Frp World Ana Menü
  • Frp World
    » Anasayfa
    » Forum
    » Anketler
    » Akademi
    » Kitap Tanıtımları
    » Haber Arşivi
    » Haber Gönderin
    » Makale Gönderin

  • Üyelere Özel

  • Kişisel
    » Hesabınız
    » Özel Mesajlar
    » Üye Listesi
    » Üye Arama
    » Siteden Çıkış

  • Site Bilgileri
    » Top10
    » Site Hakkında Yorumlarınız
    » İstatistikler
    » Destekleyen Siteler

  • Kullanıcı Menüsü
    Hoşgeldin, Diyar Gezgini
    Üye Adı
    Şifre
    (Kayıt Ol)
    Üyelik:
    Son Üye: usotuvy
    Bugün: 2
    Dün: 35
    Toplam: 90366

    Şu An Bağlı:
    Ziyaretçi: 1834
    Üye: 1
    Toplam: 1835

    Şu An Bağlı:
    01 : usotuvy

    FrpWorld.Com :: View topic - 5. Çdüllü FRPWORLD Kısa Hikaye Yarışması (Eserler-Net
    Forum FAQ  |  Search  |  Memberlist  |  Usergroups   |  Register   |  Profile  |  Private Messages  |  Log in

     5. Çdüllü FRPWORLD Kısa Hikaye Yarışması (Eserler-Net View next topic
    View previous topic
    Post new topicReply to topic
    Author Message
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 9:25 pm Reply with quoteBack to top

    5. Çdüllü FRPWORLD Kısa Hikaye Yarışması'nın Neticeleri


    KARAKTER

    En İyi Karakter: Çlesiye Adalet; Dwaxer
    2. : Çmit; Dragon_Knight
    3. : S.Efendi'nin Olağan Çstü Maceraları; Devrimk

    KURGU

    En İyi Kurgu : Çlesiye Adalet; Dwaxer
    2. : S.Efendi'nin Olağan Çstü Maceraları; Devrimk
    3. : O şehir; Lydronk

    ANLATIM

    En İyi Anlatım : Çlesiye Adalet ve S.E'nin O. Ç. Maceraları Beraberliği; Dwaxer-Devrimk
    2. : Çmit; Dragon_Knight
    3. : İntikamın Ayağı; Mustiman

    ARKA PLAN

    En İyi Arka Plan: Çlesiye Adalet; Dwaxer
    2. : Seyfettin Efendi'nin Olağanüstü Maceraları; Devrimk
    3. : O şehir - Çmit Beraberliği; Dragon_Knight - Lydronk



    5. FRPWORLD Hikaye Yarışması Kazananı,

    EN İYİ HİKAYE: Çlesiye Adalet; Dwaxer !!


    2. Seyfettin Efendi'nin Olağanüstü Maceraları; Devrimk
    3. Çmit; Dragon_Knight


    Not: Dwaxer'in ikinci hikayesi Kuantum Çarpışması toplam puanda Çlesiye Adalet'den daha az puan aldığı için derecelendirmeye alınmamıştır.

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 9:29 pm Reply with quoteBack to top

    Çlesiye Adalet; Dwaxer


    Çlesiye Adalet

    "İstanbul harika bir yer" dedi, mavi gözlü, sarışın, isveçli güzel. Manken ölçülerine sahip olduğunun farkında değilmiş gibi bir tavırla, Kız Kulesi'nin kuzey tarafında dikilmiş, rüzgardan hafifçe nemlenmiş gözleriyle Boğaz'ı seyrediyordu. Hava güneşli olmasına rağmen; poyraz, genç kızın cömert kıyafetlerinin içine işleyerek, onu hafifçe ürpertti. Çşüme değildi bu. İsveç gibi soğuk bir iklimden gelen İnge Gustava için İstanbul'un sonbaharı yazdan farksızdı. Ancak Karadeniz'den dolanarak gelen iyotlu esinti, cildinde hoş bir intiba bırakmış olmalıydı.

    Komiser Ferit Coşar, hemen ceketini çıkararak, nazikçe kızın omuzlarına yerleştirdi. Genç adam bu fırsatları hiç kaçırmazdı. Detayları çabuk fark etmesi, onun başarılı bir cinayet masası dedektifi olmasının, sebeplerinden sadece biriydi. "Çşüdünse içeri geçebiliriz" dedi mükemmel ingilizcesiyle. Bu arada kolları, kızcağızı sevimli bir ahtapot gibi sarmıştı.

    İnge hayır anlamında başını salladı. Manzaranın tadını çıkarmaya doyamıyordu. Ayrıca Ferit'in, belinden milim milim kalçasına doğru kayan elinin gideceği son noktayı da merak ediyordu doğrusu. Artık aralarında hiçbir mesafe kalmamıştı. Ceketini çıkararak, silahının açıkça görülmesinden rahatsızlık duymayan polis, turist kıza adeta yakın korumalık, hatta haddinden fazla cana yakın korumalık yapıyordu. İnge yanaklarının kızardığını hissetti. "Biliyor musun çok şanslısın. İstanbul'da yaşamak bir ayrıcalık. şu anda Avrupa ile Asya'nın arasında olmamız bile bence müthiş bir duygu."

    "Evet öyle" dedi Ferit, "özellikle de yanımda sen varken."

    "şu boğazın manzarasına baksana! Bunu her gün görebiliyorsun!"

    "İnge, inanır mısın, senin gözlerinin maviliği karşısında, Boğaz ilk defa renksiz gözüktü bana."

    Zaten gülümseyen genç kız, otiziki dişinin beyazlığını ortaya koydu. Ağzı kulaklarına varmıştı. Manzara Ferit'in içinin yağlarını eritti. "Oo Ferit, eminim bunu bütün kızlara söylüyorsundur." dedi İnge. Tam bu esnada, yandan genç adamın kalçalarına yaslandığı noktada bir titreşim hissetti. İçinden midesini karıncalatan bir dalgalanma yükseldi. Heyecanlanmıştı.

    "Afedersin canım" dedi Ferit. Cep telefonu titreşimdeydi. İsteksizce kızı bırakarak, cebindeki telefonu çıkardı. Cevap verdi: "Efendim amirim?.. Cinayet mi?.. Eeee, ama amirim ben bir hafta izinliydim. Yabancı misafirim vardı şu anda... Seri cinayet mi, diyorsunuz?.. Nasıl?.. Anladım... Anladım amirim tamam... Bir saate kadar oradayım... Kız Kulesi'ndeyim şu anda... Estağfurullah, dalga geçmiyorum amirim... Turist misafir var, onu gezdiriyorum... Tamam amirim, cesedi kaldırmasınlar, bir saate kadar oradayım... Tamam, hoşçakalın." Ferit, telefonu kapatırken "cinayetinin de, senin de..." şeklinde mırıldanıyordu.

    Genç komiser, kıza durumu izah etti. Çok üzgündü ama gitmesi gerekiyordu. Bir yandan da kızı bu minik adada bırakmak istemiyordu. Ancak İnge Ferit'le gelmek istediğini belirtince, olay kısmen tatlıya bağlanmıştı. Kendilerini bekleyen sürat motoruna atladılar ve dalgaları yara yara son sürat Karaköy'e doğru harekete geçtiler.

    Ferit tekrar telefona sarıldı. Ortağı Komiser Yardımcısı Arif Keşkül'ü arıyordu. Arif, tahmin ettiği gibi olay yerindeydi. "Nasıl durum?.. Yapma yağ?.. şimdi, İstiklâl Caddesi'nin neresinde burası?.. Olcay Sokak mı? Nereden girecem?.. Tamam. Ben kırkbeş dakkaya varmaz ordayım... Bekliiceksin kardeşim işin ne? Heh he... Yanımda yabancı arkadaşım var, onu bir yere bırakıp geleceğim... Hee, ondan. Cinayet mahalline getirecek halim yok herhalde, hele de anlattığın gibiyse... Lan sağlama almazsam yerler bu kızı buralarda... "Ferit bir an, türkçe anlamadığından emin olmak ister gibi İnge'nin gözlerine baktı. Gülümsediler. "Tamam, görüşürüz" diyerek kapadı telefonu.

    Motor, Karaköy'de müsait bir yere yanaştı. İndiler. Ferit ve İnge hızlı hızlı yürüyorlardı. Balıkçı lokantalarının önlerinden geçerken, özellikle kızın turist olmasının barizliği, onları çığırtkan garsonların hedefi haline getiriyordu. Ferit, neredeyse "velkam, velkam" diyerek İnge'nin dibine sokulan bıyıklı bir garsonun ağzının sularını silecekti. Bu kız böyle ilik gibi olmak zorunda mıydı sanki. Asırlık metro sistemini kullanarak Tünel'e çıktılar ve İstiklâl Caddesi boyunca yürümeye başladılar. İnge hayran hayran etrafındaki binaları inceliyor, bir turist gibi davranıyordu. Ferit ise kızcağız tökezleyip düşmesin, ya da kötü güçler kapıp kaçmasın diye mi bilinmez, beline sarılmış kızı yönlendiriyordu.

    Ferit İnge'yi Beyoğlu'nda sık sık uğradığı Raco kafeye götürdü. Onu ikinci katta pencere kenarına oturtmuştu. "Beklerken sıkılmazsın umarım" dedi.

    "Hayır merak etme, zaten arkadaşıma mektup yazacağım."

    "Arkadaşın mı?"

    "Kız arkadaşım. Ev arkadaşım Karin, bahsetmiştim ya sana."

    "Tamam sen bilirsin. Ama daha dün geldiğin için yadırgadım biraz."

    "Senin ilgilenmen gereken bir cinayet yok muydu?"

    "Tamam gidiyorum, bir öpücük ver."

    İnge, ona sıcak bir öpücük verdi. Dün gece otelde kalmıştı ama Kız Kulesi'nden beri bu geceyi Ferit'le geçirmeye karar vermişti.

    Ferit çıkmadan evvel önceden tanıdığı garson çocuğa, misafirine göz kulak olmasını tembih etti. "Göz kulak derken, aval aval bakmanı kastetmiyorum" dedi.

    "Merak etme abi, erkek sinek bile yanaşamaz" dedi genç garson, pis pis sırıtarak.

    "Hadi len!"

    Ferit çıktıktan sonra İnge kahvesini yudumlayarak bir müddet dışarısını, gelip geçen kalabalığı seyretti. Daha sonra çantasından çıkardığı bir bloknota mektubunu yazmaya başladı:

    Sevgili Karin, selam.

    Söz verdiğim gibi, henüz dün geldiğim İstanbul'dan yazıyorum. Çnce hangisini yazayım, bu şehir hakkında mı, yoksa Ferit hakkında mı? Tamam tamam. İnternetteki görüntülü konuşmalarından zaten Ferit'in ne kadar yakışıklı olduğunu biliyorsun. Ancak yakından görünce çok daha tatlı. Çstelik o kadar centilmen ki. Beni rahat ettirmek için elinden ne geliyorsa yapıyor. Gerçi türklerin hepsi çok cana yakın, çok ilgililer. Ferit beni çok etkiledi Karin. Umarım kalbim kırılmaz. Bu şehrin mistik havasından mıdır ne, dünden beri kendimi bir tuhaf (ama güzel bir tuhaflık) hissediyorum. Sanki devamlı başım dönüyor, sarhoş gibiyim...

    ***

    Ferit Coşar, mesleği gereği pek çok kanlı sahne görmüştü. Korku filmlerini aratmayacak delilikte işlenmiş cinayetlere, oyulmuş gözlere, kesilmiş başlara, ortaya dökülmüş iç organlara şahit olmuştu. Hatta bunun ötesinde, kendisine deli damgası vurmasınlar diye meslekdaşlarından bile gizlediği bir takım doğaüstü denilebilecek korkunç tecrübelere bulaşmışlığı da vardı. Çzetle, genç yaşına rağmen binbir türlü iğrençlikle yüzyüze gelmişti. O yüzden Taksim'in arka sokaklarında, izbe bir apartmandaki cinayet mahalline girdiğinde pek şaşırmadı. şaşırdıysa da belli etmedi.

    Ortağı Arif, dışarıdan getirttiği bir sandviçi kemiriyordu. Ferit buna da şaşırmadı. Tek odalı dairenin yerleri, duvarları, hatta tavanı bile kan içerisindeydi. "Dikkat et kırıntıları döküyorsun!" diye ortağını bir saniye panikleten uyuz şakasını yaptı ve kanlara basmamaya çalışarak odanın ortasına doğru ilerledi. Çstü çıplak bir adam, elleri, kolları ve bacaklarından odadaki tek eşya olan, sağlam bir koltuğa sıkıca bağlanmıştı. Adam ölüydü. Gözleri yarım, ağzı tam açıktı. Sanki boşu boşuna nefes almaya çalışmıştı. Yüzü ve vücudu kireç gibiydi, kanı çekilmişti. Tam kalbine saplanmış kalın bir iğne ve iğnenin arkasına bağlı, rengi kan kırmızıya dönmüş bir lastik serum hortumu vardı. Hortum yerdeki küçük plastik bir bidonun içine gidiyordu.

    "Otopside belli olur ama sanırım katil canlı canlı çekmiş kurbanın kanını" dedi Arif. Bir poşete koyulmuş oyuncak plastik bir su tabancası getirmişti. "Çnce kanı bidona çekmiş, sonra da bu su tabancasına doldurarak etrafa sıkmış."

    "Anlaşılan çocuk ruhlu bir katilin peşindeyiz."

    "Komserim bugün yine çok espiritüelsiniz. Bu neşenizi yabancı misafirinize mi borçlusunuz acaba?"

    "Yaa, evet. Orada çok güzel bir insan beni beklerken, ben burada sapık bir zihnin yediği haltları çözmeye çalışıyorum. O katili var ya, yakalarsam çok fena yapacam."

    "Bence büyük ihtimalle yakalanmak istiyor zaten. Gördüğünüz gibi duvara kocaman bir mesaj bırakmış." dedi Arif. Dedektifler, ruh hastası katillerin genelde (aslında bilinçaltlarında durdurulmak istedikleri için) geride özel ip uçları bıraktıklarına inanıyorlardı. Duvarda oldukça iri, kırmızı bir elyazısı vardı:

    Düzenbazın bunca yıldır içtiği kanlar sonunda iğrenç bedenini terk etti
    Sırada beyaz vahşi kralın siyah taş kalbinin sökülmesi var

    "Yine bulmaca bırakmışlar. Seviyorum böyle cinayetleri" dedi Ferit.

    "Adam duvara yazıyı kan tabancasıyla yazmış, dikkat ettiysen. Yani sıkmış."

    "Evet."

    "Kan tabancası dedim. Yani su dolu olunca, su tabancası oluyor ya, kan..."

    "Anladım espriyi Arif. Yakında birlikte stend-ap yapar mıyız? Komik bir ikili olduğumuzu düşünüyorum."

    "Estağfurullah, ben size ayak uydurmaya çalışıyorum yalnızca. Yorumunuz nedir bu grafiti hakkında? Grafiti, yani duvar resim yazısı, heh heh."

    "Dur Arif beni bayıltacaksın şimdi... Ketçap lekesi mi o yakandaki yoksa?.."

    "Hı? Hee, galiba ketçap."

    "Tavandan damlamış olmasın?"

    Arif kafasını kaldırıp tavandaki, kanla işlenmiş rastgele motiflere baktı. "Hass..."

    "Peki, kurbanın kimliği, bu ev?.." diye Ferit ortağının ilgisini tekrar iş üstüne çekti.

    "Ev bir aydır boşmuş. Kurban: Mümin Karapınçık. Aslında Etiler'de oturuyor, buraya kaçırılarak getirilmiş olabilir. Kızılay'da müdürmüş adam."

    "Müdür ha? Ne müdürü, genel müdür mü?"

    "Yok, bir şey müdürü dediler ama tam anlamadım. Ayrıntılı fakslayacaklar merkeze."

    "Komşulardan bir şey gören, duyan?"

    "Yok, maalesef."

    Bütün bu konuşmalar sırasında Ferit'in gözleri fıldır fıldır suç mahallini tarıyor. Her ne kadar görevli bir polis mekanın fotoğraflarını çekse de, o da her ayrıntıyı adeta zihnine kazıyordu. Gözü kanlı zemindeki ayak izlerine takıldı. Katilin olmalıydı.

    Sormasına fırsat bırakmadan Arif açıkladı: "Ayak izi kalıbını çıkardık. Sadece bir kişi. Kırkbeş numara, iriyarı olmalı. Spor ayakkabısı giyiyor. Ayrıntılı tahliller laboratuvarda yapılacak, belki ayakkabının markasını bulabiliriz. Hiç parmak izi yok, eldiven kullanmış anlaşılan."

    "Olsaydı şaşardım zaten" Ferit artık duvar yazısıyla ilgileniyordu. Ezberlemişti ama sanki kanla yazılmış kelimeler canlanıp kendisine doğru uzanacakmış gibi bir hisle, yay gibi gergin, gözlerini mesaja dikmişti. "Çözüm burada Arif" dedi. Saatine baktı. İnge'yi düşündü. Neredeyse iki saattir kızcağız yalnızdı. Acaba yalnız mıydı? Neden bu kız hakkında bu kadar endişeleniyordu ki? Korumacılık? Kıskançlık? Yoksa aşık mı oluyordu? Hade canım!

    "Evet üstad, ne diyorsun?" dedi Arif. "Sanırım ilk satır kurbanla ilgili. Bunca yıldır kan içti diyor, bir vampir vakası olabilir. (heh heh) Ama ikinci satır, katilin tekrar cinayet işleyeceğini müjdeliyor sanki."

    "Ben de öyle düşünmüştüm... Müjdelemek mi?"

    "Ferit komiserim, hiç düşündün mü dünyada cinayet işlenmeseydi nasıl olurdu? Sanırım biz işsiz kalırdık değil mi?"

    "Komedyenlik yapardık ama yine de işsiz kalma riskimiz yüksek olurdu. Arif, sana İnge'nin manken gibi olduğunu söylemiş miydim, karakteri de çok düzgün. O kadar iyi ki... Hem iyi, hem güzel bir insan. Çstelik de benden hoşlanıyor. Arif, bir an önce şu katili yakalayalım da ben de iznime geri döneyim. Aslında beni neden çağırdığınızı da anlamış değilim. Sen çözemez miydin bu vakayı?"

    "Lüütfeen, sevgili Ferit komiserim bu kadar mütevazı olmayın, millet inanır sonra."

    "Yağ mı çektin sen bana şimdi?"

    "Yiğidi öldür hakkını yeme! Senin..."

    "Hop! Buldum!"

    "Tamam üstad hemen not alıyorum." dedi Arif ve gerçekten de küçük not defterini hazırladı. şaka yapmıyordu. Ortağının aydınlanmışçasına olayları çözüme kavuşturmasına daha önce de pek çok kez şahit olmuştu.

    "Mesajın ilk satırı kurbanla ilgili dememiş miydin?"

    "Evet."

    Ferit artık hızlı hızlı konuşuyordu. "Bu, Mümin Karapınçık Kızılay'da müdür değil mi? Kızılay, bayramda kurban derilerini toplamıyor mu? Arzu edenlerin adına, belli bir ücret karşılığında kurban kesme organizasyonları yapmıyor mu? Kurbanla ilgili, anladın mı? Kurban nedir? Kan akıtmaktır. 'Düzenbaz yıllarca kan içti' demiyor mu? Katil bu adamı kesinlikle kurban paralarını zimmetine geçirdiği için öldürdü."

    Arif duygusal bir an yaşıyordu. "Çstad önünüzde saygıyla eğiliyorum" dedi ve eğildi.

    Ferit'in keyfi yerine gelmişti. "Bırak zevzekliği! şimdi bu adamın hesaplarını evraklarını, vesaire güzelce kontrol edin, bakalım bir sahtecilik, zimmete geçirme var mı. Katil de bu kayıtlara ulaşabilen, bu olayı farkedebilecek biri olmalı. O zaman ihtimaller daralır biraz. Ben gideyim kız arkadaşımın yanına, sonuçları alınca telefon edersin."

    "Bi dakka, mesajın ikinci satırı ne olacak?"

    "Düşünüyorum, düşünüyorum!" dedi Ferit aceleyle çıkarken. İnge'yi düşünüyordu.

    ***

    şu anda sana Beyoğlu denilen bir yerden yazıyorum. Asırlık binalarla dolu, sevimli bir yer. Sanat, eğlence, alışveriş, ne ararsan burada. Kalabalık. İnsanlar sel gibi akıyor. Mağazaları görsen aklını kaçırırsın.

