdi. Kıza baktı. Lisa oldukça eğleniyor, şen kahkahalar atıyordu. Bu genç Aram'ın içini daha da acıttı. Hemen oradan uzaklaşmak istedi ama merakı buna engel oldu. Adamı inceledi. Lisa'dan en az on yaş büyük olmalıydı. Gayet şıktı. Koyu renk giyinmişti ve koyu lacivert pelerini... Sanki bir yerden hatırlıyordu. Yakışıklıydı. Boylu poslu, geniş omuzluydu. Siyah dalgalı saçları, ince bıyıkları vardı. Cildinin rengi neredeyse dolunay renginde açıktı. Dans edişi, kendini beğenmiş hareket ve tavırları Aram'a zengin bir züppe olduğunu düşündürdü.
Hareketli müziğin temposuna ayak uydurarak, dans edip birbirlerinin etrafında dönerken; züppe yabancı, bir yandan da Lisa'yla konuşuyor ve her ne söylüyorsa, genç kızın kikir kikir gülmesine sebep oluyordu. Dans bitti ve Lisa reverans yaparak ayrılmak istedi. Züppe, kızın elini tuttu ve gözlerini gözlerinden ayırmadan, Lisa'nın elini -ama üstünü değil, çevirerek avuç içinden- öptü. Aram, renkli ışıklar altında bile, kızın kulaklarına kadar kızardığını farkedebiliyordu. Lisa, etrafını görmeden, adeta uçarak yanından geçiyordu ki, Aram kızı durdurdu: "Lisa!"
"Aram!" Genç kız irkilmişti. Yüzündeki sırıtış kayboldu.
"Kimdi o?" diye sordu Aram duygusuzca, ama içinde fırtınalar kopuyordu.
Genç kız biraz çekinerek ama biraz da zevk alırcasına meydan okuyan bir tavırla konuştu: "Zaphir'li bir tüccar. Benimle dans etmek istedi, ben de 'ev sahibi olarak' kıramadım kendisini." dedi.
Aram dişlerini ve yumruklarını sıkmıştı. Lisa genç adamın konuşmasına fırsat vermeden, "yemeğe geç kaldım, gitmeliyim" diyerek koşarcasına uzaklaştı. Aram kızın arkasından bakakalmıştı. Neden sonra, gözleri şehirli züppeyi aradı ama yoktu. Handa olmalıydı.
Aram hana gittiğinde yakın arkadaşı Olaf ile karşılaştı. Olaf onun bozuk olduğunu hemen anlamıştı. Kuytu bir masaya geçip garsondan bira istediler. Aslında onlara bira yasaktı ama ne de olsa Festival haftasıydı. Aram ikinci biradan sonra iyice duygusallaştı, üçüncüden sonra ağladı ve dördüncüden sonra kustu. İki arkadaş temiz havaya çıktılar ve Kasaba'nın kalabalık meydanından uzak durmaya dikkat ederek arka sokaklarda dolaştılar. Aram yavaş yavaş kendine gelmişti.
Ancak tam bu sırada korkunç bir şey oldu. Kasaba'nın etrafını çevreleyen sınır duvarının güney kısmındaydılar. Çtede, duvarın dibine yakın bir ağacın yanındaki kuytuda, Lisa ve şehirli züppe... Aram bir an için kabus gördüğünü sandı. Adam sevdiği kıza sarılmış, onu öpüyordu. Lisa, kafasını hafif geriye doğru atmış inliyor, adamın onu öpücüklere boğmasına izin veriyordu. Züppe, kaytan bıyıklı ağzını kızın kuğu kadar zarif boynuna şehvetle yapıştırmış öpüyor, elleri de boş durmuyor, kah saçlarında, kah kalçalarında gezinerek sanki kızın en bakir kuytularını araştırıyordu.
"O... O, Lisa değil mi?" dedi Olaf. Kelimeler boğazından zorlukla sökülebilmişti.
Karşılarında gördükleri ayaküstü sevişme seansı yüzünden iki genç kıpkırmızı kesilmişti. Lisa değil de bir başkası olsa gençler saklandıkları yerden muzipçe olayı seyreder, dalgalarını geçer, keyfini çıkarırlardı. Ama Lisa... Aram'ın Lisa'sı...
"İkisini de geberteceğim!" diye tısladı Aram ve hançerine davrandı.
Ancak Olaf sanki böyle bir hareketi bekliyormuş gibi, onu tutarak engelledi. Fısıltıyla ama çabuk çabuk konuştu: "Saçmalama Aram! Dostum bir kız için katil olmaya değer mi? Demek ki sana layık değilmiş! Sana kız mı yok? Boşver dostum, bir kız için değmez! Değmez!"
Olaf haklıydı. Ama acıyor! Birden ikisinin de omuzlarını kavrayan güçlü eller ödlerini kopardı. Yaşayan ölü avcısı Zoltan, yakalamıştı ikisini. "Ne yapıyorsunuz burada?" diye sordu sertçe ama bağırmadan.
Aram irkilmenin refleksiyle yine hançerine davranacak oldu ama Zoltan'ın gri gözleriyle karşılaşınca vazgeçti. "şehirli bir züppenin, kız arkadaşımı götürmesini seyrediyoruz" dedi acı acı ve alaycı bir şekilde. Sinirden ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Boğazında bir yumru takılmıştı sanki.