    Bu sabah Ferit beni boğazda tekne gezintisine götürdü. Manzara görülmeye değerdi. Boğaz'ın kıyılarında çok güzel evler, saraylar var. Ama evlerin fazla olması hoşuma gitmedi. Bu şehir çok kalabalık. Denizin kokusu ferahlık vericiydi. Martılara simit attık, havada kapıştılar. İnanabiliyor musun? Bu kuşların sadece balık yediğini sanırdım. Sonunda öğlen yemeği yemek için Boğazın girişinde, minik bir ada üzerindeki, Kız Kulesi denilen yere geldik.

    Bu kulenin çok eski tarihlere uzanan ilginç efsaneleri var. Eski zamanlarda, geleceği gören bir kahin, ülkenin kralına, kızının onsekiz yaşına basınca öleceğini söylemiş. Bunun üzerine kral, kötülüklerden uzak kalsın diye, güzel prensesi denizin ortasındaki bu kuleye göndermiş. Zavallı kızcağız bu kulede dünyadan soyutlanmış bir hayat sürüyormuş. (buranın ismi o yüzden Kız Kulesi kalmış) Sadece günde bir kere hizmetliler dışarıdan yiyecek getirip bırakıyorlarmış. Ancak prenses onsekiz yaşına geldiğinde, getirilen bir üzüm sepeti içerisinde saklanan zehirli bir yılan tarafından sokularak ölmüş.

    Bu hikaye beni hüzünlendirdiyse de, Ferit ile birlikte Kız Kulesi'nde hem Avrupa, hem de Asya topraklarını seyrederek, rüzgarın taşıdığı, dalgalardan kopup gelen Boğaz'ın tuzlu damlacıklarını tenimde hissetmek güzeldi. Çstelik güneşli bir gündü...

    ***

    "Çok bekletmedim ya" dedi Fikret. İnge'yi kaptığı gibi çıktılar. Beş dakika yürümeden kendilerini bir resim galerisinde buldular. Ferit, İnge'nin sanata ilgisi olduğunu biliyordu. Genç kız, kapının dışındaki gürültülü kalabalığı geride bırakıp, bir anda kendini huzurlu bir sessizliğin ortasında, sanatın göbeğinde buluverince resmen çarpıldı. Etrafındaki tabloların tadını çıkarmaya başlamadan önce, geriye dönüp camekanlı kapıların ötesinde gelip geçen insanlara baktı. Oradaydılar. Boyut kapısından geçmek gibiydi.

    İnge, huşu içerisinde galeriyi gezmeye başladı. Ferit ortamın reçine tadındaki atmosferiyle uyumlu sessizliğe ayak uydururcasına, fısıldamak için genç kızın kulağına eğildi. "Sık sık gelirim buraya. Resim sanatı, ruhumu besleyen başlıca gıdalardan biridir" dedi. Yalandı. Ferit'in telefonu tekrar titreşti. Dedektif, isveçli misafirini resim sanatıyla başbaşa bırakarak uygun bir köşeye çekildi.

    Arayan Arif'ti. Söylediğine göre iki gün önce Kızılay'ın bilgisayarları hacker saldırısına uğramış. Mümin Karapınçık'ın kişisel bilgisayarının hard diskine el koymuşlar, incelemek üzere merkeze götürüyorlardı. Ayrıca kurban organizasyonları ve bağışlarla ilgili bütün kayıtlar ve defterler de incelemeye alınmıştı. Arif, mesajın ikinci bölümünü çözüp çözmediğini soruyordu. Ferit bir müddet sustu. Tam karşısında modern tarzda çizilmiş bir resim vardı. Yağlı boya tabloda bir insan figürü uzanmış ve kafasını geriye atmıştı. Gözleri kapalıydı. Yüzünde zevk ve pişmanlık karışımı tuhaf bir ifade vardı. Uyumuyordu. Sanki uyuşturucu almış gibiydi. "Buldum Arif" dedi telefona. Gözlerini tablodan ayıramıyordu. Hattın diğer ucundaki ortağı, not alıyor olmalıydı.

    Sırada beyaz vahşi kralın siyah taş kalbinin sökülmesi var. "Arif, geçen ay delil yetersizliği yüzünden serbest bırakılan eroin taciri mafya babasının adı neydi?.. Arslan Karataş değil mi? Beyaz zehir kralı, beyaz kral... Vahşi kral nedir? Ormanlar kralı arslan! Siyah taş kalbini sökeceğim diyordu. Siyah taş, başka bir deyişle kara-taş! Katilimizin bir sonraki hedefi Arslan Karataş. Zaten adamın mahkum olmaktan nasıl sıyırdığına dair şaibeler vardı. Katilimiz kendini bir tür adalet dağıtıcısı olarak görüyor olmalı... Tamam Arif, zevzekliği keselim... Sen şimdi Karataş'ın nerede olduğunu öğrenip bana mesaj at. Ben arabamı almaya Çsküdar'a geçiyorum. Hadi görüşürüz."

    Ferit'in kendisini aceleyle bir yerlere sürüklemesi nedense İnge'nin hoşuna gidiyordu. İkisi kendilerini Beşiktaş'a giden bir takside buldular. şanslarına trafik makul düzeydeydi ve yirmi dakika sonra Çsküdar'a geçen bir şehir hatları vapurundaydılar.

    "Seni oradan oraya sürüklediğim için suçluluk duyuyorum" dedi Ferit. Vapurun açık bölümünde tarçınlı salep içiyorlardı.

    "Deli misin, eğleniyorum ben" dedi İnge. "Bu içecek nefis bir şey!"

    "Beğenmene sevindim."

    "Bu arada... Madem arabayı alacağız; bir ara otelime uğrayıp eşyalarımı alabilir miyiz? Artık senin evinde kalmak istiyorum."

    "Tabii, olur" dedi Ferit. Göz temasında bulunmamıştı. Gayet sakin görünüyordu. Sanki o anda içinden, sevinçten havalara zıplamak, bağırmak, hatta zafer dansı yapmak gelmiyormuş gibiydi. Salebinden bir yudum aldı.

    Ferit'in evi Kadıköy'deydi, İnge'nin oteli ise Sultanahmet'te ve biraz önce gelen mesaja göre ünlü mafya babası Arslan Karataş, Levent'te kendisine ait bir gece kulübündeydi. Sabah Çsküdar'da bırakmış olduğu arabasına binerlerken, Komiser Ferit İstanbul'un üç tarafına dağılmış bu hedefler arasında kendilerine uygun rotayı çizecek bir plan kurmaya çalışıyordu. Harem'den arabalı vapurla Sirkeci'ye geçip önce Sultanahmet'teki otele uğramak mantıklı gelse de, İnge'nin deniz yolculuğundan illallah etme ihtimali vardı. (kendisi etmişti zaten, sabahtan beri deniz üstündeydiler) Arabasını dinamik bir şekilde Boğaz Koprüsü yoluna sürdü. Hava kararıyordu. Köprüden geçerlerken İnge, Avrupa yakasından Anadolu tarafına geçenlerin olduğu diğer şeritteki tıklım tıklım araç durumunu işaret etti.

    "Her zaman trafik böyle tıkalı mıdır?"

    "Hı? Kaza olmuştur herhalde" dedi Ferit. Yine telefon, yine Arif arıyordu. "Efendim?.. Nasıl?.. Anlamadım ben bir şey. Arif, biz şimdi arkadaşımla Karataşın kulübüne gidiyoruz, orada buluşalım seninle. Malumatı orada verirsin. Dışarıda da bir ekip beklesin, ne olur ne olmaz... Sen yalnız mısın?.. Yakup'u al yanına sivillerden... Tamam görüşürüz."

    Ferit İnge'ye dönerek gülümsedi. "Diskoya gidelim mi?" dedi.

    Genç kız şaşırmıştı. "Disko için henüz erken bir saat değil mi?"

    "Bir bara uğrayıp sadece birer içki içeceğiz, bu arada birini göreceğim. İşle ilgili. Umarım kızmadın? İnan çok kısa sürecek."

    "Olur tabii, neden olmasın."

    "Karnın acıktı mı?"

    "Yoo."

    ***

    Arslan Karataş'ın kulübü Zalim Bar, loştu. Ferit, içeri girmelerinden evvel sokağın başındaki ekip arabasını ve Arif'in park edilmiş (boş) arabasını görmüştü. İçeride birkaç genç ve bar kısmında da alkolizme meyilli birkaç orta yaşlı vardı. Hareketli bir müzik çalıyordu. Fazla kalabalık sayılmazdı. Etrafa dağılmış birkaç iri yarı, meymenetsiz korumanın, silahlı oldukları kolaylıkla belli oluyordu. Arif ve Yakup kuytu bir masada oturuyorlardı. Yakup da cinayet masasından, gençten, sağlam bir çocuktu. Çnce, içeri giren tanrıçaya benzeyen dişi varlığı görmüşler, transa girmiş gibi her hareketini izlerken, yanındaki Ferit'i farketmemişlerdi. Daha sonra nispet yapar gibi kollarını bu (sanki dünyadışı) varlığa dolayan münasebetsizin kim olduğunu görmek için gözlerini bir saniye çevirdiklerinde, bu şanslı köpeğin Komiser Ferit olduğunu anladılar. şaşkınlık, kıskançlık, takdir ve gurur duyguları arasında bocalayarak, en sonunda pis pis sırıtma durumuna geçtiler. Arif gereksiz esprilerinden birini yapma fırsatını kaçırmayarak, masadan kaptığı bir peçete ile Yakup'un ağzının sularını siliyormuş hareketini yaptı.

    Ferit kız arkadaşını polislerin masasına götürmedi. Ortadaki ufak dans pistinin diğer ucundaki başka bir kuytu masaya oturdular. İki içki söyledikten sonra Ferit tuvalete gitmek için kalktı. Gözleriyle Arif'e de işaret etti. O da kalktı. Bu arada çevreyi inceleyen Ferit. Çnünde iki korumanın beklediği, üstünde "girilmez!" yazan kapının büyük ihtimalle Arslan Karataş'ın odası olduğuna hükmetti. Arif ile tuvalette buluştular.

    "Valla Ferit Komiser'im, süper ligde oynadığını biliyordum ama bu kadarı da fazla yaa!"

    "Ne diyosun oğlum?"

    "Onu diyorum, uzaylı mı o ağbi? Viktorya sikrıt mankeni gibi, Allah sahibine bağışlasın!"

    "Hadi canım, işimize dönelim. Ne buldunuz?"

    "Çhhö. Evet, hackerlar Mümin Karapınçık'ın bilgisayarını kurcalayıp, adamın hesaplarla oynadığını bariz olarak ispat etmişler. Biz de inceledik adam hakkatten de zimmetine geçiriyormuş parayı. Yakında haberleri, skandalları seyret televizyonda."

    "Yapma ya! Peki hackerlerin kimliği hakkında bir ip ucu buldunuz mu?"

    "Teknik ekip izlerini sürmeye uğraşıyor. Bir şey buldukları anda haber verecekler. Ancak hacker bazı mesajlar bırakmış. Çoğu tehdit: Bunun hesabını vereceksin, hazırlan gibi şeyler. En sonuna da şöyle yazmış: gerada ceklet grin fazubu." Arif not defterindeki yazıyı Ferit'e gösterdi.

    "Bundan sonra adamımıza 'Bulmacacı Katil' demeyi öneriyorum."

    "Valla ben söyleyecektim, sen çok yaşa! Ama hatırlarsan bir tane de evvelki sene vardı böyle. Ona vermiştik o lakabı."

    "Bulmacacı Katil 2, diyelim o zaman buna."

    "Bilmececi Katil nasıl?"

    "Sen çözdün mü bunu? 'gerada ceklet grin fazubu.'"

    "Yok. Latince değil ama! Farsça olabilir diyorum ben ya da ibranice."

    "Yok Türkçe! Ulan görmüyor musun, hecelerin yerini değiştirmiş sadece! Gerçek Adalet İnfaz Grubu."

    "Aaaa, hass..."

    "Neyse gidip şu Arslan Karataşla konuşalım. Yakında Bilmececi Katil tarafından öldürüleceğini haber verelim arkadaşa."

    "Aslında var ya..."

    "Ne?"

    "Adam mafyanın teki, hak edi..."

    "Hadi Arif, kız arkadaşım içeride, huzursuzum zaten. Oyalanmayalım!"

    Beraberce çıktıkları anda bir terslik olduğunu farkettiler. Loş atmosfere rağmen, İnge'nin olduğu tarafta toplanmış bir grubun varlığı, kuzgun gölgeleri gibi kendini belli ediyordu. Ferit yüreğinin sıkıştığını hissetti. Ona bir şey olursa...

    İnge şaşkın ve endişeli bir şekilde hala masada oturuyor, tepesinde toplanmış adamların anlamadığı dilde münakaşasını izliyordu. Yakup, iki sarhoş adamla tehditkar bir tonda konuşurken arada bir yakalarından tutuyor ya da hafifçe ittiriyordu. Sarhoşlar pek oralı değildi ve inadına uzaklaşmayı reddediyorlardı. Bu arada üç adet fedai de olaya katılmış tartışan adamları kabaca sakinleştirmeye çalışıyorlardı.

    Ferit direkt olarak genç kızın yanına geldi. Tek dizi üzerine çökerek İnge'nin elini yaralı bir serçeyi tutarmış gibi avuçları arasına aldı. "İyi misin canım? Korkma ben yanındayım."

    "Korkmuyorum."

    Arif ise polis kimliğini diğerlerinin gözlerine sokarak, "cinayet masası! Ne oluyor burada?" dedi. O şakacı halinden eser kalmamıştı.

    Bar fedailerinin yüzleri asıldıysa da pek etkilenmiş gözükmediler. Sarhoşların ise dünya umurlarında değildi zaten. "Bu adamlar yengemize sarktı!" dedi Yakup, sarhoşları işaret ederek.

    "Nataşa değil mi kardeşim, parasıyla vermiyo mu?" dedi sarhoşlardan biri. Bir yandan da beceriksizce sigarasını yakma çalışıyordu.

    "Atın bunları!" dedi Arif fedailere. Bakışları sertti.

    Fedailer de bu bakışlara kendi pis bakışlarıyla karşılık verdiler. Ama sarhoşları da yaka paça uzaklaştırdılar. Sarhoşlar hala yüksek sesle itiraz ediyordu. "Kaç paraysa verecem ulan" diye bağırdı biri. Dışarı atıldılar.

    "Bunlar Arif ve Yakup. Bu arkadaş da İnge, İsveçlidir kendisi" diye arkadaşlarını tanıştırdı Ferit. "Olay yatıştığına göre şu adamı görelim. Yakup sen burada İnge'yle kalır mısın?"

    "Sen İnge yengeyi hiç merak etme komserim." dedi Yakup. Sırıttı.

    Ferit ve Arif, Arslan Karataş'ı görmek için arka taraftaki bölüme doğru yürüdüler. Çstünde "Girilmez" yazan kapıya yaklaştıklarında etrafta fedai olmaması Ferit'in dikkatini çekti. Tam o sırada nöbetçi fedailerin de öteden (kendileri gibi) kapıya doğru yürüdüklerini gördü ve o anda, önceden bu kapının önünde bekleyen iki izbandutun aynı zamanda sarhoşları ayırmaya gelenler ile aynı kişiler olduklarını idrak etti. Yoksa İnge'nin taciz edilmesi ve o iki sarhoşun çıkardığı bütün o tantanalar, fedailerin dikkatini dağıtmak için miydi?

    Ferit derhal silahını çekti. Arif de onu taklit etti. Ferit şaşkın fedailere polis kimliğini götererek "Arslan Karataş tehlikede olabilir, içeride bir tetikçi olabilir. Bana yolu gösterin!" dedi.

    Karataş'ın korumaları da silahlarını çektiler. Ferit şaşırmadı. Büyük ihtimalle ruhsatları vardı, yoksa da şu anda bunu sorgulamanın zamanı değildi. Fedailerin kılavuzluğunda "Girilmez" kapısından girerek sola döndüler ve ufak bir koridoru geçerek ünlü mafya babasının ofisine vardılar. Fedailer paldır küldür içeri girerken, Ferit ve Arif de dikkatli bir şekilde onları takip etti.

    Ferit içeri girdiğinde, karşı duvara yakın duran, gösterişli ahşap masanın üzerinde vıcık vıcık kanlar içinde bir kalbin attığını gördü. Ya da gördüğünü sandı. Masanın ardındaki büyük koltukta oturan, pahalı takım elbiseli ölü suç patronunun, göğsü yarılıp kalbi sökülmeden önce çok şık olduğu zar zor anlaşılıyordu. Fedailer, üzgün çığlıklar atıp küfür ettiler. Biri ağlıyordu, öbürü psikopata sarıp birkaç kez duvarı yumrukladı. Bunu yapan her kimse, gitmişti. Arif telsizle dışarıdaki ekibi uyarıyor, destek çağırıyordu. Olan olmuştu.

    Ferit öfkeliydi. Adamlar İnge'yi kullanarak kendilerine cinayet için fırsat yaratmışlardı. O sarhoşlar çoktan uzaklaşmış olmalıydı. Katilin tek başına hareket eden bir deli olduğunu düşünmekle hata mı yapmışlardı? Yine de bu bir tesadüf olabilirdi. Katil fırsat kolluyordu ve... Koskoca bir tesadüf... Çlü mafya babasına yaklaştı. Adamın alnına tükenmez kalemle bir not yazılmıştı: Sıra Adalet Savaşçısının gözünü açmaya geldi. G.A.İ.G.

    ***

    Karin, İstanbul'un çekiciliğindeki gizemi galiba anlamaya başladım. Bu şehir süprizlerle dolu! Her köşeyi döndüğünde, seni şaşırtacak bir olayla karşılaşma ihtimalin var. Tabii bu süprizler her zaman hoş olmuyor. Burası tezatlar ülkesi! Çyle değişken bir atmosfer var ki... Eğlenceli bir sokakta, otantik yemek kokuları arasında yürürken, birden elindeki kuru ekmeği kemiren, çıplak ayaklı bir sokak çocuğu ile karşılaşabiliyorsun. Yüzlerce yıl önce yapılmış görkemli sarayları hayranlıkla dolaşıp, dışarı çıktığında kendini korna gürültüleriyle çekilmez hale gelmiş trafik keşmekeşinin ortasında bulabiliyorsun. Kalabalıkta dolaşırken çimdiklenebiliyorsun, (hatta birçok defa) ama birden bir kapıdan giriyorsun ve yeraltında, binbeşyüz yıl önce yapılmış, içinde üçyüzotuzaltı taş sütun olan dev bir su sarnıcında, mum ışığında, fısıltıların bile yankılandığı romantik bir ortamda, sevgilinle başbaşa kahvelerinizi içerken bulabiliyorsun kendini. Ve bazen hava günlük güneşlikken, ne zaman nereden geldiği anlaşılamayan gri bulutlar gökyüzünde toplanıyor, yağmur yağıyor...

    ***

    Ferit ve İnge, akşam geceye dönüşmeye başlarken Sultanahmet'teki Demokles Otel'deydiler. İnge'nin bavullarını toplayıp resepsiyona indiler. Hesabı kestiler. Henüz akşam yemeği bile yememişlerdi. Arslan Karataş'ın öldürülmesi ve soruşturma, Ferit'in moralini hepten bozmuştu. İnge'yi bu çirkin olaylara karıştırdığı, tanık ettiği, en çok da düşüncesizlik edip genç kızı oraya götürdüğü için kendisine lanet okuyordu. Ama İnge büyütmemesini söyleyerek onu teselli ediyordu. Bu kız ne kadar da iyiydi.

    Çıktılar. Ferit arabayı biraz öteye park etmek zorunda kalmıştı. Bavulları yüklenmekte ısrar ederek, arabaya doğru yürüdü.

    "Ah çantamı odada unutmuşum" dedi İnge telaşla. "Sen git ben de geliyorum birazdan" diyerek tekrar otele girdi.

    Ferit bavulları arabaya götürüp bagaja yerleştirdikten sonra Demokles Otel'in kapısına tekrar geri döndü ama içeri girmedi. Demokles... ilginç bir isim. İnge'nin dün gece kaldığı oda ikinci kattaydı. Genç kız çantasını almış, çıkmak üzere olmalıydı. Ferit gecenin geri kalanı hakkında düşündü. şimdi güzel bir restorana giderler. Ama hayır, dışarıdan hazır yemek alıp evde atıştırsalar, sanki daha uygun olacaktı. Gerçi eve olan yol oldukça uzundu. İçki almalı mı acaba? Hayır, kafalar ayık olsun, Zalim Bar'da içmiştiler zaten. Midesi yanmıştı. İçkiden ya da stresten. Ya da ikisi de. Ferit, evinde tek bir yatak olduğunu, kanepe bile olmadığını İnge'ye söylemeyi unuttuğunu hatırladı. Tüh. Ne yapalım artık sıkışacaklardı biraz. (heh he) Nerede kalmıştı bu kız, yoksa çantasını bulamamış mıydı? İçeri girip duruma el koymalıydı.

    Cep telefonu titreşti. Arayan gizli numaraydı. "Efendim?"

    Karşıdaki orta yaşın üstünde bir adam sesiydi. "Merhaba Ferit komiserim, ben Yargıç!"

    "Merhaba, eee ben sesinizi tanıyamadım, hangi yargıç acaba?"

    "Gerçek Adalet İnfaz Grubu'nun, Yargıç'ı."

    Ferit'in midesi tekrar yandı. "Siz, örgüt müsünüz?" dedi.

    "Bana bulmacalı katil diyebilirsin Ferit. Hah hah."

    "Amacın nedir? Bak sanırım tedaviye ihtiyacın var, bunları isteyerek yapmadığını biliyorum. Sana yardım edebilirim."

    "Sevgili Ferit, tabii ki bunları isteyerek yapıyoruz. Biz, bu kokuşmuş düzende gerçek adaleti sağlamaya yemin etmiş bir grubuz! Etrafına bir bak! Güçlülerin yaptıkları kötülük ve ahlaksızlıkların yanlarına kaldığı, sadece zayıf ve iyi insanların sömürüldüğünü görmüyor musun? Adaletsizliği görmüyor musun Ferit?"

    "Kanun var, nizam var. Kafana göre mahkeme edip yargılayamazsın insanları, hukuk devleti burası."

    "Hukuk mu? Hukuğu bana öğretme Ferit, ben senelerce bu ülkede hakimlik yaptım. Adalet mekanizmasının nasıl yürüdüğünü, çarkların nasıl yağlandığını çok iyi biliyorum. İçin rahatlayacaksa belirteyim, elimizde kesin kanıt olmadan kimseyi cezalandırmıyoruz."

    "Anlaşılan oldukça kalabalık bir örgütsünüz."

    "Evet, sen akıllı adamsın, anlamışsındır. Aramızda polis, avukat, asker, yazılımcı ve daha pek çok meslekten uzman, kendini dünyayı güzelleştirmeye adamış, gerçek adalete adamış insanlar var."

    "Siz katilden başka bir şey değilsiniz! Bir avuç tetikçisiniz!"

    "Ferit, seni yakından takip ediyoruz. Dürüst bir polis olduğunu biliyoruz. Senin gibileri bulmak çok zor. Sen de bizden olmalısın. Aslında sen de adaletin askerisin. Sen de suçluların cezasız kalmadığı bir dünya istemiyor musun Ferit?"

    "Delisiniz siz, kafayı yemişsiniz. Beni kendinle nasıl aynı kefeye koyarsın psikopat herif! Ben kanun adamıyım bi kere!"

    "Bir gün anlayacaksın Ferit, anlayacaksın. Belki de senin gözünü açmalıyız."

    Sıra Adalet Savaşçısının gözünü açmaya geldi.

    Ferit'in içinde kötü bir sıkılma hissi oluştu.

    Hattın ucundaki Yargıç devam etti: "Kız arkadaşının neden geciktiğini merak etmiyor musun?"

    "Ulan o... çocuğu ona bi şey yaptıysan..." telefon kapandı. Ferit çılgın gibiydi. Otele girdi, resepsiyonda kimse yoktu. Silahını çekerek merdivenlere atıldı. Allah'ım ne olur... Sadece bir kat çıktı ama hayatının en uzun bir katıydı. Odanın kapısı aralıktı. Kan beynine sıçramış, ter içinde daldı odaya. Silahını doğrulttu.

    İnge ve maskeli adam oradaydı. Balkon kapısının yanında ayakta duruyorlardı. İnge'nin elleri ve ağzı bantlıydı. Ses çıkaramadan, hüngür hüngür ağlıyor, gözyaşları minik nehirler gibi yanaklarından aşağıya akıyordu. Bu manzarayı gören Ferit'in içi burkulmanın ötesinde acıdı, parçalandı. Maskeli adam, kızın arkasındaydı. Kızı kavramış, sağ elindeki kocaman avcı bıçağını İnge'nin boğazına dayamıştı. Simsiyah giysili adamın, kafasında yine siyah, her yerini örten, sadece gözlerini ve ağzını küçük deliklerle açıkta bırakan bir operasyon maskesi vardı.

    Ferit onu vurabilirdi. Kafasından, gözünden, hatta sinirden elleri titrediği halde şak diye vurabilirdi adamı. Ama bıçak tam kızın boğazına dayanmıştı. Adam yıkılmadan, gebermeden hemen önce, bilinçli olmasa da bir refleks, kas seyirmesi ya da sinir çekmesi sonucunda, metalin keskin kenarını İnge'nin boynuna sürtüverirse... Aklına çocukluğundaki kurban bayramları geldi. Dedesi sanki mahallenin gayrı resmi kasabı gibi her bayram üç dört tane hayvan keserdi. Ferit çok kurban kesimi görmüştü. İlahiler okuyarak bıçağı hayvanın boynuna çeker çekmez oluk gibi fışkıran kan... "Bırak onu!" diyebildi zorlukla.

    "Bırakmayacağımı biliyorsun" dedi maskeli adam.

    Ses, Ferit'e yabancı gelmemişti ama hatırlayamadı. "Bırak onu, o sadece bir turist. Olaylarla ilgisi yok, o masum!" dedi.

    "Zarar görenler, masum olmadığı zaman kötülüğün asil bir tarafı oluyor değil mi? Böylesi çirkin olacak üzgünüm ama şimdi bu kızın boynunu keseceğim."

    "Gebertirim seni! Yemin ederim o kızın kılına dokunursan öldürürüm."

    "Sakin ol Ferit komiserim. Beni vurmana gerek yok. Kızı kestikten sonra teslim olacağım."

    Ferit'in gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Her anı, ateş edip etmemek konusunda kararsızlıkla geçiyordu. Elleri titriyordu, görüşü bulanıklaşmıştı. "Yemin ederim gebertirim seni, kızı bırakırsan gidebilirsin, ama ona dokunursan şerefsizim öldürürüm seni." Ah, bıçak bir milim uzaklaşsaydı kızın boynundan.

    "Yani eğer kızı kesersem, beni tutuklamayacak, öldüreceksin öyle mi?"

    "Gebertirim, yemin ederim gebertirim seni."

    "Hani kanun vardı? Hukuk devletiydi burası? Teslim olacağım diyorum sana, beni savcılığa vermen gerekmez mi? Ben bulmacacı katilim, belki de tedaviye ihtiyacım vardır, olamaz mı?"

    "Ne istiyorsun? Tamam dersimi verdin bana ama lütfen ona dokunma, onun bi günahı yok, lütfen."

    Anlamanı istiyorum. Bu senin gözünü açma planımızın bir parçasıydı. şimdi silahını bırakıp, masanın üzerindeki kelepçeleri bileğine takarsan, kızı öldürmemeyi düşünebilirim."

    Ferit yorgundu. Silahını öteye fırlattı ve adamın dediği gibi masadaki kelepçeleri alıp kendini kelepçeledi.

    "Diz çök!"

    Ferit diz çöktü.

    "İşte şimdi, elin kolun bağlıymış gibi hissediyorsun, değil mi Ferit Komiserim?"

    "Evet..."

    ***

    Sevgili Karin, İstanbul etkileyici bir şehir. Ferit bana demişti ki: "İstanbul tiryakilik gibidir, bir kere alıştın mı bırakamazsın. Bıraksan bile beyninin bir köşesinde daima sana onu hatırlatan, onu özleten kaşındırıcı bir sızı duyarsın!" Sanırım bu şehri görenlerin bir daha unutmamaları için kendilerine göre binlerce sebebi vardır. Ben de bu şehri ve bu şehirde yaşadıklarımı ömrüm boyunca unutmayacağım, unutamayacağım...


    Kuantum Çarpışması; Dwaxer


    Kuantum Çarpması

    Ersin Kav, soğuğun ısırgan öpücüklerini bedeninde hissetmeye başlamıştı. Kaç saat olmuştu, eriyen karların ıslattığı boş yollarda, böyle amaçsızca dolaşmaya başlayalı? Soğuk havanın etkisiyle akan burnunu silmeyi, sırf ellerini cebinden çıkarmamak için erteledi. Nasıl olsa etrafta kimseler yoktu. Çzellikle bu mevsimde; deniz, orman ve dağlar arasında sıkışmış bu sayfiye kasabası oldukça ıssızdı.

    Karlar eriyordu. İlkbahar geliyordu. İlkbahar geldiğinde belki kendini daha iyi hissedecekti. Ama şu anda... Hala soğuktu. Yolun ortasında dikilmiş üşürken, bir Allah'ın kulu da çıkıp "arkadaşım neyin var?" demiyordu. Kimse yoktu.

    Su birikintisindeki aksine bakarken gözleri nemlendi. Orada buzlu suların ardında başka bir Ersin vardı. Ama net değildi. Bulanıktı. Ağlıyorsa bile belli olmuyordu. Burnunu çekti. İçinden, çok derinlerden, adeta karanlık kuyuların dibi gibi uzak ve belirsiz bir yerlerden ona seslenildi. Zayıf ama hatırlı bir sesti bu. Yürümesini istiyordu, nefes almasını. Ersin burnunu çekti ve yürüdü. Boğazında yutkunamadığı bir his vardı.

    Mihriban Teyzesinin müstakil evine geldiğinde, yine kapı kilitli değildi. Sıcaktı ve yemek kokuları vardı.

    "Döndün mü Ersin? Evladım nerede kaldın? Çşümüşsündür, paltonu da almamışsın." dedi Teyzesi. Her zaman ki gibi şefkatliydi.

    "Yok, üşümedim pek. Kasabadaki kahveye gittim. Yaşlılarla oturdum."

    "Ihlamur kaynatmıştım, iç biraz... Ersin, bu daha ne kadar devam edecek? Senin gibi genç bir adama yakışmıyor böyle münzevilik. Suratın gülmüyor. Artık hayata karışmalısın. Biraz hayattan zevk almalısın. Ama bu ıssız yerlerde, avare dervişler gibi dolanarak olmaz. İstanbul'a dönmelisin."

    "Beni istemiyor musun teyze?"

    "Delinin zoruna bak! Ben senin mutlu olmanı istiyorum."

    "Ben... Merak etme... Biraz zaman..."

    Haftalar geçti.

    ***

    Haftalar geçti. Karlar eridi; soğuk, yerini taze bir serinliğe bıraktı. İlkbahar gelmişti. Ve Ersin hala yürüyordu. Ama artık adımlarını daha sağlam basıyordu. Uzun saatler süren yürüyüşler, artık nereye gittiğini bilmeden değil, yeni yerler keşfetmenin zevkiyle yapılır olmuştu. Denizi, ormanı, doğayı tanımıştı Ersin. Bir kuş sesi, ormanın kokusu, ya da bulutların görüntüsü gülümsetir olmuştu genç adamı. Artık iyi hissediyordu.

    O sabah her zamanki gibi Teyzesiyle kahvaltı ederken, "yarın İstanbul'a dönüyorum" dedi. Gülümsedi. Teyzesi uzanıp Ersin'e sarıldı. Annesi gibi.

    Son kez yürüyüşe çıktı. Orman patikalarına girdi. şehire gidince buraları özleyeceğine emindi. Ormanın içinde ne kadar yürüdüğünden emin değildi ama en az iki saat olmalıydı. Bir ara durup küçük sırt çantasındaki sandviçlerden atıştırmıştı. Kaybolma riskine girmemek için yürüyüşlerinde asla patikalardan ayrılmıyordu. Sık ağaçların arasından görebildiği kadarıyla güneş alçalmaya başlamıştı. Dönmeye karar verdiği sırada suyun şırıltısını duyarak biraz daha ilerledi. Küçük bir ırmağın kıyısına geldi. Burada eski, rutubetli, yosunlu bir tahta köprü vardı. Ersin buraya daha önce de gelmişti ama o zamanlar ırmak, eriyen karların etkisiyle olsa gerek, oldukça yüksekti. Su o zamanlar gürül gürül akıyor, üstelik köprünün üstünden taşıyordu. şimdi artık ehlîleşen nehir, yatağında nispeten uysalca çağıldıyor, daha tehlikesiz hatta ferahlatıcı görünüyordu.

    Buradan öteye geçmek için son fırsattı. Ersin ilk anda, hemen karşıya geçip bir beş on dakika karşı kıyıda keşif yapmak istedi. Ama köprü... Çrkütücüydü. Bir gariplik vardı. Köprü sanki eğilip bükülmüş, sonra da pusuya yatmışçasına tekrar düzelmiş gibiydi. Belki de çürüktü; Ersin ortasına geldiğinde çatırtıyla çökecek, genç adam kendini soğuk sularda bulacak, daha da kötüsü kayalara çarparak bir tarafını kıracaktı. Buralarda yaralansa jandarma onu bulana kadar kangren olurdu. Ve köprünün ardındaki orman parçası; daha karanlık, daha kuytu, göz aldatıcı gibi bir izlenim vermişti. Kuşlar sustu. Akşam çöküyordu. Çrperdi.

    Belki de buraların keşfini başka zamana bırakmalıydı. Yazın teyzesini tekrar ziyaret edecekti nasıl olsa. Döndü.

    "Korktun mu?" dedi döndüğünde yüz yüze geldiği genç kız.

    Ersin neredeyse korkudan havaya zıplayacaktı. Hatta belki de zıplamıştı da hatırlayacak kadar aklına mukayyet olamamıştı. Genç bir kız vardı karşısında. Ersin geldiğini duymamıştı. Kızın civciv sarısı kısacık saçları ve kocaman, koyun gibi gözleri vardı. Boyu kısa olmasa da, minyon tipliydi. İnce bedenine iliştirilmiş küçük sevimli organları onu oldukça çekici kılıyordu. Küçük bir burun, ağız, çene, küçük kalçalar ve bir limonun iki yarısı gibi göğüsler. Baharın kucağına pırtlamış goncalar gibi tazeydi. Paspal kot pantolonunun üstüne giydiği kazak, (artık hangi kumaştansa) elastikti. Pıtırlar, oradaydılar. Ersin, ilk etapta ödünü patlatan irkilmenin, üzerinde yarattığı yüksek tansiyonumsu heyecan halini atlattı. Neden sonra bakışlarını kızın gözlerine çevirdi, kocaman gözlerine... Kızın bakışları, hiç kırpmadığı gözleri ve ince dudaklarının muzip kıvrımları, insanı etkisine alan, hem tutkuyla ateşleyen, hem de korkuyla heyecanlandıran bir güce sahipti. Ersin onun bir kedi olduğunu düşündü. Kendisi de güvercindi.

    "Korktun mu?" diye tekrarladı kız.

    "Çdümü patlattın!" diye itiraf etti adam. Altına kaçırmadığına şükrediyordu.

    Kız isterik bir kahkaha attı. İnsanları korkutmak hoşuna gidiyor olmalıydı. "Onu demiyorum. Köprüden geçmeye korktun, öyle değil mi? Yarım saat düşündün köprünün başında, sonunda karşıya geçmekten vazgeçtin."

    "O köprü... Hayır, geç oldu. Hava kararacak diye..."

    "Sen Mihriban teyzenin yeğeni Ersin'sin değil mi?"

    "Evet. Sen de?.."

    "Ben de Hülya'yım" dedi kız ve dinamik bir şekilde adamla tokalaştı. "İstanbul'lusun değil mi?"

    "Evet."

    "Ben hiç gitmedim, güzel midir?"

    "Güzeldir. Sen..."

    "Hadi köprüyü geçelim!"

    "Ne?"

    Kız fırladı, köprüye doğru koştu. Kalçaları güzeldi.

    "Dur bakalım! Geç oldu, dönmemiz lazım. Hem senin gibi bir kız burada tek başına ne arıyor? Seni merak edecek kimsen yok mu?" dedi Ersin.

    Hülya köprünün başında bir an durmuştu. "Bu yolun nereye gittiğini merak etmiyor musun? Beni yalnız bırakma, başıma bir şey gelirse vicdan azabı çekersin bak!" dedi ve hızla köprüden geçmeye başladı.

    "Dur Hülya, çürük olabilir!" diye bağırdı Ersin ama terelelli olduğu hakkında bariz ip uçları veren genç kız karşıya geçmişti bile. Ormanın gölgeleri arasında kaybolmadan önce, son bir kez dönerek "korkak!" diye bağırdı. Orada bir patika olmalıydı, gölgelere giden... Ersin de köprüyü geçti. Hülya'ya yetişmek için adımlarını sıklaştırdı. Biraz sonra, bir ağaca yaslanmış kendisini bekleyen kızı buldu. "Beni bırakmayacağını biliyordum." dedi Hülya gülümseyerek. Genç adamın montunun yakasından tuttu, dibine kadar sokulmuştu. Gözleri gözlerinde, fısıltılı bir sesle "teşekkür ederim" diye ekledi. Ersin bir an kızın onu öpeceğini zannetti. Güzel kokuyordu. Ama Hülya derhal hiperaktif bir şekilde ormanın derinliklerine doğru uzaklaştı. Kâh yürüyor, kâh koşuyor, ceylan gibi sekiyordu. Ersin devamlı onu geri dönmeleri için ikna etmeye çalışıyor ama deli kız şen kahkahalarla ortalığı çınlatıyordu. Hava karardığında kaybolmuşlardı.

    Ersin artık tecrübeli bir doğa yürüyüşçüsüydü. Küçük sırt çantasında yiyecek, içecek, bıçak, ip, ateş, sağlık malzemesi, hatta yedek çorap, ve bunun gibi ihtiyaç duyabileceği bütün ıvır zıvırları taşıyordu. El fenerini çıkarttı ve yollarını aydınlattı. Artık etrafta patika filan yoktu. "Kaybolduk" diye soğuk bir sesle itiraf etti.

    "Çok afedersin, benim yüzümden oldu" derken bile Hülya'nın ses tonunda bastırmaya çalıştığı bir muziplik tınısı vardı.

    Biraz daha ilerlediklerinde, orman adeta yollarını kesti. Fenerin ışığı bile bitki örtüsünde boşluk bulamadı. "Burada bir duvar var!" diye bağırdı Hülya. Tam önlerinde sarmaşıklarla kaplı, metrelerce yükseklikte eski bir duvar yollarına set çekmişti. "Bu bir evin bahçe duvarı olmalı" diye ekledi. Genç kızın elleri; kadim zamanlardan kalma, yosun tutmuş, rutubet serinliğindeki taşların üzerinde hayranlıkla dolaşıyordu. Sanki okşuyordu.

    "Duvarın yüksekliğine bakılırsa, ev değil şato olmalı" dedi Ersin. "Hadi kapıyı bulalım."

    Duvarların etrafında dolaşıp kapıyı buldular. Paslı, demir parmaklıklı, içeriyi gösteren bir kapıydı. Kilitli değildi ama yıllardır açılmamış gibi bir izlenim veriyordu. İleride üç-dört katlı, şato değilse de oldukça büyük, görkemli bir malikâne gözüküyordu. Neredeyse bütün pencerelerde ışık vardı. "Hadi içeri girelim" dedi Hülya ve demir kapıyı aralayarak bahçeye daldı.

    Ersin, gecenin karanlığında, korku filmlerindeki hayaletli evler gibi görünen binaya tedirginlikle baktı. Halbuki yarın sabah yola çıkacak, İstanbul'a dönecekti. Tam da son gün bu kız nereden düşmüştü peşine, daha doğrusu kim kimin peşine düşmüştü? Başına bela aldığı kesindi. Tatlı bela. Teyzesi meraktan çıldırmış olmalıydı. Muhakkak jandarmaları aramıştı. şimdi, uzun zaman önce (karlar henüz erimemişken) bir öfke nöbetinde duvara çarpıp parçaladığı cep telefonu yanında olsaydı bile buralarda çekmeyeceğini biliyordu. Belki bu evden teyzesini arayabilirdi. Hülya'yı takip etti.