Kır saçlı Zoltan, bir an için babacan bir tavır takındı. Hala omuzlarından tutuyordu. "Oradaki senin kız arkadaşın mı?" dedi neredeyse üzgün bir ses tonuyla.
"Bir zamanlar öyleydi" dedi Aram, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak.
Zoltan tekrar sertleşti. Bağırmamakta ısrar ederek iki genci sertçe azarlıyordu. "Sizi salaklar! O adam bir vampir ve kızın kanını emiyor" dedi.
şaşkınlıkla, "Ha?" dedi Aram, Olaf ise "hass..."
İki genç tekrar ötedeki samimiyet tablosuna göz attıklarında; Lisa'nın dolunay altında parlayan zarif boynunun, vampir tarafından hoyratça emilirken sızan kanların ürkünç kızıllığı ile lekelendiğini gördüler. Kızın inlemeleri artmış ama kolları güçten kesilmişçesine, bir kukla misali iki yanından sallanıyordu. Adam vahşi bir kendini kaybedişle emiyordu Lisa'yı. Kasaba'yı kaplayan müzik sesi olmasa ağzının şapırtıları bile duyulabilirdi.
Aram'ın yüreği ferahladı. Demekki sevişmiyorlarmış! Yiyişiyorlarmış. Yani adam yiyiyormuş. İçiyormuş daha doğrusu... Kendinden utanmalıydı böyle düşündüğü için ama elinde değildi işte!
Zoltan'ın uyarısıyla kendilerine geldiler. Avcı, elindeki birer şişeyi gençlere uzattı. "Bana yardım edeceksiniz! Ben savaşırken bu kutsal suyu vampire atmanızı istiyorum. Bir damlasını bile ziyan etmeyin sakın!"
İki genç şişeleri alırken başka bir heyecanın içine düştüler. Yıllarca dinledikleri kahramanlık hikayeleri, iblisle bizzat savaşma fırsatı olarak, gelip onları kendi kasabalarında bulmuştu. Gençler hançerlerini de çektiler bu arada ama Zoltan alaycı bir bakışla "onlar bir işinize yaramaz bunları alın" dedi. İki küçük ayna uzatıyordu. "Vampir aynadan korkar, en azından size yaklaşamaz."
Zoltan sol elinde minik bir arbalet tutuyordu ve kurulmuş olan ok, tahta değil demirdi. Sağ elinde ise ışıltılı bir kılıç vardı. Aram'ın görebildiği kadarıyla kılıcın kabzası, kollarını göğsünde çaprazlamış bir melek figürü şeklindeydi. Melek kanatlarını yanlara doğru dik olarak açmış, böylece kabzanın koruyucu kısmını oluşturmuştu. Kılıcın keskin bölümünün üzeri de, anlaşılmaz kadim rünlerle kaplıydı. Gençlerin ikisi de kılıca hayran kaldı. Demircinin oğlu Olaf, silah kalitesinden anlardı ve bu onun hayatında gördüğü en güzel kılıçtı.
Vampir, kızcağızın boynunu vakumlamakla öyle meşguldu ki, yanına gelen grubu farketmedi bile. Körpe kızın lezzetli kanını emerken aldığı şehvetimsi zevk onu bu dünyadan koparmıştı sanki. Hırıltılı inleme sesleri çıkarıyordu. Elleri kızın her yerindeydi.
Bir karış boyundaki arbalet oku, vınlayarak vampirin hafif öne eğilmiş başının tam üstünden, kafatasını delerek yarısına kadar girdi. Her hangi bir canlı derhal ölürdü ama bu adam hırlayarak ve kanlı ağzındaki kocaman sivri köpek dişlerini göstererek zaten ölü olduğunu ispatladı. Yaşayan bir ölüydü o! Acılı bir öfke, şaşkınlık ve nefret... Lisa'nın hareketsiz bedeni yere düştü.
Anlaşıldı ki yaratığın kafasına giren arbalet oku, sıradan bir ok değildi. Okun arkasında küçük bir halka ve bu halkaya bağlı ince ama sağlam bir çelik tel vardı. Telin diğer ucu Zoltan'ın kemerine bağlıydı. Zıpkın!
Vampir avcısı arbaleti attı ve iki eliyle tuttuğu, kutsal rünlerle bezeli tılsımlı kılıcını savurarak saldırıya geçti. Vampir de bir yandan kılıcını çekerken, sağına soluna hızlı hızlı bakındı. Gençler ona aynaları gösterdiler ve vampir ürkütücü bir çığlık atarak geriledi. Kafasından Zoltan'a uzanan tel gerilerek dengesini bozdu. Kılıcını tele savuracak oldu ancak Zoltan saldırmıştı. Kılıçlar çarpıştı. Kıvılcımlar çaktı, öldürücü sesler kulaklarda çınladı. Sanki iki değil dört kılıç varmışçasına gözü aldatan çok seri hamleler yapılıyordu.