    "Pencerelerde ışık var!" diye çığlık attı kız. "Demek ki birileri var içeride!"

    "Bütün ışıklar yandığına göre oldukça kalabalık olmalılar" dedi Ersin. Kapıyı çaldı. Ama açan olmadı. Defalarca çalmalarına rağmen cevap yoktu. Pencereler yüksekte ve perdeliydi, içerisini görmek imkansızdı. Hülya, "içeride olduğunuzu biliyorum, açın yoksa kırarız kapıyı!" diye bağırdığında da bir cevap gelmedi. Neden sonra genç kız, Ersin'in "dur ne yapıyorsun? Sakin ol!" şeklindeki uyarı ve engellemelerine rağmen kapıyı tekmeleyince, aslında kapının kilitli olmadığı anlaşıldı. Kendiliğinden açılmıştı. Hülya içeri dalmıştı bile. Bütün bu aşırılıklarını sinirle değil, neşeyle yapıyordu. Ersin kızın bu deli dolu hareketlerine gıcık olsa da, galiba ondan hoşlanıyordu.

    İçeri girip birkaç basamak çıkınca kendilerin büyükçe dairesel bir holde buldular. şimdi sağ ve sol tarafta uzun birer koridor ve tam karşılarında da üst katlara çıkan genişçe bir merdiven vardı. Tavana gömülü zayıf ışık kaynaklarından başka hiçbir eşya yoktu. Daha sonra keşfedecekleri gibi bu evdeki çok sayıda odanın hiç birinde eşya yoktu, sadece birer pencere... Ev sahiplerine seslendiler ama cevap gelmedi. "Burası hayaletli olabilir" dedi Hülya. Lunaparkta korku tüneline girmek üzere olan çocuklar gibi neşeliydi. Ersin ise durumdan hoşlanmamıştı.

    Rastgele bir şekilde sağdaki koridora girdiler ve koridor boyunca sıralanan pek çok kapıdan ilkini açtılar. Kapıdan koridora taşan kuvvetli ışıkla gözleri kamaştı. Odaya girdiklerinde bir an şaşkınlıktan donakaldılar. Tam karşıda yaklaşık üç metreye üç metre kocaman, yekpare camdan (açılamayan) bir pencere duruyordu. Ama asıl şakınlık veren, insanı şok eden tarafı, dışarıda günlük güneşlik bir havanın olmasıydı. İkisi ilk şaşkınlıklarını attıktan sonra pencereye yaklaştılar. "Burası... İstanbul." diyebildi Ersin.

    "İstanbul mu? Ama nasıl olur?"

    "Baksana Boğaz'ı görmüyor musun? Karşısı Sarayburnu, Karaköy. İşte şu tam karşımızdaki de Kız Kulesi. Biz de Salacak'ta olmalıyız bu pozisyona göre."

    "Ben İstanbul'u hiç görmedim Ersin, yabancısıyım. Ama şu Kız Kulesi dediğin, onun efsanesini duymuştum. Çok eskiden bir kral kızını oraya hapsetmiş, kaderindeki ölümden korumak için. Ama ölüm bir yılan kılığında, meyve sepetine saklanarak girmiş kuleye ve zavallı prenses kaderinden kaçamamış."

    Ersin inanamayarak izliyordu Hülya'yı. Bir an rüyada olduğundan şüphelendi. Ama değildi. Tekrar pencereye döndü. "Bu çok gelişmiş bir televizyon ekranı olmalı" dedi. "Yüksek teknoloji. Gerçi ses yok. İnsanlar, arabalar, vapurlar, martılar; hepsi ne kadar da canlı gözüküyor. Çç boyutlu bir derinlik var."

    "Belki de biz ışınlandık filan. Boyutlar arasında seyahat etmiş olamaz mıyız? Buna televizyon diyorsun ama ben güneşin etkisini tenimde hissediyorum."

    "Dedim ya yüksek teknoloji. Işınlanma dediğin... Yani bir şeyler hissederdik en azından... En iyisi dışarıya bir göz atalım emin olmak için."

    İkisi de neredeyse koşarak dış kapıya gittiler. Gecenin karanlığı, orman ve bahçe hala yerli yerindeydi. Belirsizliğin omuz çöküntüsüyle tekrar Salacak manzarasına döndüler. "Eşya da yok ki bu evde. Bir sandalye olsaydı atardık, görürdük bakalım pencere mi, ekran mı?" dedi Hülya.

    Ersin için bu bardağı taşıran son damla oldu. "Bak Hülya, neşeli vurdumduymazlıklarından hoşlanmadığımı sanma sakın ama bu devasa ekran ya da pencere, sadece cam bile olsa yeterince pahalıdır, hele de yüksek teknoloji ürünü bir cihazsa bir servet değerindedir. Çstelik burası başkasının evi ve biz de haneye tecavüz ediyoruz. O yüzden, senden çok rica ediyorum, lütfen hiçbir şeyi kırma, hatta kurcalama bile. Ve, ne olur evi yakma Hülya, lütfen."

    Hülya gülüyordu. "Aaa, şaka yapıyorum yaa. Sen de amma safsın hemen inandın, neden kırayım elalemin eşyasını?"

    Ersin inanmış gözüktü. Başka bir odaya girdiler. Yine bir pencere vardı. "Burası Taksim." dedi Ersin. Bu sefer görüntü yakındı. Hava kapalıydı ve yağmur çiseliyordu. Arada pencere olmasa, ellerini uzatıp aceleyle koşturan insanlara dokunabilirlerdi. İnsanlar, onların farkında değildiler. "Pencere olmadığı böylece ispatlanmış oldu" dedi Ersin. Hülya ise adamı irkilterek, dışarıdakilere avazı çıktığı kadar "Heeeyy, şapşallar biz buradayız!"; diye bağırdı. Gülüştüler. Bir müddet orada dikilip, koşuşturan insanların sessiz filmini seyrettiler. "Görünce daha iyi anladım ne kadar özlediğimi" dedi Ersin. Dudağında buruk bir tebessüm vardı.

    "İstanbul'u mu?"

    "Evet İstanbul'u."

    "Hadi diğer odaları da dolaşalım!" dedi kız.

    Diğer odaları da dolaşmaya başladılar. Hepsi de tıpatıp birbirine benzeyen birsürü oda vardı. Sadece ekranın gösterdikleri farklıydı. Pencereler hep İstanbul'a ama değişik yer ve değişik zamanlara bakıyordu. Bazen on katlı bir binanın tepesinden seyreder gibi geniş açılı bir manzara, bazen de bir sokağın seviyesinden, hatta kısıtlı, dar bir alan olabiliyordu gördükleri. Bazen güneşli, bazen yağmurlu, karlı, bazen gece, bazen gündüz, ya da sabahın erken saatlerinde in cin top oynarken... Ersin'in tanıdığı, görünce hatırladığı yerlerdi buralar. Çocukluğunun, gençliğinin, hayatının geçtiği yerler. İstanbul.

    İzlemesi zevkliydi. Hem de çok zevkliydi. Ses yoktu gerçi, ama görüntüler o kadar gerçekti ki; televizyon gibi değildi. Hülya yabancısı olduğundan, Ersin her pencerenin önünde ona İstanbul'u anlatıyordu. Tur rehberi gibi her manzarayı kendi anlatılarıyla süslüyordu.

    Haliç kıyıları. Ersin'in çocukluğu burada geçmiş, Cibali'de ilkokula gitmişti. Daracık sokaklar. İşte Balat. Burada bir martıya sapan atmış, kuş taşı havada yakalayarak, yiyecek olmadığını anladığında geri tükürmüştü. Küçük Ersin yaptığından utanmış, o günden sonra hayvanlara hep iyi davranmıştı. Fatih Camisi; arkadaki medresenin camlarını kırmışlardı ortaokuldayken. Kim bilir ne kadar masraf olmuştur. Sultanahmet'te liseye gitmişti. Dikili taşlar, Alman Çeşmesi, Sultanahmet Camisi, Ayasofya. Turistler bunları görmek için dünyanın öbür ucundan gelirken o her gün yanlarından geçip okula gitmişti. Oradaki yeraltı su sarnıcı, binbeşyüz yıl evvel yapılmış ve üçyüzotuzaltı tane sütun varmış içinde. Eğer Hülya bir gün İstanbul'a gelirse onu seve seve oraya götürecek, böylece genç kız suya dilek parası atabilecekti. Çemberlitaş, Sahaflar; eski zamanlar. Mısır çarşısı, Kapalıçarşı. Gülhane Parkı; eskiden hayvanlar vardı orada ama şimdi yok. Topkapı Sarayı; şehrin hakimi. Çeşit çeşit müze, bitmez geze geze. Galata köprüsünde nargile, bira. Galata Kulesi; Hazerfan Ahmet Çelebi. Karaköy; mektep de derler, neden diye sorma. Vapurlar, İstanbul demek! Boğaz, mavi. Tünel, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Taksim. Kadıköy, Çsküdar, Çamlıca, Beylerbeyi, Beykoz. Anadolu Hisarı ve Rumeli. Sarıyer, Bebek.

    Sonunda birinci kattaki iki koridorun odalarını dolaştıktan sonra, ikinci kata çıktılar. Merdivenler üçüncü kata devam ediyordu ama burada da tıpkı birinci kattaki gibi, sağa ve sola uzanan kapılarla dolu iki uzun koridor vardı. Anlaşılan katlar da birbirinin tıpatıp aynısıydı. Bu kattaki odaları da dolaşmaya başladılar.

    Yıldız Parkı; sevgililerin götürüldüğü. Beşiktaş; Hakan Pastanesinde nargile içmeler. Barbaros Bulvarı... Ersin birden sustu. Uzaktan gördüğü şu nargile içen grup, tuhaf şekilde tanıdık gelmişti. Sanki üniversite yıllarındaki arkadaş grubu. Ama o zaman... O mavi kazaklı da kendisi olmalıydı. Mesafe uzaktı; emin olamadı. Daha sonra Ortaköy'de, uzun yıllar önce Kanada'ya taşınmış bir arkadaşını gördü. Levent'te, kalabalığın arasında platonik aşkı eski almanca öğretmeni vardı. Rahmetli bakkal amcayı bir Cuma çıkışında, kavga edip küstüğü mahalle arkadaşı Çnsal'ı vapurdan inerken, Nedime teyzeyi otobüse binerken, tacizci berberi mezarlıkta gördü. Neden sonra, Hülya'ya İstanbul'u anlatırken, aynı zamanda kendi hayatını da anlattığını idrak etti.

    İkinci katın bir koridorundaki odaları bitirip de diğer koridora geçerlerken, korkunç bir kükreme duydular. Aşağıdan geliyordu. İkisi de donup kaldı. Bir kükreme daha duyuldu. Bu hayvan kükremesinden öte bir şeydi. İnsanın kanını donduran, yüreğine korku salan, elini ayağını titreten bir sesti. Cesaretlerini toplayıp, ayaklarının uçlarına basarak merdivenlerden aşağıdaki ana holü görebilecek kadar aşağıya indiler. Sinmişler, birbirlerine sokulmuşlardı. Tırabzanların arasından aşağısını gözetlediler.

    Görüş alanına girmese de canavarın gölgesi görünüyordu. Bir şeyler yapıyordu. Belki de besleniyordu. Çünkü aşağıdan açılıp kapanan abartılı çene sesleri, iç bulandıran ağız şapırtıları duyuluyordu. "Kendi bağırsaklarını yiyor" dedi Hülya fısıltıyla. Ersin, zaten deli olan birinin, bir de korkudan aklını kaçırırsa nasıl olacağını düşündü. Sonra başkası için endişelenmenin kendi korkusunu bastırmadığını anladı.

    Canavar harekete geçti. Oldukça yavaş yürüyordu. Döşemelerin gıcırtısı ve gümbürtülü ayak sesleri, Ersin ve Hülya'yı devasa bir beklentiye soktu. İkisi gözlerini kırpmadan aşağı kattaki ölümcül ev sahibinin görüntüye girmesini beklediler. Elele tutuşmuşlardı.

    Çç metre çapında devasa bir patatese benzeyen gövdesi, yapış yapış, ay yüzeyindeki kraterleri andıran çukurlar ve nabız gibi atan çok gelişmiş kocaman sivilcelerle doluydu. Bu hantal gövde dört ayak üzerinde ilerliyordu. Bunlar ayaktan çok, yedi parmaklı çirkin yeşil ellerdi. Yaratığın kafası bir koyun kadardı. Aslında baca gibi öne doğru uzanan, akordiyon kırışıklığında bir boyun ile ucunda seksen doksan sivri diş olan bir ayı kapanına benzeyen, dudaksız çeneleri vardı. Büyük ihtimalle bu baş değil, komple ağızdı. Dişlerini tak tak açıp kapatıyor, salyaları akıyordu. Çoğu boynunun etrafında olmak üzere, gövdeden fırlamış sekiz on adet, bir iki karış boylarında, her birinin ucunda kapaksız bir göz olan, yılana benzer teleskobik organları vardı. Bu gözler, kımıl kımıl solucanlar gibi devamlı hareket ediyor, etrafı gözlüyorlardı. Bu yaratığın gözünden kaçmak imkansızdı. Nitekim solucan gözlerden üç tanesi, irkilen cinsel organlar gibi Ersin ve Hülya'nın olduğu tarafa doğru sertleştiler.

    Canavar haykırdı. şahmerdan adımlarıyla merdivenlere yönelirken, diğer ikisi korkuyla üst katlara kaçtı. "Ççüncü kata!" dedi Ersin. Diğerlerinin benzeri bir koridora dalıp birkaç saniye plansız bir şekilde koştular. Durduklarında Ersin çantasından bıçağını çıkarttı ve onun aslında basit bir çakı olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. "Onu bana ver" dedi Hülya. Bunu canavarın dişlerine kürdan niyetine mi kullanacaktı acaba? Ersin kızın kendini biraz da olsa güvende hissetmesi adına bıçağı verdi. Bu kata ilk defa çıkıyorlardı. "Odaları arayalım" dedi Ersin. Kıza diğer kapıyı işaret ederek kendisi aksi yöndeki odaya girdi. Titriyordu.

    Burası da aynıydı. Her yer çıkmaz sokaktı. Çıkmak üzereydi ki, penceredeki mekan tanıdık geldi. Zaten her yer tanıdıktı ama burası... Moda da bir çay bahçesi; eskiden nişanlısıyla sık sık gittiği yerdi. Ta ki kendisini terk edene kadar. Pencereye yaklaştı. Deniz manzaralı hoş bir çay bahçesi ve işte nişanlısı da oradaydı. Uğruna psikolojisinin bozulduğu... Sonsuza kadar mutlu olacaklardı güya, en acılı, yaslı günlerinde terk etmişti Ersin'i. Annesinin öldüğü... Bu pencerede bir tuhaflık vardı. Ekrandaki görüntü zum yapar gibi yavaş yavaş yaklaşıyordu. Ersin tek başına oturan eski nişanlısının parmağındaki yüzüğü açık seçik görüyordu şimdi. Pahalı bir şeydi. Annesi aile yadigarı yüzüğü vermek istemeyince, Ersin kızıp borca girmiş, biricik sevgilisi, aşkından çıldırdığı, hala unutamadığı, kalbini sızlatan kadın için en pahalısından bir pırlanta almıştı. Ersin almıştı. Eski nişanlısı o yüzüğü ne yapmıştı acaba, satmış mıdır diğer hediyelerle birlikte? Ekrana dokundu. Soğuktu. Kızın üzerindeki bu kıyafeti hatırlamıştı; ekose etek ve ceket. Evet, o günü hatırlıyordu. Zavallı kızcağızın babasına haciz gelecekti, yüklü miktarda para lazımdı. Çzüntüden ağlamıştı. Parayı vermişti Ersin, kayın pederine yardım... Birden görüntüye giren bir adam kızın masasına oturdu. Kız şaşkındı. Adamı azarlıyor, sanki neden geldin diyor, gitmesini istiyordu. Adam ise kaypak bir şekilde gülümsüyordu. Ersin bu adamı tanıdı. Eski nişanlısının amcasının oğluydu, sadece bir kez karşılaşmışlardı. Amcaoğlu elini kızın bacaklarına attı. Kız panik heyecan karışımı bir ifadeyle etrafını gözlüyor, adamın gittikçe ekose eteğin altına kayan elini durdurmaya çalışıyordu. Sonunda teslim oldu. Moda da bir çay bahçesinde, herkesin ortasında, masanın altında oldu her şey. Kadın, ıkınır bir ifadeyle, yüzü kızararak, kasılarak ve çabucak, rahatladı. Amcaoğlu parmaklarını koklayarak kalktı ve yüzünde yavşak bir gülümseme ile uzaklaştı. Eski nişanlı makyajını tazeledi.

    "Ersin, bunu görmelisin!" diye daldı içeriye Hülya. "Çbür odadaki ekranda sen varsın!" dedi. Ersin beklemeden öbür tarafa yürüdü. Diğer odada ki filmde baş rollerde annesiyle kendisi vardı. Onu son kez gördüğü gün. Kavga ediyorlardı. Ses yoktu gerçi ama Ersin o gün ne konuştuklarını aşağı yukarı hatırlıyordu. "O kızla evlenirsen hakkımı helal etmem" diyordu annesi. Ersin de sert konuşmuştu. "Cehennemin dibine kadar..." demiş olabilirdi ya da ona yakın bir şey. İşte kapıyı çarpıp gidiyordu. Annesi fenalık geçiriyordu, kalbi varmış meğerse. Çlüyordu.

    Birden Hülya'nın çığlığı duyuldu! Genç adam yaşlı gözlerle koridora fırladı. Bu kız ne aralık kaybolmuştu ortadan. Ersin merdivenlere doğru giderken yutkunmaya, hıçkırmalarına engel olmaya çalışıyordu; koşarken ağlamak zor oluyordu. "Hülya" diye bağırdı. Merdivenlere varıp da gözyaşlarını sildiğinde tam karşısındaki diğer koridorda canavarı gördü. Hülya'yı tutmuştu. Ayak el karışımı iki ön uzvuyla kızın gövde ve bacaklarından kavramış, yatay vaziyette tutuyordu; tıpkı bir sandviçi tutar gibi. Gövdesinde saplanmış bir bıçak vardı. Kızın ise sesi çıkmıyordu ama kocaman koyun gözlerini Ersine dikmiş hiç kırpıştırmadan bakıyordu.

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>

    Last edited by Bogus on Mon Dec 10, 2007 12:23 pm; edited 4 times in total
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 9:32 pm Reply with quoteBack to top

    Seyfettin Efendi'nin Olağanüstü Maceraları; Devrimk




    Çnsöz:

    Moda'da dedemden kalma, hiç uğramadığım ama düzenli olarak kira aldığım bir ev vardı. Kiracının şikayeti üzerine eve gitmek zorunda kaldım. Çatı akmış, tavan arasında bulunan bir sürü ıvır-zıvır akan su yüzünden dağılmıştı. Tamirciyle beraber çatıya çıktık. Aşağı yukarı işin bana ne kadara patlayacağını hesapladı. O sırada ben de çürümüş olan sandığı karıştırıyordum. İçinden çıkan eski dergi ve kitapların arasında bulduğum bu defterin birkaç sayfasını çevirince akla hayale gelmez saçmalıklarla dolu hikayelere rastladım. Büyük ihtimalle ağır sinir krizi geçiren birinin günlüğü olduğunu düşünmüştüm. Her nasılsa defteri orada bırakmayı unuttuğumdan olacak, eve kadar elimde taşımışım.

    Bu olaydan iki yıl sonra, bir arkadaşım bizim evde bu el yazması günlüğü buldu. Benim deli saçması diye adlandırdığım şeyler onun çok ilgisini çekti, hatta onda bir tür saplantı oldu diyebilirim. Onun ısrarıyla bu defterde yazılanları yayınlamaya karar verdim. Adı geçen Seyfettin efendinin bizim aileden biri olup olmadığını bilemiyorum, ama eğer öyleyse umarım delilikleri bana geçmemiştir.

    Berk Gönenli, 2004











    SEYFETTİN EFENDİ'NİN OLAğANÇSTÇ MACERALARI






    İstanbul 1925

    Nice uğraşlar ve fedakarlıklar nihayetinde Cumhuriyet ilan edildi. Takribi olarak beş senedir gizli görevli olarak Kuvva-i Milliye'ye hizmet ettikten sonra tekrar İstanbul'dayım. Beş sene önce bu şehirde resmi olarak ölümümü hazırlamıştık. Kendi cenazeme katılarak, bunun hayalini kuran meslektaşım muharrir Mark Twain'in hayalini de gerçekleştirmiş oldum.

    Beş sene sonra tekrar ortaya çıkmaya hazırlanırken, teşkilattan bir görev celbi geldi. Daha önceden de emrinde çalıştığım Osman Paşa bizzat imzalamıştı. Kurtuluş savaşı sırasında da birkaç örneğine şahit olduğum aklın ve bilimin yetersiz kaldığı ve açıklayamadığı olayları araştırmak için bir ekip kurmam gerekiyordu. İşin doğrusu ilk başta görevi kabul etmekte tereddüt ettim, fakat biraz kurcalayınca emrin büyük yerden geldiğini keşfettim. Doğrusu söz konusu "O" olunca isteklerini kendim için emir telakki ettim. Dolayısıyla yeniden dönüş planlarımı bir süreliğine rafa kaldırarak Teşkilat-ı İfşa-yi Sır'ın kurulması için gerekli çalışmalara başladım. İşbu belgelerdeki yazılar bu teşkilat ile birlikte yürüttüğüm araştırmalar ve vukuatlarla ilgilidir.



    Birinci Kısım:
    Teşkilatın kurulması ve Yeditepe Canavarı dosyası:

    İlk olarak Pehlivan Kara Mehmet'i göreve aldım. Onu "Zeytin Hoca" vakıasında tanımıştım. Bir çeşit efsun kullanan bu hoca, bu esmer tenli, dev yapılı yiğit delikanlıyı yıllarca esaret altında tutmuş, aynı efsun sayesinde halkı ayaklandırmaya çalışmıştı. Olaya müdahale etmek istediğimde bu genç irisi esmer çocuk neredeyse belimi ortadan ikiye kıracaktı. Allah'tan efsunu kırmanın bir yolunu buldum da, o zor durumdan güç bela yakamı kurtardım. Kara Mehmet bu olaydan sonra yanımdan hiç ayrılmadı ve en sadık dostum, sırdaşım oldu.

    Teşkilatı kurmak için aklıma gelen ikinci isim asker arkadaşım olan Doktor Aziz oldu. Keskin zekası ve olağanüstü inceleme yeteneği bize yardımcı olacaktı. Bir zamanlar zehirlendiğini zannettiğimiz bir paşayı otopsi denilen bir uygulama sayesinde incelemiş, sonuç olarak yemeğine kaçan bir arının nefes borusunu sokması sonucu paşanın boğularak öldüğünü tespit etmişti. Bu sayede zavallı aşçıbaşının kelleyi kurtardığını hepiniz tahmin etmişsinizdir. Doktor Aziz teklifimi memnuniyetle kabul etti. Ben de onun rahatça çalışabilmesi için hemen bir laboratuvar tahsis ettim. Böylelikle üç kişiden mürekkep çekirdek teşkilatımızı kurmuş olduk.

    İlk olarak incelemem istenen konu camilerde bulunan maktuleler hakkındaydı. İşin doğrusu bu cinayetlerin birbiriyle bağlantısı, cesetlerin tamamının camide bulunmasından dolayı tahmin ediliyordu. Otopsi yaptığımız zaman katilin (ya da katillerin) benzer yöntemler kullandığını gördükten sonra cinayetlerin bağlantılı olduğundan emin olduk.

    İstanbul'un dört ayrı bölgesinde cinayet işlenmişti,
    1- Fatih Camii'nde, Süreyya Gedik,
    2- Edirnekapı semtindeki Mihrimah Sultan Camii'nde, Afitap Hanım
    3- Beyazıt Camii'nde, Madam Tromaki
    4- Çemberlitaş'ta Nuriosmaniye Camii'nde, Nur Habiboğlu.

    Beşinci ceset Yavuz Selim Camii'nde bulunmuştu, Doktor Aziz ile beraber incelemeye gittik. Kara Mehmet o sırada etraftan bilgi toplamak için Edirnekapı'ya gitmişti. Diğer cinayetlerde mevcut olan vahşet burada da tekrar etmişti. Kadının vücudu göğüs hizasından başlayarak üreme organına kadar boydan boya kesilmişti. Göğüs kafesi (büyük bir ihtimalle) bir alet yardımıyla açılmış, iç organlarından bazıları alınmıştı. Doktor Aziz, Madam Tromaki'nin cesedini incelemişti ama olay yerinde ilk kez tetkikte bulunuyordu. Yere çömelip uzun süre elini çenesine dayayarak düşüncelere daldı. Ben de delil teşkil etmesi açısından cesedin fotoğraflarını çekiyordum. Hayretle fark ettim ki cesedin eli belirli bir pozisyonda bırakılmıştı. Sağ eli sol göğsünün üzerine konmuş bir nevi selam veriyor gibiydi.

    Doktor Aziz ayağa kalktı, bana dönüp:
    -Kan.
    Anlamadığımı görünce yineledi:
    -Kan, bunca kan nereye gitmiş?

    Biran duraksadım, doğru bir insanda böyle bir yara açıp bu kadar az kan sıçratmak mümkün değildi:
    -Gasilhane, gasilhaneye bir göz atalım.

    Gasilhaneyi etraflıca araştırdık, gözle görünür bir kanıta rastlayamadık. Doktor Aziz yerde kalmış bazı su birikintilerinden örnekler aldı.

    -Bu sıvılarda alyuvar ya da akyuvar var mı diye bakıp, maktülün kan örnekleriyle karşılaştıracağım.
    -Peki kadını buraya kadar nasıl getiriyor?
    -Eski örneklerde inceleme imkanı olmadı ama onu da artık tespit edebiliriz. Büyük ihtimalle kloroform koklatmıştır.
    -Farklı bir şey gözüne çarptı mı?
    -Aynı diğer olaylar gibi gayet keskin bir aletle ve çok profesyonelce bir kesik atılmış. Büyük ihtimalle neşter ya da bistüri kullanılmış demiştim hatırlarsan, artık eminim. Aradığımız kişi doktor ya da veteriner olabilir, cerrahi bilgisi yüksek, iç organları zedelemeden çıkartmış, sadece...
    -Sadece?
    -Biraz daha incelemem gerek sanki her cinayetinde biraz daha vahşileşiyor gibi... Cinsel organında ve bacak aralarında daha önce fark etmediğim yaralar açmış, düzensiz ve hoyratça açılmış yaralar.

    Doktor Aziz detaylı bir inceleme yapmak için cesedi laboratuarına getirtti, ben de elde ettiğimiz delilleri inceliyordum ki, Kara Mehmet içeri girdi:
    -Töbeee.
    Diyerek eliyle gözlerine perdeledi.
    -Gel Mehmet içeride konuşalım.
    -İyi olur ağam.
    -Nasıl bir şeyler öğrenebildin mi?
    -Çğrendim de nasıl desem? Yani ölenin arkasından konuşulmaz bilirsin beyim.
    -Ne öğrendin söylesene canım...
    -Yani uygun kaçmaz, hicap ederim söylemeye.
    -İnsanı zıvanadan çıkarma da söyle! Araştırma yapmaya yolladık seni, devletin parasıyla gevezelik edip dolaşasın diye mi yolladık?
    -Haşaa. Yani, nasıl desem, bu kadınlar biraz namlılarmış kendi bölgelerinde, hafif meşrep denilen türden.

    Birden kafamda şimşek çaktı buna benzer bir olay ben çocukken İngiltere'de cereyan etmişti. Sokak fahişelerini hunharca katleden, "Karındeşen Jak" adıyla nam salan, ele geçirilememiş bir katil vardı. Hemen çıkıp emniyete gittim, oradan bilgi almak için Scotland Yard'a bir tel çektim.

    İki gün sonra Scotland Yard'ın gönderdiği dosya ve bizim topladığımız bilgilerle toplantı yaptık.
    Doktor Ahmet fotoğrafları ve doktor raporlarını inceledikten sonra,
    -Cinayetlerin işleniş biçimleri mükemmel bir biçimde birbirine uyuyor. Aynı şekilde Scotland Yard'da cinayetleri işleyen kişinin doktor olabileceği ihtimali üzerine yoğunlaşmış. Toplamda beş cinayet işlenmiş, sonrasında cinayetler kesilmiş.
    -Ben biraz örtbas kokusu alıyorum. Bu dosyada araştırmayı üstün körü yapmışlar.
    dedim.
    -Asıl mesele bu cinayetler 1988 senesinde işlenmiş. Adamın eğitimli olduğunu düşünürsek '88 senesinde 30'lu yaşlarında olan biri şimdi yetmişine merdiven dayamış demektir ki bu cinayetleri işlemesi fiziksel olarak mümkün olmaz.
    -Acaba "Karındeşen Jack" efsanesini burada devam ettirmeye çalışan çılgın bir İngiliz'le mi uğraşıyoruz acaba?
    -İngiliz olması şart değil, insanların ruh halini inceleyen yeni sayılabilecek bir bilim dalı var .
    -'Psikoloji'.
    -Evet, buna göre kendini katille özdeşleştirmiş ya da katille benzer bir ruh durumunda olan bir kişiyle karşı karşıya olabiliriz. Fahişeleri cezalandırması çocukken yaşadığı bazı olaylara karşı verdiği bir cevap olabilir pekala.
    -Neden camiler?
    -Yaptığı işi dinsel bir ayin olarak görüyor, gasilhanede kurbalarının kanlarını temizlemesi, büyük ihtimal bu yüzden. Din baskısıyla büyümüş olması muhtemel.
    -Yani, 35-40 yaşlarında din baskısıyla büyümüş, oldukça düzenli ve tertipli, hayatının bir döneminde bir kadın tarafından aldatılmış ki bu kadın yüksek ihtimal bir fahişe, doktor ya da veteriner arıyoruz.

    Arkama yaslanıp düşünmeye başladım. İstanbul'da bu tipte yüzlerce adam olabilirdi. Bütün aldığımız bilgileri aklımda tekrar tararken, zamanında validemin bir arkadaşıma söylediği "mühendis kafalı" sözü aklıma geldi. Bu söze göre matematik, fen gibi bilimlerle uğraşanların hayal gücü çok gelişmez, dolayısıyla düşünme sistemleri de bir makine gibidir. Hemen önümdeki kağıt kalemle geçen ayın cetvelini çıkarttım, harita üzerinde cinayetlerin yerleri arasında bir bağlantı kuramamıştık ama belki günleri arasında kurabilirdim. Biraz uğraşınca bağlantıyı bulur gibi oldum ama bu formüle göre son cinayetin dün işlenmiş olması gerekiyordu.
    -Aziz bey bakın, ilk cinayetle ikinci cinayet arasında 13 gün fark var, ikinciyle üçüncü arasında 11. Sonrası da 7, 5, 3 diye gidiyor fakat buna göre son cinayetin dün işlenmesi lazımdı katilimiz tembellik etmiş olabilir mi?
    -İki
    -Efendim?
    -İki de asal sayıdır.

    Bir an herkesi bir panik hali aldı, cinayetin bugün işleneceğini tahmin etmiştik fakat yeri hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu, İstanbul'un elimizdeki en büyük haritasını masaya yaydık, hızlı hızlı fikir teatisinde bulunarak cinayetin nerede olacağını bulmaya çalışıyorduk. Cetvelle, pergelle yapmaya çalıştığımız bağlantılar bizi herhangi bir sonuca götürmüyordu.

    Kara Mehmet kocaman eliyle ensesini kaşıyarak:
    -Koskoca yeditepe İstanbul nasıl bulacağız beyim?
    Gözlerim faltaşı gibi açılmış olarak ona döndüm:
    -Ne dedin sen?
    -Yani. 'Bulmamız çok zor babında' ben de bulmak isterim deyyusu ama.. koskoca İstanbul.
    Heyecanla sarılıp Mehmet'in yanaklarından öptüm. Derhal harekete geçmeliydik. Yıllardır yanımdan ayırmadığım revolverimi kontrol ettim, yeleğimin içindeki gizli kılıfa yerleştirdim.
    -Sen bir dahisin Mehmet. Aziz yanına bir silah al, sen benimle geleceksin. Mehmet sen de derhal Ayasofya camiine doğru yola koyul.
    -İyi de beyim camide ne işim var gece gece?
    Uzaklaşırken ona doğru seslendim:
    -Camide değil tepede Mehmet, tepede.

    Aziz'le birlikte Kocamustafapaşa'nın sokaklarını arşınlıyorduk. Aziz lafı açtı:

    -Nasıl gözümüzün önünde olan bir şeyi bu kadar geç fark ettik hayret.
    -Poe'nun dediği gibi, "Bir şeyi gizlemek istiyorsan, göz önüne koyman yeterlidir."
    -İşin doğrusu ayrıntılarla uğraşmaktan...

    Duyduğumuz hafif kadın inlemesi ikimizi de yerinden sıçrattı. Derhal sesin geldiği yöne doğru intikal ettik. Sokak lambasının tam aydınlatamadığı köşede, iriyarı bir figürün donuk gözleri boşluğa bakan kadın cesedine doğru eğilmiş hızlı hareketlerle bir şeyler yaptığını fark ettik. Ağzımı açmama fırsat kalmadan, adam bir panter çevikliğiyle bize doğru döndü. Elleri ve ağzı kan içindeydi, ağzının kenarından büyük ihtimalle kadının iç organlarından biri olan bir parça sallanmaktaydı. Kısa bir süre bizle baş edip edemeyeceğini tarttı ve insanüstü bir hızla Aziz'e doğru saldırdı. Attığı ilk adımda göğsünden iki kere vurdum, pek etkilenmiş görünmedi ve hiç tahmin edemeyeceğim bir hareket yaptı. Yırtıcı hayvanlarınki gibi uzun ve sivri dişlerini Aziz'in boynuna geçirdi ve onun vücudunu benimle aramda kalkan olarak kullanmaya çalıştı. Gördüğüm sahne midemi kaldırdı, bir an gözlerim karardı fakat savaş tecrübesinin verdiği alışkanlıkla kendimi toparlamayı başardım. Seri bir hareketle yana doğru çekildim ve revolveri adamın şakağında patlattım. Aziz'in şah damarı açılmamıştı ama boynundan oluk oluk kan geliyordu. Onu sokak lambasının altına çektim ve gerekli ilk müdahaleyi yaptım. Çok geçmeden düdüklerini çalan bekçiler de yanımıza geldi. Aziz'in yarası ile ilgilenirken bir yandan da bekçiye laf yetiştirmeye çalışıyordum.
    -...neyse sonrasında da adamın beynine bir kurşun sıkıp işini bitirdim.
    -Hangi adamın beyim burada sizden başka adam yok ki?
    Birden sırtımdan soğuk terler boşandı, dönüp baktığımda "Karındeşen Jak" gerçekten de olması gereken yerde değildi.

    Ertesi sabah, Doktor Aziz bir türlü kendine gelemiyordu, sürekli bir halsizlik ve bitkinlik hali içindeydi, devamlı terlemesine rağmen vücut ısısı haddinden fazla düşmüştü. Olay mahallinden Aziz'in bistüri olabileceğini tahmin ettiği silahı ele geçirmiştik. Oldukça değerli mücevherlerle süslenmiş Bursa işi küçük bir kamaydı bu silah. Kara Mehmet, Bursa'dan buraya göç etmiş eski bir kılıç ustası olan ahbabına kamayı göstermeyi teklif etti. Böylesine değerli bir kamanın kim için yapıldığı büyük ihtimalle hatırlanırdı.

    Ben de sıkıntı içinde, geçen gece gördüğüm olaylara bir mana vermeye çalışıyor, bir çeşit zehirli gaz ya da afyon türevi bir şey yüzünden hayal görüp görmediğimi sorguluyordum. Belli ki gaz bende illüzyona neden olmuş, Aziz'i ise daha kötü etkilemişti. Dün gece Aziz'in boynundan koca bir parça koptuğunu görmeme rağmen bugün incelediğimde çok hafif bir berelenme olduğunu fark ettim ki bu da benim teorilerimi güçlendiriyordu. İşin doğrusu bu benim için onur meselesi oldu. Akşam katille yüzleşebilmek için dakikaları saymaya başladım.
    Bu sefer ona karşı hazırlıksız yakalanmayacaktım. Korunmak için askeriyeden gaz maskesi talep ettim, akşam Kara Mehmet'le Ayasofya'ya doğru yola koyulmadan önce temin edebilmeyi umuyordum.

    Daldığım düşüncelerimden Kara Mehmet'in gelişiyle ayrıldım.
    -Selamun aleyküm, Aziz efendi nasıl, toparlanabildi mi?
    -Merhaba Mehmet, hayır hala bildiğin gibi, istirahatte. Ne oldu bir şey bulabildin mi?
    -Buldum, bu kama bayağı eski yapımmış. Bizim Osman ustanın dedesine götürdük, adam yüz yaşını geçkin ama maşallah kaya gibi, hafızası da zehir gibi, kamayı evirdi çevirdi sonra kimin yaptığını dahi tahmin etti. Bu tür kamalar Osmanlı padişahlarına yapılırmış, en az 400-500 yıllık vardır bu kama dedi, sonra kabzasının kenarında eski dilde yazılmış yazılar buldu, minnacık karınca duası gibi bir şey, onu okuyamadık ama.
    Çekmecemde pertavsızı ararken içimden amma da zehir gibiymiş hafızası, 500 yıllık kama görmesek kandıracak bizi diye geçirdim:
    -Getir bakalım neredeymiş o yazı.

    Kamada gerçekten eski Türkçe yazı mevcuttu, aşağı yukarı tercümesi şöyleydi:
    "Bu kama İsfendiyar usta tarafından, Eflak prensi Vlad Tepes hazretleri için yapılmıştır.
    15 Rebiyülevvel"
    İhtiyarın saptaması doğruydu bu hesaba göre kama yapılalı 477 sene geçmişti.
    -İsfendiyar usta.
    -Hah! Tastamam öyle dediydi.
    -Sanırım gaz maskesinden daha başka şeylere de ihtiyacımız var.

    Kara Mehmet'le birlikte eskiden tanıdığım bir dostuma doğru yola koyulduk. Abdüllatif efendi, kendini simyacı olarak tanıtırdı. Bana göre bilim dışı ne kadar safsata varsa hepsi hakkında ansiklopedi yazabilecek kadar bilgiliydi. Çocukken yalın bir saflıkla onun anlattığı kahraman Efrasiyab'ın hikayelerini, ejderhaları, hecüç-mecüçleri ve daha nice akla hayale gelmeyecek canavarların ve kahramanların hikayelerini dinlerdim. Ona gitmemizin sebebi, geçen gece hayal gördüğümü zannettiğim olayların aslında gerçek olma ihtimali üzerineydi. Vlad Tepes, bizim bildiğimiz adıyla Kazıklı Voyvoda, Abraham Stocker adlı bir muharrir tarafından kaleme alınmış Drakula kitabının baş kahramanıydı. Hikayeye göre insanların kanıyla beslenen doğaüstü garip bir varlık. Her ne kadar inanmak istemesem de ona ikinci kez yenilmek istemiyordum. Gaz maskesini yanıma aldım fakat yine de tedbiri elden bırakmamakta fayda vardı; Abdüllatif efendi bize daha fazla bilgi verebilirdi.