Yaratık Kasaba duvarına sıkışmıştı. Çnünde sıradışı bir savaşçı, iki yanında ise bakamadığı aynaları kendine tutan iki genç vardı. Kapana kısılmıştı. Kafasına girmiş demirden ok ve ona bağlı tel, duvarın üzerine sıçramasına engeldi. Karşısındakinin ona salladığı kılıcın tılsımlı olduğunu anlamak için de müneccim olmasına gerek yoktu. Tek çaresi, Savaşçı'yı kesip ablukadan çıkmaktı. Son bir gayretle Zoltan'a doğru atıldı.
Vampirin refleksleri inanılmazdı ancak Zoltan'ın da müthiş bir kılıç ustası olduğu belliydi. Kılıçlar tekrar şakırdadı. Çldürücü hamleler, gözün algılama kapasitesine meydan okurcasına vızıldıyordu. Tam savaşın bu ateşli anında, iki yandan vampirin üzerine yok oluşu müjdeleyen bir asit yağmuru gibi yakıcı su damlaları yağmaya başladı. Aram ve Olaf, bir ellerinde vampiri uzaklaştıran aynaları tutarken, diğer ellerindeki şişelerden yaratığın üzerine kutsal su atıyorlardı. Her türlü kutsiyete yok oluş derecesinde alerjisi olan vampirin üzerinden dumanlar çıkyor, değdiği yerlerde küçük kraterler oluşturan damlaların cızırtıları duyuluyordu. Yaratık öyle bir çığlık attı ki, kasaba meydanındaki müzik sustu.
Zoltan'ın kılıcı vampirin kolunu biçti. Yaratığın kılıcı tutan eli yere düşerken toza dönüştü. Vampir geriledi ve sonunda duvara yaslandığında sonunun geldiğini anlamıştı. Korkunç dişlerini gösterip tısladı. Zoltan önce yaratığın göğsüne soktuğu kılıcı ile henüz yakıcı bir reaksiyon başlatmışken aceleyle çekip son darbeyi indirerek vampirin kafasını uçurdu. Gece yaratığının bedeni sanki görülmeyen alevlerle çarçabuk yanmış gibi küllere dönüştü.
***
İki gün sonra kasaba mezarlığında Lisa'yı toprağa verdiler. Kızcağız çok kan kaybetmiş, kurtulamamıştı. Festival iptal edildi. Kasaba'da güvenlik önlemleri arttırıldı.
Aram, Olaf ve Zoltan kalabalıktan ayrı duruyorlardı. Yaşayan ölü avcısı veda edecekti. "İsterseniz benimle gelebilirsiniz" dedi, "ben de gençleşmiyorum sonuçta ve mesleği birilerine öğretmemin zamanı geldi sanırım."
Gençler şimdilik bunu düşüneceklerini söylediler. Henüz müsait değillerdi. Çzellikle Aram, kendini toparlayamamıştı. Yalnız kaldıklarında arkadaşına içini döktü. "Biliyor musun Olaf, Lisa'nın ölümü... Yani... Onun adamla sevişmesindense ölmesini istedim. Evet bunu istedim. Ben nasıl bir canavarım ki?.. şimdi bile... Eğer Lisa kurtulsaydı... Yani hala düşünebildiğim, acaba Lisa onunla gitti mi? Yani anlarsın, kendisi mi istedi diye düşünüyorum. Off, aklımdan çıkmıyor. Kendimden nefret ediyorum Olaf!"
"Dostum, Zoltan'ın anlattıklarını unuttun mu?" dedi Olaf. "Vampirlerin insanı etkileyebildiklerini, eğer gözlerine bakarsa seni kukla gibi oynatabildiğini anlattı ya!"
Joined: Nov 29, 2006
Posts: 864
Location: Istanbul
Posted:
Wed Oct 31, 2007 12:30 pm
Sevda'nın Bedeli
Yağmurun ilk damlaları pencereye düşmeye başladığında Sevda dalıp gittiği düşüncelerden sıyrıldı ve ne kadar zamandır bu şekilde pencerenin önünde durduğunu anlamak için saatine baktı. Saati kolunda değildi.
Aslında bu çok sık başına geliyordu, cildinin bir şekilde saatin kayışına alerjisi vardı ve bu yüzden çoğu kez onu farkına bile varmadan çıkartıp bir yere bırakırdı. Deriye batmış bir diken gibi vücudu onu doğal yollarla dışarı atmaya çalışıyordu ama Sevda her seferinde yine saati sol bileğine takmaya devam ederdi. Onun yüzünden çektiği bunca acıya rağmen genç kadın yine de zamanı merak ettiğinde koluna bakar ve onu yerinde göremediğinde şaşırırdı. Saatin acısına o kadar alışmıştı ki artık varlığını ve yokluğunu ayırt edemiyordu.
Güneş uzun süre önce, ortasında kuru bir çeşme bulunan avluyu saran binaların arkasında kaybolup gitmişti. Bu yüzden tam olarak ne zaman battığını anlamanın bir yolu yoktu, ama yine de Sevda, paletin üzerindeki gök mavisine karıştırılan siyahın maviyi boğduğu gibi, karanlığın gök yüzünde güneşten geriye kalan huzuru boğmasını izlemişti. Yağmur yağmaya devam ederken karanlık mavinin en koyu tonu bile kalmayana kadar gök yüzünü kapladı ve mavi yok oldukça pencerede boş bir yatağın aksi biraz daha belirginleşti.