    Abdüllatif efendi benim öldüğümü sanan eski hayatımdan biriydi, beni görünce ne kadar şaşıracağını tahmin ediyordum. Fakat zamanımızın kısıtlı olması yüzünden bu konu üzerinde fazla durmamasını ümit ediyordum. İşin doğrusu düşündüğümün tam tersi oldu, boz sakallarını çalı gibi uzatmış, yüzünün ve ellerinin kemikleri dışardan seçilebilen kuru ihtiyar, kendi mistik dünyasına o kadar kapanmıştı ki benim sahte ölümümden haberdar olmamıştı. Geldiğime çok sevindi, konuya hemen girmek zorunda kaldım, çünkü lafı ona bırakırsam araştırmaya yeni başladığı herhangi bir konuyu anlatmaya başlar ve iki günden önce susmazdı. Cinayetleri, başımdan geçenleri, ve bulduğumuz kamayı ayrıntılarıyla anlattım. Stoker'in kitabı ile bağlantısı olup olamayacağını soracaktım ki:
    -İsfendiyar usta mı?
    -Evet, kamayı yapan o ama...
    -İsfendiyar usta hakkında çok garip hikayeler vardır bilir misin?
    -Mutlaka vardır ama önemli olan...
    -Bizim konuyla ilgili olan ise dur bakayım şurada mıydı? Hmmm. Seferi'nin "Çlümsüzler Külliyatı" yok bu değildi.
    -Abdüllatif efendi, mühim olan Stocker'ın yazdıklarının...
    -Stocker'mi? Bırak Allah'ını seversen palavracının, üfürükçünün biri o.
    -Yani ilk tahminim doğruydu afyonla zehirlediler bizi.
    -Ne münasebet, belli ki bir vampir bu ayinleri yapan, Kazıklı Voyvoda olması da muhtemel.
    -İyi de o zaman... Ayin mi? Yani bu cinayetlerin bir çeşit...
    -Evet ayin. Düşmüş melek Lusifer'e ya da Belzebul'a ya da genellikle bilinen adıyla şeytan'a. Bu karanlıkta yürüyenlerin adı üstünde en büyük zaafları güneş ışığına çıkamamalarıdır. Bu vampirin çabası güneşe çıkabilmek ve vahşetlerini gündüzleri de yürütebilmek. Bunu yapmak için çürümüş şehrin güç noktalarına yakın aynı kendisi kadar ahlaksız insanları bulup kurban etmesi gerekmektedir. Son güç noktası aynı zamanda merkezdir ve en kuvvetlisidir, burada ise en ahlaksız, en kötü huylu şeytanın müridini kurban etmek gerekir. Tabii sadece bu kadar değil ondan sonra da bir dizi...
    -İstanbul'a çürümüş şehir demek biraz ağır kaçmadı mı? Düşman işgalinde hainlik yapanlar oldu ama evelallah hepsinin üstesinden geldik.

    Abdüllatif kuru suratındaki gözlerini iyice büyüterek yanıma yaklaştı:
    -Çürüme başladı mı bir daha durdurulmaz, bu bölge çürüyor, bilemem ne zaman belki otuz belki yüz sene sonra gene kokuşacak burası.

    Sonra birden kendini toparladı ve eski soğukkanlı haline geri döndü:
    -Neyse tarihleri ve yerleri söyle bir sonraki yerleri tespit edeyim.
    -Yeri de zamanı da tespit ettik bu gün Ayasofya'da.

    Tekrar gözlerini devirip bana baktı:
    -İyi de o zaman ne diye lakırdıyla zaman kaybediyoruz hemen hazırlanmamız lazım. Bir kere bunlar kılıç kesmez, ahşap kazıkla öldürmek lazım gelir. Voyvodanın düşmanlarına yaptığı gibi kalbine kazık çakmak gerekir. Gümüş de işe yarar diyenler var ama pek güvenilir kaynaklar değil onlar. Haçtan korkar diyenler var ki toptan yalan, sarımsaktan tiksinirler zor durumda kalırsak işimize yarayabilir yanımıza alalım.

    Bir an kendimi boynumdan aşağı sarımsak demetleri sarkarken düşündüm:
    -Sarımsak istemem sağol.
    -Bu arada Aziz efendiyi kurtarmak için vampirin kanına ihtiyacımız var yoksa o da gece yürüyenlere katılır. Boynunuzu koruyun sizi ısırırsa aynı akıbet sizi de yakalar.
    -Merak etme beyim benim kurtkapanımdan kaçabilen insan evladı çıkamadı daha.

    Mehmet'in kuvvetine defalarca şahit olduğum halde bu sefer benim de şüphelerim vardı.
    -Sorun da bu zaten Mehmet, uğraştığımız yaratık pek insan evladı sayılmaz.
    -Evet olağanüstü kuvvetlidir vampirler, başa çıkabileceğini pek sanmıyorum.

    Mehmet Abdüllatif'in bu sözüne oldukça alındı, fakat cevap yerine homurdanmayı seçti.
    -Abdüllatif efendi siz burada Mehmet'le hazırlıklarınızı yapın ben gidip Aziz efendiye bakayım, Ayasofya'da buluşuruz. Diyerek merkez karargahımıza doğru yola çıktım.

    Karanlık bastırmıştı, tüm ihtişamıyla Ayasofya önümde duruyordu. Bir süre daha arkadaşlarımı beklemek niyetindeydim ki içeriden gelen hafif bir çığlık bütün düşüncelerimi altüst etti. Derhal silahıma davranıp ana kapıya doğru yöneldim, avluyu henüz geçmiştim ki karşıma tanıdığım o gölge tekrar dikildi.
    -Tekrar sen! Başıma fazla bela olmaya başladın.
    Gözlerinin akı yok denecek kadar azdı simsiyah gayya kuyusu gibi derin gözleri vardı. Hamle etmeye çalıştığım anda.
    -Dur orda.
    Emrine aynı bir makine gibi itaat ettim ellerim birer külçe gibi iki yanıma düştü ne kadar çabalasam da hareket edemiyordum. Tıpkı uyurken oldukça sık başıma gelen karabasanlar gibi, görüyordum duyuyordum ama hiçbir uzvumu hareket ettiremiyordum.
    -Vlad Tepes.
    Diyebildim zorlukla.
    şaşaladı:
    -Yüzyıllardır kimse beni o adımla çağırmadı. İlginç, tahminimden daha zekisin. Fiziksel olarak bu kadar zayıf olmasan senden iyi bir köle olabilirdi. Yalnız mı geldin buraya yoks...
    Birden vampirin kafasında ufak bir kase patladı, vampir bundan etkilenmiş görünmese de oldukça sinirlendi. Hiddetle kasenin atıldığı yere döndü.
    -şeyh şuayıp efendinin yazdıklarının külliyen yalan olduğunun isbatıdır okunmuş su bir işe yaramadı hepiniz şahitsiniz.
    Vampir Abdüllatif efendiye doğru hamle yaptı fakat bir an tereddüt etti, sanırım boynuna doladığı sarımsak demeti etkili oldu gerçekten. Kara Mehmet vampirin üstüne çullandı. Vampir inanılmaz bir çeviklikle Mehmetin elinden sıyrılıverdi, Mehmet tekrar hücum etti ve birbirleriyle boğuşmaya başladılar. Kara Mehmet'in elensesi vampiri oldukça afallattı, birbirlerinden bir süre ayrıldılar. Abdüllatif efendi elinde tahta bir kazık tutuyordu ama onu saplayabilecek ne kuvveti ne de çevikliği vardı. Kaderimiz Mehmet'in bilek kuvvetine kalmıştı. Vampir Mehmet'ten kısa ve zayıftı ama gerçekten insanüstü bir kudreti vardı. Mehmet'in savuşturduğu bir darbe Ayasofya'nın tunç kapısında patladı, karanlığa rağmen yaratığın pençesinin izini açıkça kapıda gördüm. Fakat bir süre sonra bilemediğim bir sebepten vampir geri çekilmeye başladı, hatta diyebilirim ki vampir Kara Mehmet'in üstün kuvveti yüzünden olacak kaçak dövüşmeye hatta kaçmaya yeltendi. Bu arada benim üzerimdeki etkisi de yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı, Kara Mehmet vampiri kurtkapanına aldığı sırada tabancamı çekme fırsatı buldum, göğsüne doğru iki kurşun sıktım:
    -Mermilerin bana işlemediğini anl...
    Lafı yarım kaldı ağzından kan gelmeye başlamıştı, rakibinin güçten kesildiğin anlayan Mehmet onu salıverdi. Ben de alnının ortasına nişan alıp tekrar ateş ettim.
    Abdüllatif hayretini gizleyemedi:
    -Demek mermi işliyormuş vampirlere, hayret hiç böyle bir bilgiye rastlamamıştım. Bütün kitaplarımı tekrar gözden geçirmem gerekecek.
    Tabancamdan çıkardığım bir mermiyi Abdüllatif efendiye uzattım.
    -Gerek yok Abdüllatif efendi, küçükken marangozhanede çalışmıştım, biliyor muydun?
    Abdüllatif efendiye ona verdiğim tahta kurşuna bakakalmışken, Mehmet bizi uyardı:
    -şurada bir adamcağızı bağlamış.
    şükür ki yaratığın birini daha katletmesine engel olmuştuk, hemen ellerini çözdük ağzındaki tıkacı çıkardık. Yüzünü görünce ağzımdan bir hayret nidası çıkıverdi.
    -Aferin Seyfettin, nerden bildin bu melunun beni buraya kaçırdığını?
    -Zaten takipteydik Osman paşa, ama sizi kaçırdığından bihaberdik doğrusu.
    -İyi, iyi şimdi beni eve bırakın daha sonra raporunu bana da getirirsin.
    -Emredersiniz.

    İşte İstanbul'u fetheden padişahın kan kardeşi Kazıklı Voyvoda İstanbul'da bu şekilde öldü.

    İki gün sonra vampirden aldığımız kan sayesinde Doktor Aziz de kendine geldi. Ona olayı ayrıntılı bir biçimde anlatıyorduk.
    -Aziz inanmayacaksın ama vampir bir süre sonra resmen Mehmet'ten kaçmaya başladı, ki bu tarihte görülmemiş bir şey Abdüllatif'in dediğine göre.
    -Gerçi anlattıklarının çoğuna inanmak imkansız ama...
    Lafını Kara Mehmet kesti:
    -Seyfettin bey, doğrusu benim bir şey açıklamam lazım.
    -Söyle Mehmet.
    -İşin doğrusu bu karakoncolostan çekindim ben biraz, o yüzden gelmeden iki baş sarımsak atmıştım ağzıma, vampir ondan da çekinmiş olabilir tam bilemiyorum.

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>

    Last edited by Bogus on Mon Dec 10, 2007 11:47 am; edited 1 time in total
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 9:50 pm Reply with quoteBack to top

    Çmit;Dragon_Knight


    ÇMİT

    Büyük ateşi yakıp ateşe yakın bir yere oturdu.Çocuklar birazdan gelmeye başlardı.Bir kaç dakika sonra bir çocuk hızlı adımlarla yürüyerek ateşe yaklaşıp selam verdikten sonra oturdu.ilk gelen herzamanki gibi Rüzgar'dı.Çok hızlı konuşan ve koşan bir çocuktu.Her zaman ilk gelen o olurdu.Çmit lakabın kaynağının hızlı olmasından çok ilk gelen olmasından emindi.Çmit bunları düşünürken bir kaç çocuk daha geldi.Çmit her gün çocuklar ateşin başına toplandıktan sonra gözleriyle yoklama yapardı.Büyük ateş hergün aynı saatte yanar ve çocuklar o saatte ateşin etrafına toplanırdı.Çocuklar, hepsi ateşin etrafında toplanana kadar rahat edemeyen Çmit'i tanıdıkları için hepside zamanında gelmeye çalışırdı.Çmit İstanbul sokaklarının tehlikeli olduğunu genç yaşta öğrenmişti. Çzellikle hava karardıktan sonra güler yüzlü güzel kadın çirkin bir canavara dönüşürdü. Buralarda yaşayanların kaybedecek bir şeyleri,özleyecek yakınları ve hayalleri yoktur. Sadece kısa vadeli hedefleri vardır. Yemek , tiner,sigara,içki gibi.Ve bu hedefler için ölmek veya öldürmek önemsizdir. Pek çoğu tiner parası için gözünü kırpmadan cinayet işleyebilecek tiplerdir.Hatta göz temasının biraz uzaması bile bıçaklı bir kavgaya dönüşebiliyordu.Çmit etrafındaki çocukları elinden geldiği kadar bütün bunlardan korumaya çalışıyordu.Bir gün gelecek ve artık onları koruyamayacaktı ama o güne kadar elinden geleni yapmaya kararlıydı.Çmit bunları düşünürken bütün çocuklar ateşin etrafına toplanmıştı. Hepsinin burada olduğundna emin olan Çmit rahatlamıştı.Bu arada Hasan koşarak yanına geldi.Kulağına Salih ve iki adamının bu yakınlarda dolaştığını ve ilerdeki köprünün altına doğru gittiklerini söyledi.Salih'in baskısı ve tehditleri etkisini göstermeye başlamıştı.Geçenlerde üç çocuk büyük ateşe gelmemişti.Hasan'la bütün gece üçünü aramış fakat bulamamışlardı.Birkaç gün sonra üçünün Salih'in yanına gittiklerini öğrenmişti.Salih ikisini kapkaç birinide boyacılık işine vermişti .Eğer böyle devam ederse bütün çocuklar Salihın yanına gidecekti.Yıllardır hırsızlıktan ,katillikten korumaya çalıştığı çocukları Salih şerefsizi İstanbul denen canavarın ağzına atacaktı .Günlerdir çocukları Salih belasından nasıl koruyabileceğini düşünmekten fazla uyuyamamıştı.Derinlere gömmek için uğraştığı ses tüm çabalarına rağmen son çare olarak gördüğü fikri haykırıyordu."Çldürmen gerektiğini biliyorsun. Ne oldu Çmit yoksa korkuyor musun?".Çmitin korkusu öldürme fikrinden değil İbrahimin sesini yeniden duymasındandı.Çnemli kararlar vermesi gerektiğinde zihninde İbrahimin sesini duyardı.İbrahimin sesine uyduğu zaman işler sarpa sarardı. İbrahimin kendine özgü bir cazibesi vardı. Karşısındakini her türlü pisliğe bulaşması için ikna edebilirdi.Zaten kendiside İbrahimle birlikte her türlü pisliğe bulaşmıştı.Bir akşam polisler gelip İbrahimi götürmüş ve bu civarda cesedi bulunana kadar haber alamamışlardı. Büyük ihtimalle sorgu sırasında işlediği veya işlemediği pek çok suçu itiraf etmesi istenmiş kabul etmeyince itiraf ettirmek için yaptıkları işkenceden ve dayaktan ölmüştü. Kaç yıl geçmişti aradan ? Beş ? Altı? Emin değildi.Çldüğünü öğrendiğinde üzülmemişti.Ama çok şaşırdığını itiraf edebilirdi. Çmit her zaman İbrahim gibi adamların sonsuza kadar yaşayacağını düşünürdü. Ama ibrahimin ölümü bu düşüncesinin yanlış olduğunu ortaya çıkartmıştı.Belki de ibrahimin ölüsünü görmüş olmasaydı Salihi öldürmeyi düşünemezdi bile. İbrahim "Peki sen 'benim gibi adamlar' dan değilmisin" diye fısıldadı.Belki diye düşündü ama hemen hayır dedi."Ben sana veya senin gibi adamlara hiç benzemiyorum.Sen bu pislikleri zevk aldığın için yaptın.Ben mecbur kaldığım için.Aramızdaki fark bu".Sanki bir an zihninde kendi sesinin yankılanmasını duydu ve tüm sesler kesıldi. İbrahim sonunda susmuştu.Bu iyiye işaretti.Hasanın karşısına oturmuş kendisine baktığını fark etti.Karar vermesini bekliyordu. Bu konuyu Hasana açtığında Hasan Salihi öldürmeleri gerektiğini üstü kapalı bir şekilde söylemişti.Ayağa kalktı ve kalkması için Hasana elini uzattı.Hasan uzatılan eli tutarak ayağa kalktı."şu işi bir an önce bitirelim" dedi.
    Hasanla birlikte büyük ateşten ayrıldıktan sonra koşmaya başladılar.Köprünün altında işi bitirmeyi planlıyordu.Biraz sonra Salihle iki adamını köprüaltına girerken gördüler.Çmit Hasana baktı ve Hasan hazırım diye başını salladı.Çmit bıçağını çektikten sonra hızla köprüye doğru yürümeye başladı.Bir kaç adım sonra Salih ve iki adamının orda beklemekte olduklarını fark etti.Salih gülerek Çmite bakıyordu. Çmit bir an afalladıktan sonra kendine geldi.Salih kendinden emin bir şekilde "Çmit benden bir şey mi istemeye gelmiştin?" dedikten sonra kısa bir kahkaha attı.Çmit hemen "Canını almak için geldim Salih" dedi."Çmit sencede bu çok büyük bir istek değil mi?" Çmit cevap vermedi. "Madem öyle belkide benim senin canını almam gerikir değil mi Hasan ?" dedi.Nasıl bu kadar salak olabildiğini düşünerek arkasını dönerken Hasanın bıçağının sırtına saplandığını hissetti.Hasanın hızlı nefeslerini kulağında hissediyordu. Hasan bıçağı çıkarttıktan sonra hızla birkaç kez daha sapladı. Çnce Çmitin elindeki bıçak düştü. Ayakları üzerindeki yüke daha fazla dayanamadı ve dizlerinin üzerine düştü.Sırtı üşümeye başlamıştı.Sanki dev bir vantilatör sırtına soğuk hava üflüyordu. Biraz sonra sol tarafına devrildi. Hasanın Salihin yanına gittiğini,bir şeyler konuştuktan sonra diğer ikisinin Hasana saldırdığını gördü.Hasan yerde kıvranırken ümite kendisini affetmesi için yalvarıyordu. Ama Çmit bunların hiçbirini duymadı.O sırada annesinin kendini öldürdüğü günü görüyordu.Annesi ağlıyordu ve gözleri şişmişti.Çmite sarılmış O'nu çok sevdiğini söylüyordu.Daha sonra yatma vaktin geldi diyerek kucağına alıp yatağa götürmüştü.Ortalık aydınlıktı ve yatma saatine çok fazla zaman vardı.Çmit kötü bir şeyler olacağını hissediyordu. Annesi Çmiti yatağa yatırıp üstünü iyice örttükten sonra bir kez daha öpmüştü."her zaman böyle uslu bir çocuk ol tamam mı?" derken baş ucuna diz çökmüş boş gözlerle duvara bakıyordu.Bir süre sessiz durduktan sora '' Bizim İstanbul masalımız da böyle bitti diye fısıldadı.Çmit o can sıkıcı duygusallıkta uyuya kalmıştı.Uyandığında hava
    kararmak üzereydi.Annesine bakmak için mutfağa gittiğinde annesi masada uyuakalmıştı ve etrafta boş hap kutuları vardı.Çmit annesinin bir daha uyanmayacağını anlamıştı.Çstünü giydikten sonra evden ayrılmış ve bir dahada dönmemişti.
    Daha sonra İbrahimle karşılaşması ve yaptıkları ilk hırsızlığı gördü.Hava kararmış ve Çmit bir parkta uyumaya çalışıyordu.O sırada İbrahim gelmiş ve Çmite ''Benimle gelir misin?'' demişti.Yalnız kalmaktan korkan Çmit hiç düşünmeden kabul etmişti. Ertesi gün acıktıklarında İbrahimle bir bakkaldan 2 ekmek ve biraz çikolata çalmışlardı.Bu sırada İbrahim'in sesini son kez duydu.''Çlüyorsun galiba ufaklık''.Evet ölüyordu.Artık bütün gücünün çekildiğini hissediyordu.''Yanına geliyorum İbrahim.Cehennemde görüşürüz.'' diye fısıldadıktan sonra gerçi cehennem burdan ne kadar farklı olabilirki diye düşündü.Son kalan gücüyle ''Bizim İstanbul masalımızda böyle bitti İbrahim.'' dedi.Artık gözleri boş bakıyordu.Hayat parıltısı silinmişti gözlerinden.

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 9:54 pm Reply with quoteBack to top

    O şehir; Lydronk


    O şehir

    "Kalemim hızla çizgileri tamamlıyor, bu belki sana son kez kalem sallayışım, ama ilk aynı zamanda..." derin bir iç çekip devam ettim, "Eh işte, sen bilmiyorsun ama eskiden bilen birileri vardı, nedense kendini yanıp kül etmişti, sadece 8 haftamı anlattım diye. Belki daha geçerli bir sebebi vardır ama bilemem, bana cevap vermesi için çok geç artık." Bu sırada saman kâğıtlı defter kendini sertçe kapadı, biliyordum ki bir şey söyleyecekti ve düşünmesi gerekiyordu, tam bana göre bir cevap vermesi için."

    Bölüm 1

    Koştum, yine geç kalmış olamazdım. Sanırım. Çünkü daha oraya varmamıştım, bilemezdim yani. Adımlarımı ağırlaştırdım, sonuçta kaybedeceğim süre saniyeleri aşamazdı. Hatta biraz duraklayıp, özenle oyulmuş, yoldan birkaç santim yüksek olan kaldırımı inceledim. Eğilip detaylarını da hafızama geçirmek isterdim "hafızam çok güçlüdür de- ama 'acil' bir işim vardı sonuçta. Bunun yerine yürürken, taşların devamı şeklinde oyulmuş binaları inceledim. Koskoca şehir, hep aynı desenlerle süslenmişti. Lambalardan tutun da taşlı yola kadar. O sırada yanımdan bir at arabası, yerdeki taşları dağıtarak geçti. Atın nallarının biçimsizleştirdiği taş yol, atın hemen arkasından eski deseni sağlamak için yeniden biçimlendi.

    At arabasının geçişi bana sapmam gereken sokağı atladığımı hatırlatmıştı. Geri döndüm ve geçtiğim sokağa adımlarımı tıkırtıyla attım. Bunu özellikle yapıyordum tabii. Biraz bekledim, soğukluğu hissedince Kapı'yı açtım ve içeri girdim. Çstümden siyah, altın iplikle süslenmiş cüppeyi çıkardım, oradaki sandığa yerleştirdim ve oradakilerin giydikleri gibi giyindim. Bizim de çok eskiden kullandığımız gömlekler, pantolonlar, montlar, hepsi şimdi onlar tarafından kullanılıyordu. Hazır olduğumda, biraz kendime çekidüzen verip görünmeyen yerden adımımı attım. Bu ulaşım yolu çok garip hisler veriyordu, her seferinde daha farklı hissediyordum.

    Bilinmeyen'in -uzayın- derinliklerinde bir yerden bir yere gitmek sıkıcıydı, zaman alıyordu. Ama diğer yöntemlere göre Kapı'ları kullanmak daha kolaydı. Her neyse, sonunda varmıştım. Fakat vardığım yer aynıydı, karanlık arka sokak! Neden hep buraya 'denk geliyordum' ki sanki. Bu Kapı'nın bana kastı olduğuna emindim. Biraz toparlandım, gerindim. Bizim dünyamızdan sonra buranın atmosferi garip geliyordu, her taraf ışıkla süslenmiş, gürültülü... Eh buraya birkaç yıldır gelince alışmaya başlamıştım. Sokakta yavaş adımlarla yürüdüm. Herkesin -neredeyse herkesin- çok sevdiği, hep 'takıldığı' caddeye doğru yürüyordum... Buranın en sevmediğim yanı karışık arka sokaklarıydı. Sanırım birazcık ışık yardım edebilirdi, bu saatlerde bu taraflar çok karanlık oluyordu. Hemen 'oldukça' derin cebimden çakmağımı çıkardım ve yaktım. Arkamdan hafif ayak sesleri duymuştum. Sonra bu hafif adımlar gümbürtüye dönüştü, en sonunda üstüme atlayan şu Kurdumsuyu gördüm.

    Bu yıllarda pek az insan bu güce layık görülmüştü, sayıları artacaktı tabii. Bu kadim güç henüz onlar için bir lanetti, ilk başta biz de onu öyle görmüştük. Ben o şanslılardan değildim. Düşüncelerimden kurtuldum, Kurdumsuyu boğazından sıkıca tuttum, boğazları onların zayıf bölümleriydi, boğazından yakalanan bir Kurdumsuyu, en zayıfı bile yerden yere vurabilirdi. Ellerimi yavaşça gevşetip nefes almasına izin verdim. Çlmesi gerekli değildi, henüz en azından. Kolumu savurdum ve çöp tenekesinin yanına sertçe düştü. Biraz baygın duracaktı, bir şey fark etmezdi.

    Sonunda caddeye çıktım. Kalabalık, gürültülü. Arabaların korna sesleri, aynı arabaların egzozundan çıkan kokuyla tam bir gürültü ve hava kirliliğine sebep oluyordu. Birkaç kısa dakikadan sonra, adını tam okuyamadığım kafeye girdim. Gürültülüydü, hem de beklediğimden çok fazla. Kapının yanındaki demir sütuna dayanıp hızlı bir tarama yaptım. Kafe iki bölümden oluşuyordu. İlk bölüm bu bölgede alışıldık bir şekilde yapılmıştı, yazın açık hava keyfini süren insanlar, kışın sobalar sayesinde ısınıyorlardı. Yılbaşı sezonu olduğu için parıldamayı kesmeyen ışıklar etrafı sarmıştı. Bu insanların gerçekten ilginç zevkleri vardı. Adeta 'Ne kadar parlak, o kadar güzel' düşüncesi onların zihnindeki tek düşünceydi. Dükkânın bir iç bölümü vardı ki, sobaları içine alan bölümle karşılaştırma durumunda bir cehennem sıcağına sahip olduğunu söylemek kolaydı. Kapı açıldığı an içeri soğuk yayıldı, şükür ki hemen kapandı. Gelen, insanların üşüyebileceğini akıl ederek kapıyı çabuk kapatacak kadar düşünceli biriydi. Ne yazık ki, birkaç saniye sonra omzuma çarpıp bir özür lütfünde bulunmayanın da o olduğu gerçeği, bu izlenimi yok etmek için yeterli oldu. Yanındaki iki kişiye ve bana, şu masaya gidelim manasında bir işaret yaptı, kim olduğu belliydi zaten, kimse omzuma çarpıp bana masa gösterecek değildi.

    "Bu aslında neredeyse her hafta yaşadığım sıradan bir olaydı, sadece o akıllı her hafta bana daha farklı bir şekilde 'şu masaya' diyordu. Bir keresinde benle kavgaya giriştiğini hatırlıyorum, mazereti 'içindeki seslerden' başka bir şey değildi..."

    Bölüm 2

    Hızla arkalarından yürüdüm. Küçük, yuvarlak masanın etrafındaki dört sandalyeye oturduk. Rahatça arkama yaslandım, karşımda iri yapılı genç oturuyordu. Bana bakışının bir çeşit dehşet içerdiğini fark edince sırıttım. Sırtımı yasladığım yerden çektim ve masaya eğildim, ciddi bir ifade yüzümü maskelemişti. Parmağımla iri yapılı genci işaret ettim, hazırlanırcasına yutkundum. "Gelirken, küçük bir kaza geçirdim... Bir Kurdumsu bana saldırdı." Herkes kelimelerimin amacını anlamıştı, ince yapılı kız ve soğuk bakışlı oğlan yüzlerindeki tebessümü saklamaktan çekinmediler. İri olan yumruğunu sıkıp masaya koydu, numara yaptığı belli olmasaydı korkutucu olurdu ama sıkılı yumruğun grileşmesi, gri kılların yumruğun üstünü bezemesi ve tırnakların sivrileşmesi o an için birimizi bile korkutmadı. Bu 'numaranın' ciddiyetini ancak ağır yumruk soğuk oğlana hırsla ilerlediğinde fark ettik. Hepsi kavganın yeri olmadığını biliyordu, bu yüzden o iri cüssenin rahatlatılması pek uzun sürmedi zira bu ikna edilmesi kolay bir gerçekti. "Bir laf ettim ve hepiniz ayaklandınız, biraz daha sakin olun. Biliyorum kolay de-" Lafım ince yapılı kız tarafından bölündü. "Beni unutuyorsun sanırım!" bu sefer masaya yumruğu kız vurmuştu "Yoksa bizi mi demeliyim? Kafamda sayamadığım kadar farklı ses dolanıyor, hepsi bir şeyler söylüyor. Biri sensin, biri o, biri o..." sırayla parmağını bütün masada dolaştırdı. Sitem sırası bana geldiğinde hareketim kolay tahmin edilebilirdi, maalesef edilmedi. Kısa kesecektim ve öyle yaptım ama kısa kestiğim, beklendiği gibi laflar değildi, iki parmağımı masaya koyup ayağa kalktım, parmaklarımı bir süre daha bastırdım ve çok hızlı adımlarla dışarı çıktım. Kısa kestiğim görüşmeydi. Biliyorlardı ki yanlarındaydım; ya bana ihtiyaçları olduğunda yardım ettiğim için şükredecek ya da bana hep onları izlediğim için lanet edeceklerdi. Sebep ise görmemi istemedikleri şeyler görecek oluşumdu...

    Birini aynı gece gördüm örneğin, burada sıklıkla yaşanan bir olay gibi görünse de, derinlemesine bakarsak dehşet verici bir hal alan bir olaydı. Ççü bardan çıkmıştı, alkol kokusu öyle bir yoğundu ki, bu binanın tepesinden bile sarhoşluğa telsim olduğumu hissedebiliyordum. Ben bu haldeydim, kim bilir onlar ne haldeydi... Atilla'da, donuk bakışlı çocukta, bir değişim yoktu. Ayık olması normaldi, çünkü kendi beyni onu kolay kolay bilinçsizliğe teslim etmezdi... Ozan yine içlerinde en fenasıydı, dengesiz kahkahaları kulak tırmalıyordu. Birazdan tamamen çıldıracaktı. Yanlarında ince yapılı kız yürüyordu, siyah saçlarının kâkülleri yine kaşlarını kapatıyordu. Sarhoş olduğu halde fazla içmediği kolayca söylenebilirdi, anlaşılan bünyesi alkole o kadar dayanıklı değildi. Zaten binlerce sesin dolaştığı, hepsinin doğruyu söylediği kafası kim bilir alkolün etkisiyle ne hale gelmişti. Nereye gittiklerini bilmeden bir sokağa saptılar. Kızın başını kaldırdığı an, hep doğruyu söylemeyi beceren seslerden birinin bile doğruyu söyleyemediği andı. Pençe onu boğazından yakalayıp duvara yapıştırmıştı. Birkaç saniye kızcağızın bayılması için yeterdi, fazlası ise öldürmek için bile artardı.

    Yavaşça eski haline dönen pençenin sahibi bu sırada elini de yavaşça çekti. "Baksana, naaaptım, sanıım bayıjdı, hehe..." Anlaşılan Atilla aynı tatmini duymamıştı. Alkol, her nasılsa, onu da etkisine almıştı, en azından bir süreliğine. şokun etkisiyle alkolün zihni üzerindeki etkileri de çoğalmıştı, hala bilinçliydi, birkaç dakika sonrası için aynı şeyi söylemek imkânsızdı. "Ozan, gücüm beni yarı yolda bıraktı!" Ozan bunla ilgilenmiyordu, ilgileniyor olsaydı da bir şey fark etmezdi. "Gücüm normalde alkolün etkisini zihnimden uzak tutmalıydı! Ama bilincimi kaybettim ve onu boğmana sebep oldum!" Ozan yerdeki kızı süzüyordu. İkisi birden koşmaya başladı.

    Kızı burada bırakmaları ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Hızla yere indim. Alkol iğrenç bir şeydi. En azından hiçbirinin sigara alışkanlığı yoktu, olsaydı bütün şehir yanar ve kül olurdu. Kızı evine götürdüm, hâlâ baygındı, odasının kapısını kapatıp hemen öbürlerinin peşinden koştum. Bulmak kolay olacaktı. Onları ara sokaklardan birinde yere çömmüşken buldum, hızlı adımlarla yanlarına vardım. Bu sefer pençeyi boğaza dayatma sırası bendeydi. Hiddetim büyük ihtimalle ikisinin de hayatlarında gördüklerinin en korkuncuydu. Atilla'nın yüzüne büyük bir hiddetle bağırdım, sesim sokak boyunca yankılandı. "Birinizin ölümü, hele ki onun ölümü, sizden çok kimin başında bela açardı biliyor musunuz? Tahmin zor olmamalı!" Atilla boğazındaki pençenin izin verdiği kadar yutkundu, konuşmak istiyordu ama o konuşmadan önce ben davrandım; " Evet, benim! Bak, ya kafanı çalıştırmıyorsun ya da sen de bu kafadan yok" dedim ve avucumun içiyle alnına vurdum. Kafası duvara çarpıp geri sekti. Ozan ise etkim altından çıkmıştı ama hâlâ çok kötü sarhoştu. Neden sonra sokağın ucundan sesler geldi. Seslerin sahipleri de kafayı bulmuştu, fakat yöntemleri bu gençlerinkinden daha farklıydı. Sakinleşmem en doğrusu olurdu. "Bakın, şu sokaktan çıkın ve evlerinize gidin, bir dahaki haftaya kadar görüşmeyeceğiz, kendinize dikkat etseniz iyi olur..." Lafımın ardından hızla gözden kayboldum.

    "Bu da normal bir olay sayılabilirdi, eğer ben gittikten sonra neler olduğunu öğrenmeseydim. Olaylar öyle bir hızla gelişmiş bir haftada ki, anlamam olması gerektiğinden fazla zaman aldı. İşleri sağlam bir kazığa bağlamam ise bayağı bir uzun sürdü, güya gözlerim üzerlerindeydi bir de..."

    Bölüm 3

    Bu ay içinde ikince kez aynı Kapı'dan girip, aynı yere vardım. Bir öncekine nazaran bu sefer daha erken varmıştım, bir Kurdumsunun da üzerime atılacağı yoktu. Saat erkendi bu tarz saldırılar için. Bu sefer etraf karla kaplıydı, herhangi bir olay çıkarsa büyük belaya sebebiyet verecekti. İlginç bir şekilde farkına vardığım detay ise, bu sefer geldiğim ara sokağın genelde geldiğim ara sokak olmamasıydı. Yolları koşup ara sokaklardan dışarı çıktığımda kendimi bu sefer bir mahallenin taşlı yolunda buldum.

    Kadınlar camlarından bağırarak yaptıkları sohbetleri yarıda kesip dikkatle beni süzdüler. Balkonlarında çamaşır asanlar gürültünün ani bir şekilde son bulduğunu fark ettiler tabii. Onlar da gözlerini bana çevirdiler. Birkaç metre geçtiğim her yerde bağırışlar devam ediyor, beni tanımlayan sözcükler kulağımda çınlıyordu.

    Yokuş yukarı çıkarken ara sıra düzlükler de vardı. Genelde çocukların oynadıkları oyunlar ve oynarken çıkardıkları bağırışlar, beni fark etmelerine engel oldu. Sonunda bir kartopu yüzümü vurdu. Umursamadım. Buz kütlesinin içine taş yerleştirilmiş olduğunu anlamam uzun sürmedi. Derimi top kesmişti. Karlı yokuşta yürüyebileceğim kadar hızlı yürüdüm.

    Sonunda bir sapaktan kalabalık bir ana caddeye vardım. Havanın soğukluğuna aldırmayan insanlar dışarıda dolaşıp, girecek dükkân arıyorlardı. Burası olmam gereken yer değildi. Biraz etrafı incelediğimde, tıkalı görünen bir köprü gözüme çarptı. Köprü küçük gözüküyordu. Trafik akışı bu yöne doğru aşırı tıkalıydı. Gençlerin olduğu taraf köprünün öbür ucundaydı ve varmalarını bekleyecek kadar sabırlı değildim. Haber vermek yerine, yine o geçen haftaki caddeye gitmeyi planladım. Ara sokaklardan birine girdim. Kapı kullanmadan da bir yerden bir yere ulaşabilirdim.

    Kendimi yine o ara sokakta buldum. Bu tarafta kardan ziyade yağmur vardı. Caddeye çıktım ve kararlaştırdığımız yöne doğru ilerledim. Yanıma bir şemsiye almamıştım, ama montum gayet uzun yakalara sahipti. Çyle ki, başımı eğdiğimde, yağmur damlalarının biri bile bana isabet edemiyordu. Bu sefer buluşmak için ilginç bir tercih yapılmıştı, ne bir kafe, ne de bir konaklama yeri. Bu sefer ara sokakların içinde buluşacaktık. Ters bir şeyler olduğu belliydi fakat tanrılar adına, ara sokakta birini sıkıştırmak sadece filmlerde olan bir şeydi... Ayrıca hepsi bunu yapmayacak kadar akıllıydı.

    Ara sokağa vardığımda kızı duvara yaslanmış, boynundaki pençenin yarattığı kızarıklığı gösterircesine gökyüzüne bakar buldum. Bakışları donuktu. Atilla ve Ozan, her ne yapmaya çalışıyorsa, durdurmak için bir hayli telaş içindeydi. Büyük ihtimalle bu sebeptendir ki, geldiğimi fark etmediler. Biraz daha yaklaştığımda, kızın yerden birkaç santim yüksekte olduğunu fark ettim. Bu sırada Atilla da geldiğimi görmüştü. Umutsuzca çatılmış kaşları, yüzün her tarafını sarmış ter damlacıklarıyla birlikte tam bir dehşet ifadesi oluşturuyordu. Hızlı bir şeyler söyleme çabası içindeydi. Durması ve uzaklaşması için elimle onu sokağın öbür ucuna yönlendirdim. Aynısını Ozan'a da yaptım. İkisi de gözlerini kızdan ayırmadan sokağın öbür tarafına doğru ilerlediler. İki elimi kızın omuzlarına koyup bastırdım. Bir süre sonra sokağa ışık dalgası yayıldığını ve dalganın giderek genişlediğini fark ettim. Çok hızlı bir şekilde yayılan dalga karşısında gözlerimi kapamak zorunda kaldım. Fakat bu konuda geç kaldığım benim için yadsınamaz bir gerçekti.

    Gözlerimi açtığımda, hala her tarafı parlak görüyordum. Sokak aynı sokaktı ya da öyle görünmekte ısrarcıydı. Kız yanımdaydı, ne olduğunu farkında olmadan etrafa bakınıyordu. Sokağın öbür tarafında Atilla ve Ozan da aynı haldeydiler. Atilla yaklaşmaya yeltendi ama Ozan engel oldu. Kıza dönüp, "Ne kadardır bu haldesin, buradasın?" dedim. Kız ona soracağım her sorunun cevabını biliyordu, konuşmanın gerisini kız yaptı. Etrafına biraz daha baktıktan sonra bana döndü" Sanırım uzun süreden beri... Büyük ihtimalle, içimdeki seslerden biri beni buraya yönlendirdi, çünkü böyle bir yere hiç gelmedim." Kız sormaya yeltendiğim soruya da cevap verdi: "Daha önce hiç gelmedim, yani burası hakkında bir şey bilmiyorum..." kızın gözleri etrafı süzercesine kısıldı. "Anlıyorum..." dedim büyük bir umutsuzlukla. Kızın özellikle şu an sezgileri güçlüydü. Umutsuzluğum kolayca gözüne çarpmıştı: "Lütfen, bizi geri götürebilirim ama burayı sevdiğiniz konusunda ısrarcıysanız tabii ki kalabiliriz..." Kızın bana, hatta belki arkadaşlarına bile söylediği en samimi cümleydi. Işık dalgası yine yayıldı, bu sefer normale döndürmek için.

    "Ama olayların bunlarla bitmediği belliydi, sadece bir kısmı buydu o kadar. Devamını kelimeler anlatamaz, onlar sadece bahsetmeyi başarabilirler..."

    Bölüm 4

    Beni arkalarını kollamak için görevlendirerek sokaktan bir hışımla çıktılar. Bunu o kadar hızlı yaptılar ki, ben onlar çıktığında yolu yarılamış bile sayılamazdım. Sonunda yine aynı caddeye çıktım, üçünü yürürken gördüm ve peşlerinden koştum. Yağmur dinmemişti ama azaldığı kesindi. Bu mesafeden bile aralarındaki konuşmanın harareti anlaşılabiliyordu. Yanlarına gidersem susacakları kesindi, ben de yavaşça arkalarında dudak okumaya çalışarak ilerledim. Beynim konuşmayı anlamak üzerine yoğunlaşmıştı ki Atilla'nın bakışları beni uyarırcasına yüzümde dolaştı. Zaten konuşmanın devamını dinlemenin gereksiz olduğunu düşündüm.

    Etrafı inceledikten bir süre sonra konuşmaya olan merakım yeniden canlandı. Bu sefer Atilla'dan kaçınarak biraz daha yaklaşıp dinlemeye çalıştım. Konuştukları benim hakkımdaydı. Adımın binlerce kez geçtiğini duydum ama yaklaşıp detay dinlemek, bana her ne kötülük planlıyorlarsa, bunu yapmak konusunda acele etmelerine sebep olacaktı. Konuşmanın uygun bir boşluk anında arkalarından yaklaştım. Sorum basitti, "Nereye gidiyoruz?" Cevap ise üç çift buz kesilmiş gözdü. "Bakın, sebebini anlamıyorum, neden bana karşı soğuyorsunuz? Çzellikle şu sıralar en çok ihtiyacınız olan kişiye?" bu sorum da bir önceki üç çift gözden nasibini aldı. Anlaşılan bu sefer onlar beni yönetiyorlardı, amaçları ise muammaydı...