Sevda göz yaşlarının yanaklarından süzülmesine izin verdi, tıpkı pencerede akıp giden yağmur damlaları gibi göz yaşı damlaları da Sevda'nın yanaklarında kendilerine önceden kimsenin bilemeyeceği bir yol çizdiler ve elmacık kemiklerinden aşağıya, çenenin bittiği yere kadar bu yolda süzüldüler.
Genç kadın arkasını dönmeden pencerede artık iyice belirginleşmiş yansımaya baktı, bu açıdan yeterince yakından baktığında arkasındaki boş yatakta şimdi sanki kendisi yatıyordu. Akmaya devam eden göz yaşlarına rağmen odada pencereye çarpan yağmurun ve odayı donuk, ölü bir beyaza boğan floresan lambasının cızırtısından başka bir şey duyulmuyordu. Sevda sessiz ağlamaya alışmıştı, hem zaten sesi çıksa da onu kendisinden başka hiç kimse duymayacaktı.
Genç kadın henüz arkasına dönmek için gereken cesareti toplayamamışken tek kelimelik bir cümle duyuldu ve ardından bütün oda sessizliğe boğuldu, artık Sevda ne yağmur damlalarının gürültüsünü ne de ucuz lambanın uğultusunu duyulabiliyordu.
***
"Anne"
"Efendim oğlum."
"Doğum günün kutlu olsuuuun! Seni çok çok çok ama çoook seviyorum!"
"Canım oğlum! Annesinin doğum gününü unutmamış. Ben de seni çok seviyorum. Gel buraya!"
"Bak sana bunu ben aldım. Yani aslında ben seçtim ama paranın çoğunu babam verdi... yani aslında hepsini o verdi ama hediyeyi ben seçtim ama biliyor musun kartı ben kendi paramla aldım. Ah... söylemeyecektim.. bak şimdi sürprizi bozuldu!"
Küçük, ama onu tutan eller için yeterince büyük kırmızı kadife bir kutu bir anda kendisini Sevda'nın ellerinde buldu. Bunca zaman küçük çocuğun arkasında, annenin göremeyeceği bir yerde saklanmıştı.
Sevda oğlunun yanında diz çöktü ve farkında olmadan yanağını küçük çocuğun yanağına dayadı, bir anne olduğu için ona bir şekilde dokunmadan edemiyordu. Tek eliyle tuttuğu kadife kutuyu açtı, içinde metal kayışlı bir saat vardı...ve katlanıp ıkına sıkıla kutunun kapağının içindeki boşluğa sıkıştırılmış bir kart. Genç kadın gözlerindeki ışıltının sönmesine izin vermeden oğlunu boynundan öptü ve ona teşekkür etti. Sonra kutuyu yere bırakıp saate hiç dokunmadan kapağın içine sıkıştırılmış kağıdı çıkardı, oğluna belli etmeden içinden gülümsedi çünkü kart ancak bir çocuğun akıl edebileceği şekilde hiç bir nizam gözetilmeden katlanmış ve kapağın içine tıkıştırılmıştı. Sevda ne yazdığına bakmadan ilk kelimesinden başlayarak sesli okudu. Her bir harf farklı renkteki bir pastel kalemden çıkmıştı ve harfler o kadar büyüktü ki, bir satıra bir kaç kelime zor sığıyordu. Oğlu yuvada sadece bu şekilde yazmayı öğrenmişti.
"Canım Anneciğim,
Seni çoooook seviyorum.
Bu sene okula başlicam.
Senden ayrı kalıcam. Ben
yokken meraklanma diiye
sana bu saati aldım.
Ne zaman geri gelcemi
bilmek için buna bakman yeterli.
Berk "
Küçük kırmızı kutuda metal kayışlı bir saat duruyordu, yarın Berk ilk kez okula gidecekti ve sonra büyüklerin de dediği gibi zaman uçup gidecekti. Ama o Pazar sabahı, Sevda oğlunun konuşmasını son kez duyduğunda zaman durmuştu ve saatin tarihi 16 Eylül'ü gösteriyordu, yapraklar sararmış, son bahar gelmişti.
***
"Size karşı dürüst olmak zorundayım Sevda Hanım. Oğlunuz öldü, ve ne yaparsak yapalım bu sonuç değişmeyecek, eğer bunu kabul etmezseniz sürekli olarak acı çekmeye devam edeceksiniz. Diğer doktorlar bilincinin açılmasının mümkün olmadığını söylüyor. Ona daha fazla işkence etmeden bırakın huzur içinde son nefesini versin."
"Hayır... bunu yapamam. Hayır... asla."
"Bakın, hem kocanızı hem de oğlunuzu kaybetmenin çok zor olduğunu biliyorum. Oğlunuz kafatasından çok sert bir darbe aldı, kalbi defalarca durdu, tekrar çalıştırıldı, ve atmaya devam ediyor ama o öldü Sevda Hanım. şu anda yatakta yatan çocuk size sarılan, sizinle konuşan, size öğrendiklerini anlatan Berk değil artık ve o Berk asla geri gelmeyecek. O sadece acı çeken, ölümün huzuruna kavuşmak isteyen bir beden. Onu bırakmayarak hem kendinize hem de Berk'e işkence ediyorsunuz. Bu şekilde devam ederseniz bir gün Berk'in sizi seven mutlu bir çocuk olduğunu unutacaksınız ve onu sürekli acı çeken bir beden olarak hatırlayacaksınız.Bilinci yerine gelse bile gözleri size eskiden baktıkları gibi bakmayacaklar. Bunun olmasını istemiyorum."
"O arabada ben de olmalıydım. Eğer onun yanında olsaydım, ona sarılıyor olsaydım arabadan fırlamayacaktı, kafasını cama çarpmayacaktı, ölme... ölme... Hayır. O ölmeyecek, ölemez. Bakın anlamıyorsunuz, bana yardım etmek zorundasınız. Gidecek başka hiç bir yer kalmadı. Berk’i asla terk etmeyeceğim. Bunun için her türlü bedeli ödemeye hazırım. O yaşayacak!"
Doktor sonunda yenilgiyi kabullendi. Ona bütün olacakları, ödenmesi gereken bütün bedelleri anlatmıştı ama dünyadaki en umursamaz kötülüğün zor şartların boyunduruğuna girmiş anne sevgisinden geleceğini asla tahmin edemezdi.
"Pekala Sevda Hanım. İstediğinizi yapacağım. Yarın tekrar güneş battığında oğlunuzu görebilirsiniz. Ama lütfen bir şeyi aklınızdan sakın çıkartmayın. Berk öldü ve ne yaparsak yapalım bu sonuç değişmeyecek!"
***
"Anne!"
Sevda en sonunda cesaretini topladı ve dönüp arkasına, yatakta yatan oğluna baktı. Küçük çocuk yatakta doğrulmuştu ve bir elini annesine doğru uzatıyordu.
"Sonunda uyandın demek... bekle geliyorum."
Genç kadın yatağın kenarına, oğlunun yanına oturdu ve yavaşça çocuğun kafasını çevreleyen bandajları çıkartmaya başladı, bir yandan da küçük çocuğun yanağını okşuyordu. Berk hiç sesini çıkarmadan annesinin bandajları çıkartmasını bekledi, uzunca bir aradan sonra tekrar ışıkla dolan gözler annesinin mutlu suratına kilitlenmişlerdi ama kadının doğum günündeki parlaklıklarından eser yoktu.
Nihayet son bandaj da çıktığında Sevda oğlunun tamamen iyileşmiş olduğunu gördü. Kafa tasındaki göçük yok olmuştu ve Berk oldukça mutlu gözüküyordu. Genç kadın ellerini çocuğun uzun siyah saçlarının arasında gezdirdi, onların yumuşaklığını ve parmaklarının arasından kıvrılıp gitmelerini çok özlemişti. Annesi saçını okşarken Berk boynunu büktü ve kadının saçların arasında dolaşan sol elini yanağının üzerine getirdi, sonra da kafasını çevirip solgun ve soğuk dudaklarını annesinin parmaklarının üzerinde gezdirdi.
Sevda gözlerini kaçırdı ve avluya açılan pencereye baktı. Dışarısı karanlıktı, doktorun malikanesinde bu odadan başka henüz hiç bir odada ışık yanmıyordu, pencere kadını ve odanın geri kalanını gösteren bir ayna vazifesi görüyordu ama Berk bu görüntünün içinde yoktu.
Berk'in dişleri annesinin sol bileğine saplandı, kadının vücudu deriye batmış bir diken gibi onları dışarı atmaya çalışıyordu ama küçük çocuk çenesini şimdi ona kan veren bileğe kenetledi. Bir zamanlar bu bilekte onun aldığı saat vardı ve annesi saatin acısına o kadar alışmıştı ki artık varlığını ve yokluğunu ayırt edemiyordu.
Yağmurun son damlaları penceredeki süzülmelerini tamamladığında Sevda'nın aklına doktorun sözleri geldi, kan bedeninden çekildikçe anıları solgunlaştı ve yavaş yavaş kayboldular, kadın kendi adına ödemesi gereken bedeli ödemişti ve şimdi yatağın üzerinde oğlunun yanında yatıyordu.
Karnı doyan Berk annesinin bileğini bıraktı ve yataktan indi. Uzun bir uykudan uyanmıştı ve etrafında tanımak istediği yepyeni bir dünya vardı. İçinde daha önce hiç bilmediği bir his gidip babasını bulmasını söylüyordu ve o burada bu malikanenin içinde bir yerdeydi. Berk daha önce hiç görmemiş olduğu halde onu bekleyen doktorun artık babası olduğunu biliyordu. Sessiz adımlarla yürüdü ve kapıdan çıkıp gitti.
Genç kadının cansız bedeni sanki yavrusu hala kucağındaymış gibi boşluğu kavrıyordu, Sevda'nın donuk, yaşam enerjisinden yoksun gözleri komidinin üzerinde terk edilip bırakılmış metal kayışlı saate dikilmişti...
_________________ <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
Soğuk şatonun taş koridorlarında yaşlı bir adamın aceleci ayak tıpırtılarından başka ses duyulmuyordu. Otis; saçları hem ortadan açılmış hem de beyazlamış, tombul bir yüzü, fıldır fıldır gözleri, sivri burnu olan, hafif kambur, romatizmalı bir adamdı. Bu şatonun kahyasıydı. Devasa ana kapının kanatlarından birini açarak dışarıya bir adım attı. Güneş batıyordu.
Dört siyah atın çektiği siyah yolcu arabası, dakik bir şekilde mermer merdivenlerin önüne gelerek durdu. Arabanın lüks yolcu bölümünün kapılarında altın yaldızlı boya ile işlenmiş, sonsuz hayatı simgeleyen, içinde kum olmayan kum saati arması vardı. Arabacı zayıf ve uzun boyluydu. Siyah giysisi ve silindir şapkasıyla daha çok bir cenaze levazımatçısını andırıyordu. Otis, onun aslında insan suretine bürünmüş bir kuzgun olduğunu düşündü.
- Bir yere ayrılma, ben efendiyi uyandırmaya gidiyorum diye bağırdı Otis.
Arabacının bir yere gideceği yoktu. Uzaklarda çakan bir şimşek, kızıldan karanlığa çalan ufku aydınlattı. Yağmur geliyordu. Otis tekrar içeri girip kapıyı kapattı. Çzerinde kalın kıyafetler olmasına rağmen üşüdüğünü hissetti ve gülümsedi. Yaşıyordu. Antre salonundaki büyük merdivenlerin yanından, dar bir koridora girdi ve arka taraftaki mahzen kapısına ulaştı. Beş mumlu bir şamdan ile yolunu aydınlatarak mahzene indi. Etrafı şarap şişeleri ve fıçılarıyla doluydu. Gizli bir kapıyı açan mekanizmayı harekete geçirdi ve duvarda açılan geçitten geçerek, daha da aşağılara indi. Sonunda gizli odaya geldiğinde, efendisinin içinde yattığı taş lahitin önünde saygıyla durdu. Kabartmalarla süslü lahitin üstündeki kapak, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağırdı. Otis tekrar gizli bir taşı yerinden oynattı ve lahitin kapağı, yandaki destek kolonlarının üzerine kaydı.
Taştan tabutun içinde, Otisin ölmüş büyük büyük babasından bile yaşlı olduğu halde ancak otuzunda gösteren, soluk benizli, güzel yüzlü bir adam yatıyordu. Kont Brad von Pitburg.
Ve Vampir gözlerini açtı! Otis biraz ötede duruyordu; uyku mahmuru bir vampirin, açlığın güdüsüyle kendisini uyandıranı ısırıvermesi görülmemiş bir şey değildi.
- Günaydın efendim, dedi Otis sırıtarak.
Vampir sanki ağırlığı yokmuşçasına aniden ayağa dikildi. Ne bir yere tutunmuş, ne dizini bükmüştü. Dikiliverdi. Uçmaktı sanki, büyü gibi...
- Günaydın mı? Bu komikliği daha kaç kere yapman gerekiyor Otis?
- Benim görevlerimden biri de sizi eğlendirmek efendim.
- O zaman başka komiklikler bul. Sıkıcı olma!
- Emredersiniz.
İki adam merdivenden çıkmaya başladılar.
- Efendim araba hazır. Bildiğiniz gibi valinin şatosundaki baloya davetlisiniz.
- Adıma davetiye geldi mi?
- Geldi efendim, buyurun, diyerek balmumuyla mühürlenmiş süslü bir zarfı Konta uzattı Otis.
- Ben davet edilmediğim eve giremem, biliyorsun değil mi Otis?
- Biliyorum efendim.
- Yine de bunu sır olarak sakla. Çdlek avlarım, evlerinde titreyerek, benim bir gece ansızın içeri dalıvereceğim kabusuyla yaşasınlar. Kalpleri korkuyla atsın.
- Bütün sırlarınızı saklıyorum efendim.
- Aferin Otis.
Kont Brad von Pitburg, kütüphanenin büyük pencerelerinden birisinin önünde durarak, yeni başlamış geceyi izledi. Siyah elbisesi çok şıktı. Kahyası da iki adım gerisinde duruyordu.
- Bu gece dolunay var Otis.
- Evet efendim.
- Ve yağmur yağıyor.
- Biraz önce başladı efendim.
- Senin yerinde olsaydım, kapıları kilitleyip içeride otururdum. Asla dışarı çıkmazdım.
- Benim aklımdan da bu geçiyordu efendim.
- Açlık... Yapışkan bir lanet gibi yakamdan düşmüyor.
- Çıkmadan önce bir kan kokteyli içer misiniz efendim?
- Hayır. Acelesi yok. Bu gece... Valinin kızı ile yakınlaşabilirim.
- Efendim, cüretimi bağışlarsanız... Çok riskli değil mi? Yani kendinizi açık etmek açısından.
- Evet Otis. Fakir bir köylüyü kurban etmek, daima daha kolaydır değil mi? Her neyse akışına bırakalım. Ben çıkıyorum.
Otis, Vampir efendisine kapıyı açtı. Yağmur başlamış, henüz sadece çiseliyordu ama yer yer dolunayın ışığını örtmek için çabalayan kara bulutlar, gecenin oldukça ıslak geçeceğinin habercisiydi. Dışarı çıktıklarında, Kont Brad bir an durarak havayı kokladı. Ve sanki diğerlerinin bilmediği bir şeyi keşfetmiş gibi muzipçe gülümsedi.
- Bu gece dışarıdaki tek canavar ben değilim Otis, dedi yaşlı adamı ürperterek.
Tam o sırada, mesafesi belli olmayan bir kurt uluması duyuldu. Otisin yaşlı kemikleri titredi. Vampir, pis bir kahkaha atarak merdivenlerden indi ve arabacının saygılı bir duruşla kapısını açtığı at arabasına bindi. Onlar uzaklaşırken Otis aceleyle içeri girdi ve kapıyı sürgüledi. Demir parmaklıklı pencereler, sağlam kapılar, kendisini emniyette hissettiriyordu. Efendisine gelince, onun kendi şatosuna girmek için anahtara ihtiyacı yoktu.
Otis, önce ufak tefek işlerini halletti. Sonra biraz kitap okudu. Bu arada kendine güzel bir şarap seçmişti. Mutfakta oturuyordu. Oldukça geniş olan mutfağın ocağı gürül gürül yanıyor, içerisini sıcacık yapıyordu. Ekmek tazeydi ve pastırma pişiriyordu. şarabın etkisiyle hafiften yüzü kızarmıştı. Arada sırada çakan şimşeğin gök gürültüsü olmasa, dışarıda yağan yağmurun sesi ninni gibi gelecekti.
Ateşin karşısında şarabını yudumlayarak, uyuşuk bir şekilde ne kadar oturduğunu bilmiyordu. Birden mutfağın arka bahçeye açılan kapısı yumruklanmaya başladı. Otis hafiften çakırkeyif olmasa korkudan ödü patlardı. Kapıya ısrarla vuruluyor ve açılmaya çalışılıyordu ama kapı kilitliydi. Çstelik de şatodaki bütün kapılar gibi çok sağlamdı. Otis mutfağın küçük pencerelerinden birine koşup dışarıdakini görmeye çalıştı. Bu sırada bir kadın çığlığı duyuldu. Otis karanlıkta zar zor, dışarıda kapıyı vuranın bir kadın olduğunu görebildi. Kız pencereye döndüğünde yüzünü tanıdı.
- Klara! Kızım, benim kızım!
Otis aceleyle kapıyı açtı ve panik içinde ağlayan kızı içeriye aldı. Sırılsıklam olmuş kız, zorlukla kelimeleri bir araya getirdi, dişleri takırdıyordu.
- Lütfen kapatın. Lütfen, dışarıda, peşimde.
Kapıyı kapatıp sürgülediler.
- Sakin ol kızım, sakin ol. Tamam geçti. Geçti artık.
Otis kızı ateşin karşısına oturttu. Bir battaniye getirdi. Islak şalını atıp, kızı güzelce sardılar. Hala dişleri takırdıyan kız sus pus olmuş, sanki şoka girmişti. Kızın sadece kumral saçları ve belki biraz da alın yapısı Otisin kızını andırıyordu. Başka da bir benzerliği yoktu. Zaten Otisin kızı Klara, uzun yıllar önce ölmemiş olsaydı bile, şimdi orta yaşlı bir kadın olurdu.
Otis de kızın yanına çöktü. Kendi kızı Klaranın hayaletini görmüş gibi allak bullak olmuştu. Ancak kendini toparladı. Kızının dönmeyeceğini hatırladı. Çlmüştü o.
- Evladım senin adın nedir? diye sordu. Kızı kendine getirmek için sarsması gerekmişti.
- Adım Helga dedi kız. Tekrar ağlamaya başladı.
- Sakin ol Helga. Söyle bana, ne oldu? Seni kovalayan kim?
- O bir yaratık!
- Ailen yok mu kızım?
- Annem ve babam... Çldüler! O herkesi parçaladı! Kocaman bir kurt. Ama iki ayağı üzerinde yürüyordu.
- Kurt adam mıydı?
- Çok korkunçtu!
Birden bir uluma sesi duydular. Yakından geliyordu. İkisi de yerlerinden fırladı.
- Burada! dedi kız. Bizi öldürecek!
- Hayır, korkma! Buraya giremez.
Demir şeritlerle güçlendirilmiş kapıya dışarıdan şiddetli bir darbe geldi. Genç kız bir çığlık attı. Korkmuş birine, kapının menteşeleri oynamış gibi gelebilirdi ama işin doğrusu kapı, daha bunun gibi yüzlerce darbeye dayanabilirdi. Dışarıdan vahşi bir hayvanın hırlamaları duyuluyordu. Pençeleriyle kapıyı, duvarları tırmalıyordu.
- Korkma! diye tekrarladı Otis. Kızın omuzundan tutarak onu yatıştırdı. Korkma burada emniyettesin! dedi.
Ancak tam bu sırada, Otisin bakışları Helganın kuğu gibi beyaz boynuna kaydı. Genç kızın heyecandan küt küt atan kalbi, sanki atardamarlarını belirginleştirmiş gibiydi.
- Hayır, hayır! Burada emniyette değilsin! Çıkmalısın, gitmelisin! dedi Otis.
Helganın kafası karışıktı. Yaşlı adamı anlamadı.
- Ama giremez demiştin?
Birden, ikisi de odada başka birinin varlığını hissettiler. Mutfağın iç kapısında Kont Brad von Pitburg duruyordu. Gülümsüyordu. Bakışlarını kıza dikmişti. Konuştu:
- Sanırım Otis seni uyarmaya çalışıyordu. Benim hakkımda! Çyle değil mi Otis?
- Hayır efendim, hayır! Yani... O daha gencecik. Çstelik daha bu gece ailesini kaybetmiş...
Vampir sözünü kesti.
- Otis! Benim acıma duygum olmadığını bilmiyor musun?
- Biliyorum efendim.
- O halde nefesini tüketme! Duygu yoksunuyum ben. Ne pişmanlık duyarım, ne korku. Vicdan sızlamasını, sadece hayal edebilirim. Ruhsuz varlığımı kemiren tek bir duygu tanıyorum, o da açlık!
Vampirin gözleri, kızın heyecanla inip kalkan göğüsleri ile zarif boynu arasında gidip geliyordu. Helga ise ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Normalde yakışıklı bulacağı bu şık giyimli adamın bakışları ve sözleri onu korkutmuştu. Bahçe kapısına doğru geriledi. Ancak kapıyı tırmalayan pençelerin iç gıcıklayıcı sesi ardındaki tehlikeyi hatırlattı. Genç kız yardım istercesine Otise baktı. Ama yaşlı kahya, elinden bir şey gelmeyeceğini bilecek kadar efendisini tanıyordu. Gözlerini kaçırdı.
- Neler oluyor? Siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz? diye bağırdı kız.
- Ben Vampirim, dedi Kont.
Helganın sırtı kapıya dayandı. Eli sürgüye gitti ama açmak istediğinden emin değildi. Ağlıyordu.
- Lütfen acıyın bana diye yalvardı.
Sürgüyü hafifçe çekti. Artık kurt adamın sesi duyulmuyordu. Belki de gitmişti. Vampir alaycı bir şekilde gülümsedi. Kızın aklını okuyordu.
- Ah küçüğüm, inan ki hala orada. Kurt-adam o! Senin kokunu alıyor. Korkunun kokusunu! Çıkarsan seni parça parça edecek. Keskin tırnaklarıyla etlerini kemiklerinden sıyıracak, sivri dişleriyle narin vücudunu hoyratça ısırarak, iri lokmalar halinde canlı canlı yiyecek seni. Ama istediği sadece yemek değil. Vahşet istiyor. Nedenini bilmeden, saldırmak, kırmak, kesmek, lime lime etmek istiyor. Dolunayın deli çocuğudur kurt-adam. Ben ise, açım! Ve susuzum! Doymak bilmiyorum bir türlü. Senin yavru bir kuş gibi pır pır eden yüreğinin atışını buradan duyabiliyorum ve bu benim iştahımı daha da kabartıyor. Zarif boynundan ısırıp tükenene kadar kanını içmek istiyorum. Seni kurutana kadar emmek, ölüm öpücüğü vermek istiyorum. Zor bir seçimin var güzel kız. Tavsiyemi istersen beni seç. Sadece hafif bir ısırık, kolay olacak. Kurt-adamın sana vereceği acı, çok daha fazla olur.
Helga hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çıldırmak üzereydi.
- Bunu neden yapıyorsunuz, diye bağırdı.
- Ah yavrucuğum, o kadar toysun ki. Bak Otise! O uzun bir ömür yaşadı, çünkü bana hizmet ediyor. Senin gibi masum ruhlar için iki seçenek vardır: Ya kurt-adam tarafından parçalanmak, ya da vampir tarafından ısırılmak.
- Yalvarırım acıyın!
- Yapamam, ben kötüyüm.
Vampir, kıza iyice yaklaştı. Süzülür gibi ilerliyordu. Gözlerini kızın gözlerine dikmiş, hipnotik gücünü kullanıyordu. Helga ağlamayı keserek sakinleşti. Kukla gibiydi. Kont, kızı kucakladı.
- Anlamadığını biliyorum dedi.
Kapının ardındaki kurt-adam dolunaya karşı uzun uzun uludu. Vampir, avının boynuna sivri dişlerini geçirdiğinde; Otis, mutfaktan çıkarak efendisini, kızı Klaraya benzeyen Helga ile yalnız bıraktı. şarabın etkisi geçmişti. Midesinin bulandığını hissetti. Gülümsedi. Yaşıyordu.
View next topic View previous topic
You cannot post new topics in this forum You cannot reply to topics in this forum You cannot edit your posts in this forum You cannot delete your posts in this forum You cannot vote in polls in this forum
FRPWorld.Com ülkemizdeki fantezi edebiyatı ve frp sevenleri bir araya getirmeyi amaçlayan bir web sitesidir. 2003 yılında kurulmuş olan sitemiz kullanıcı ve yöneticilerimizin katkıları ile büyüyüp Türkiyenin en büyük frp sitelerinden birisi olmuştur. Galerisi, indirilecekler kısmı, akademisi, yazarları ile sitemiz tam bir frp hazinesidir. FRPWorld sizin de desteklerinizle böyle olmaya devam edecektir. FRP'nin doyumsuzca yaşandığı bu diyara hoş geldiniz.
FRPWorld, yeni bir frp dünyası
Sitede bulunan yazı, doküman ve diğer içerikler siteye ait olup başkaları tarafından kopyalanması, dağıtılması ya da ticari amaçla kullanılması yasaktır. Siteye yapmış olduğunuz katkılar frpworld.com'un olup bunları yayınlama ya da yayınlamama hakkı site yöneticilerine aittir.