    Bir taksi yaklaşana kadar yürüdük, Atilla taksiye durması içi eliyle işaret etti. Kız arabaya ilk girendi, ardından ben ve Ozan. Atilla ön koltukta yerini aldı. Nereye gidiyorduk bilmiyordum, ama her nasılsa Atilla taksiciyi yönlendirmek için tek kelime bile kullanmadı. Gerginlik, hâkimiyetini sürdürüyor, giderek yayılıyordu. Sarı araba trafikte dura kalka ilerlerken taksici de soğukluğunu koruyor, arada bir küfürler fısıldıyordu yoldakilere... Uzun bir aradan sonra ise, nereye gittiğimizi anladım. Vapura binecektik. Bilet alma gibi işlemleri Atilla tek kelime kullanmadan hallediverdi.

    Vapura adımımızı attık. Vapur hareket etmeye başladığında ben, en sonunda konuşma cüretinde bulunmuştum. "Evet, nedir sitemlerinizin sebebi, soğukluğunuzun amacı?" dedim, baskı yaparcasına. Bu sefer üç çift buz kesilmiş göz değildi cevap, beklediğimden çok farklıydı. Cevap, sözlerden oluşmuyordu. Farkına vardım bir anda. Saçma şekilde vapur, tenhaydı. İşin asıl garip tarafı, bizim olduğumuz alt kattaki insanlar, üst kata akın etmeye başlamışlardı. Kız, heyecanla Atilla'ya bakıyordu, beklentiyle dolmuş taşmış bakışları vardı. Ozan da aynısını yapıyordu, biraz daha pişmanlık vardı onun bakışlarının içinde. Atilla bana yanaştı. Bir fısıltıyla konuşmaya başladı: "Bak, buradan, şu anda atlayabilirsin, denizin derinliklerine. Eğer seçimin bu değilse daha sonra atlayabilirsin. Kıyıdan daha uzak olursun, ama senden kurtulmamız kolaylaşır böylece. Seçim senin..." Biraz sonra hatırladığım şey ise, pis suyun içinde çırpındığımdı.

    Rahatlamaya uğraştım. Vapur gözükmüyordu. Gitmişti! Aklımı sorular kurcalıyordu ama hepsine sonra cevap verebilirdim. Sonra bir fikir aklımda uyandı. Denizin derinliklerine dalmaya çalıştım. Derinliklerde pisliklerden arınıyordu deniz. En sonunda, basınç fazla geldi ve kendimi bir değişime hazırladım. Değişim hızlı bir şekilde gerçekleşiyordu. Balığımsı oluyordum, eski günlerdeki gibi...

    Değişim ellerimden başladı, tırnaklarım etimle birleşti ve parmaklarım biraz daha uzadı. Parmaklarımın arasından ani bir şekilde perdeler fırladı. Değişimin dokunduğu yerlerde deri rengim mavileşiyordu. Beş parmağımın her birinden, bir kalın damar çıktı, bileğimin hemen sonunda birleşerek bu sefer kolumu sarmaya başladı bu damar. Omzuma ulaşan damarlar, en sonunda sırtımın tam ortasında birleşti. Belimin üstünde tekrar ayrılıp, bu sefer bacaklarımı sardılar, en sonunda beş ayak parmağıma dağıldı bu damar. Baştan uca bir balığımsı olmamıştım henüz. Kısa süre sonra son değişimleri fark ettim, kulaklarım biçim değiştirerek birer yüzgeç oldular.

    Bu halimle denizin derinliklerine dalmaya başladığımda, kıyafetlerim ağır gelmeye başladı. Çzerimden çıkarıp elime aldım ve derinlere doğru devam ettim. Sonra köprünün, Boğaz Köprüsünün ayağı olduğu belli olan bir demire ulaştım. Demir, aşağıya doğru, adeta dipsizliğe inmesi gerektiği halde, altından süzülen parlak ışık sebebiyle sonu görünen bir hal almıştı. Gözlerim ışığa yavaş yavaş alışınca, ışığın kaynağı gözler önüne serildi... Haltu- Serpeel...

    Bölüm 5

    Haltu-Serpeel, inanışa göre Balıkçıların varlığını sağlayan bir deniz yılanıydı. Eski Balığımsı efsaneleri derler ki, Haltu-Serpeel dev bir piton yılanıyken, sonradan aynı büyüklükte, ölümcül bir deniz yılanı olmuş. Bunun sebebi yılanın çok zeki olmasıymış. Çyle ki, onu görmüş yaşlı Balığımsılar, onlarla bu dev yılanın nasıl iletişime geçtiğini anlatıp dururlar. Bu dev yılanın yaşam tarzını değiştirmesi, onu gözlemleyen bir bilim adamının değişimine sebep olmuş Adamı ısıran deniz yılanı, suya kaçmış ve suya giren adamcağız, panikle koşarken değişimleri fark etmiş. Sonra bu genetik olarak yayılmış. Ne var ki o adam, bir kazaya kurban gitmiş...

    Haltu-Serpeel heykeli o yüzden, tüm görkemiyle hep bir sualtı kentinin yakınında durur. Tıpkı buradaki gibi.

    Medeniyet işareti olan bu heykele aceleyle yaklaştım. Sualtı kentleri kalabalık olmazlardı, üç yüz kişiyi ancak aşarlardı. Bu yüzden benim yabancı yüzümü fark etmeleri pek zaman almayacaktı. Sonunda beni yaklaşırken gören bir dişi Balığımsı, haberi yaydı ve yöneticilerine götürülmem uzun zaman almadı.

    Kale, tamamen Haltu-Serpeel heykelinin içine yapılmıştı. Kralın tahtı, heykelin gözlerinden birini kapatıyor, öbür gözse, aynı şekilde kraliçenin tahtı tarafından kapatılıyordu. Kral, ben oraya vardığımda bir kitaba dalmıştı. Kraliçe ise yılanın gözünden çevreyi seyrediyordu. Benim haberimi duydukları an, telaşla taht odasına gelmişlerdi. Bütün gün böyle yapmadıkları bıkmış görüntülerinden belliydi. Sonunda kraliçe beni fark etti ve kralı dürtükledi. Kitabı hışımla kapayan kral da şimdi dikkatle beni süzüyordu. Gelenek gereği bir dizimin üzerine çöktüm. Sonunda kral, ağır ama akıcı bir tonla konuştu: "Neden buradasın, yukarıdaki?" Sorusuna cevabım basitti, "Bir kaza, dedim, beni suçlamanız haksızlık olur..." diye tamamladım. Kral ince kaşlarını kaldırdı, çekik ve iri gözleri ise inkâr eder gibi bir ifade takınmıştı, "Henüz suçlamamamı yapmadım yabancı." Dedi ve devamını getirdi, "Sorgulamak için uğraşmayacağım. Her şeyi biliyorum zaten. Kızı, iki oğlanı 'ki biri lanet kurdumsulardan- kısaca hepsini. Senin ağzından duymanın bir getirisi de yok. Bu yüzden, seni kovacağım bu diyarlardan." İtirazla başlayacağım bir cümle Kral tarafından son buldu başlamadan. Yine bir açıklama yapıyordu: "Bir şartla, o lanetlinin yaşamına son vereceksin. Her nasıl olursa olsun. O lanetli kızın yaşamına son verilecek. Eğer, sen de lanetli olmak istiyorsan bu görevi reddedebilirsin. Uyarım şu, reddetmek yaşamını sandığın gibi kolay yapmayacak... şimdi, git ve gelme..."

    Sonra, beş balığımsı bana karaya kadar refakat etti. Bir tanesi kralın sözlerini tekrarladı ve süremin iki hafta olduğunu beyan etti. Ben ise, kafa sallamakla yetindim. Etkisinde olduğum şok, daha fazlasını yapmama engel oldu...

    Sonra hızla yola koyuldum, neredelerdi, neredelerdi!? Ah evet, o kafe, geçen haftaki... Hızla oraya vardım. Yılbaşına az kalması kafenin süsünü ve parıltısını iyice arttırmıştı. Gözümü kafede dolaştırdım bir süre. En sonunda, köşedeki masalardan birinde o üçünü gördüm. Yaklaştığımı gören üçü de dehşete düşmüştü. Sırıtarak konuştum "Ah boş mu?&#8221; dedim bir sandalyeyi işaret ederek ve oturdum. Aslında birkaç saniye sonra kalkacağımı bilerek oturmak manasız bir hareketti. Yapabileceğim her şey arasından en mantıklısı, o an zihin perdelerimi aralayıp en öne gelendi. "Eee, ben denizdeyken neler yaptınız?" dedim takılırcasına. Sonra bir anda ciddiyet maskemi taktım. Amacım girebilecekleri en şaşkın duruma sokmaktı onları. "Bir ricam var senden, dedim kızı işaret ederek, benimle bir beş dakika gelmen lazım..." laflarımı duyan kız, hiçbir tepki göstermeden itaat etti. Olaylar onlar için çok ani geçilmişti...

    Bölüm 6

    Kızla hızlı adımlarla yürürken bir yandan ağzını açmak, benim için gerçekten çok zordu. Yürümeye başlayalı çok olmadığı halde, kızın tepkileri yaşlanmış gözlerden ileriye gitmedi. Yavaşça anlatarak konuşuyordum: "Bu laneti başına bela edecek az davranış var ve senin yapabileceklerin daha az... Lanet, sen daha iyi bilirsin, ölümden bile ağır şeyler yapanlar dışında kimseye verilmez." Kızın gözleri dolmuştu, boğuk bir sesle cevap verdi: "Her soruyu cevaplamaya razıyım... Bu hariç. Bu benim hayatımdan silip atmak istediğim bir parça" lafını bitirirken gülümsedi, "Hoş, eğer bu parça olmasaydı bir başkası olacaktı..." dedi, bir anlık neşeyle. "Her şeyi anlat o zaman, teker teker..." dedim ve kız başını sallayıp anlatmaya başladı...

    "Annem ve babam, sualtından dışarıya hiç çıkmamıştı. Lanet, bizim için ölümden beterdir, lanetlenenin adı anılmaz. Hiçbiri, ne annem ne de babam bu yüzden ve biraz da karaya alışık olmadıklarından, bana destek olmak için karaya çıkmadılar, çıkamadılar. Karaya çıktığımda Atilla'yla garip bir rastlantı sonucu tanıştım. Bana bir süre kalacak bir yer verdi, geçimimi yavaşça sağlamam için yardım etti. Birkaç zaman sonra, yaşlı bir kadınla tanıştım. Kadının ikinci kocası yeni ölmüştü. Gel zaman git zaman, kadınla kaynaştık ve biraz daha süre, onun beni kızı bellemesine yetti. Bu sırada, Atilla'nın çevresiyle de tanışıyordum. Hiç biri bizim gibi değildi. Ozan hariç. Ozan kurdumsu olduğunu kimseden saklamıyordu. Mantıklı olan da buydu. Bir süre sonra zıtlıklarımızı keşfettik zaten. Zıtlıklarımız garip bir şekilde bizi birbirimize bağladı. Sonrasını biliyorsun zaten, sen geldin..."

    Kızın anlattığı şeyleri dinledim, yettiğini düşündüğünde kafeye geri döndük. Onun bu lanetine, bu yaşamına son vermem ya da verdirmem gerekiyordu. İmkânsız olan da buydu zaten!

    Bir süre daha oturduktan sonra, aramızdaki gerginlik sürdüğü halde yola çıktık. Pek de hoş olmayan bir sohbet yürüyordu. Konu ise, beni utandırmak istercesine, ölümdü. Çlümden konuşurken, hiçbirinin aklına bu kadar yakında uğrayacağı gelmemişti belli ki. Benim ise hiç aklımdan geçmemişti bu...

    Arkamızdan koşan bir adam, bıçağını hiçbir şey olmamışçasına kızın sırtına sapladı. Çıkan ses tek kelimeyle iğrençti! Bıçağı saplayan elin sahibi, hızla kızın yanındaki Ozan'ı itmeye çalıştı. Adamın elindeki kan, zor fark edilen perdeleri göze batar hale getirmişti. Bir Balığımsı... Belliydi zaten... Ozan, Kurdumsu olmanın faydalarını şimdi çok görüyordu. Pençeye dönüştürdüğü eli adamı yakasından rahat bir şekilde kavramış, adamı sarsıyordu. Kurdumsu, adamı fırlattıktan sonra bedeninin geri kalanını da dönüştürmemek için bir sebep olmadığını fark etmiş olacak ki, bütünüyle dönüşüp kendi fırlattığı adamın arkasından atladı. Kalabalık ne olduğunu görmemizi engelledi. Sonunda Ozan bir insan olarak çıktığında Ozan'ın halinden ve çıkmadan önce duyduğumuz bağırışlardan anlamıştık neler olduğunu.


    Son

    Olaylar, gerçekten çok ama çok hızlı gelişmişti. Sırlar hızla açığa çıkmıştı. Sonra sahipleri kaybolmuştu. Ben artık kızın lanetini devraldım adeta. Balığımsılarınkinden değil bu lanet, ama o şehrin laneti... Altında hazineler saklayan, ölümcül hazineler saklayan şehrin. Bir daha oraya gitmeyecektim. Yeminim buydu. Ama eğer neden olduğum şeyleri daha iyi hale getirmem için o şehre gitmem gerekirse bunu yaparım. Bu da ayrı bir yemin olsun bana, bu sefer bozulmamak üzere... şimdi yapacağım da zaten bu. Yıllar sonra öğrendim ki, bir balığımsı, doğuştan balığımsıysa asla ölmez. Aynı şekilde, bir kurdumsu, doğuştan kurdumsuysa asla kaybolmaz. Tanıdıklarım, istisna insanlardı belki. Kurdumsu Ozan kaybolmuştu, balığımsı kız ise, ölmüştü. Fakat demin bir yemin ettim ve inanmayacağım bir şey birkaç gün önce gerçekleşti... Atilla... O her nasılsa bana geldi, beni buldu... şimdi beklediğim şans işte, gidip kaybolan kurdumsuyu ve ölen balıksıyı kurtaracağım... Umarım...

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>

    Last edited by Bogus on Mon Dec 10, 2007 12:52 pm; edited 1 time in total
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 9:56 pm Reply with quoteBack to top

    Felaket Tellalı; Lord_Arande

    Felaket Tellalı
    Güneş , surları çevrelemiş yüksek dağların ardına saklanıyordu yavaş yavaş... Surdaki nöbetçilerin yüzleri yaklaşan gece gibi karanlıktı. Surlar güneşin son ışıklarıyla birlikte son ihtişamlı parıldamalarını yapıyordu....şehrin güneyini ve doğusunu çevreleyen deniz çok sakin bir şekilde şehri izliyordu.
    Güneşin arkasına saklandığı dağda bir gölge gözüktü... Elindeki tahtadan deyneğe yaslanarak yavaş adımlarla şehre yaklaşıyordu. Kül rengi pelerinin vücudunun nerdeyse her yerini örtüyor ve kukuletası başını , yüzü görülmeyecek bir biçimde sarmalıyordu. Gölge her adımında şehre yaklaşıyordu. O yana bakan bir nöbetçinin onu farketmesi uzun sürmedi...
    " Komutan Hoklosius , biri yaklaşıyor efendim " dedi alçak bir sesle...
    " Bırakalım da yaklaşsın " die cevap verdi...
    Adam yaklaştıkça daha da netleşiyordu... Uzun boylu birisiydi , kukuletasından gözüktüğü kadarıyla saçları griydi.
    " Kimsin sen yabancı ? , Kral Sorgunius'un görkemli şehrine gelme sebebin nedir? " dedi komutan keskin bir sesle...
    Adam deyneğine biraz daha yaslandı yorulmuşa benziyordu... Uzun süre ses çıkarmadı öylece durdu...
    " Buraya Kral'ınız ... Sorgunius'un görkemli şehrini görmeye .... geldim" diye kısık sesiyle cevap verdi ve biraz deynekten ayrılarak dikeldi. " Eğer kapıları açarsanız içeri girmek isterim..." diye devam etti usulca.
    " Kapıları açın !" bağırarak emir verdi komutan Hoklosius. " şehre gir ve güzelliklerimizi sen de gör yabancı hoşgeldin "...
    " Teşekkür ederim , genç komutan " diye selam verdi ve yavaşça yürümeye dewam etti.
    Surun altından yavaşça şehre girerken , önünde duran herkes yol açmak için biraz geri çekliyordu. şehre girdiğinde gördüğü manzara çok büyüleyiciydi.Yüksek binalar , kuleler , tapınaklar ve şehrin tam ortasındaki dev heykel ona bakıyordu sanki....
    şehrin meydanın geldiğinde önünde duran dev heykelin kime ait olduğunu anladı " Kral III. Ozausius " .... Ay'ın ikinci çağında büyük savaşlarda en önde savaşarak büyük başarılar göstermişti ve çağın sonunda Kraubles denilen şehri sınırlara katarak Büyük Kral olmuştu.
    şöyle bir etrafına bakınarak Kral'ın Salonunu aradı ve aradığını kısa sürede buldu. Heykelin hemen karşısında olan kocaman bir binaydı. Yüksek bir binaydı ve en yukarısında , tepesinde ışık saçan bir kule kondurulmuştu. Binaya doğru yöneldi , bu sefer adımları hızlanmıştı hala kukuletasını çıkarmamış , başı öne eğik bir şekilde yürüyordu.Binanın kapısından girmek üzereydi ki bir nöbetçi önünü kesti...
    " Ne arıyorsun burda , ihtiyar " diye seslendi nöbetçi kalın sesiyle.
    " Uzak yoldan geldim , genç adam " diye karşılık geldi kısık bi sesle. " Kral'ı görücem , önemli bir mesele var " sesi biraz daha hiddetlenmişti.
    " Uzaktan gelen bi yabancısın ve kralı görmek istiyorsun , sana dinlenmeni öneririm " yüzü biraz sertleşmişti.
    " Çekil önümden önemli diyorum ! " diye bağırdı gözleri alevlenmiş gibi bakıyordu , sanki boyu uzamış nöbetçi altında kısa kalmıştı.
    Nöbetçinin gözleri korkmuş bir ifadeyle başka yöne bakıyordu. Çnünden sakince çekildi , arkasındaki nöbetçilere " Bırakın geçsin " komutunu verdi.
    Yaşlı adam ağır adımlarla salona girdi . Çok yüksek tavanlı bir salondu. Her beş metrede bir dev kolon vardı yukarıya doğru buklelerle çıkıyordu. İlerledikce yaşlı gözleri salonun ortasında tek başına duran tahtı gördü. Gümüş kaplamalı ve tepesinde küçük bir kristal olan bir tahttı. Kristal göz alacasına parlıyordu. Taht'a iyice yaklaşan yaşlı adam biraz öne eğilerek selam verdi.
    Tahtın üstündeki orta yaşlardaki adam , biraz beyazlamış siyah renkli saçlarıyla dikkat çekiyordu. Gözleri gri kaşları kalındı. Elini göğsüne götürerek selam verdi karşısında duran yaşlı adama doğru.
    " Buraya size bir haber vermek için geldim , Yüce Kral " diye söze girdi ihtiyar. " Mühim olduğu kadar kötü de."
    " Söyle o halde bana herşeyi " diye kestirme bir cevap geldi.
    " Çok uzun yoldan geldim , size bu haberi getirebilmek için . Belki de hayal bile edemezsiniz yıllarda yürüdüm . Tanrılar güçlü ve bir o kadar da kibirlidir kralım , bu kibirleri onları mahveder , birbirlerine düşürür . Dünyanız tehlikede ve yapabileceğiniz şey ; batıya doğru yol alıp denizlere açılmak "
    " Tanrıların bizimle ne alakası var ?"
    " Bunu bilemiyorum fakat şunu biliyorum ki dünyanız mahvolucak . Burayı terk etmelisiniz ."
    " şehrimi asla terk etmem ! Nöbetçiler alın şu adamı başımdan ! " diye bir emir aniden salonda yankılandı .
    Yaşlı adamı kolundan yakalayıp geri çektiler. Adamın kurumuş ağzından şu sözler döküldü ; " Gerisi sizin kaderiniz ! "
    Ertesi gün gece yarısı gökte bir kırmızı ışık parladı. Karanlık havayı bir alev gibi yarıyordu. Bütün hızıyla dünyaya çarptı. Çarpmanın etkisiyle yerde kocaman bir krater oluştu . Güneş gibi ışığını etrafa saçan bir dev insan suretiydi göğe doğru yükselen. Deniz ve karayla çevrili şehrin artık tam ortasındaki heykel kadar büyüktü. Aşağıya doğru onu izleyen insanlara baktı kömür gibi simsiyah gözleriyle...
    Sonra yeşil bir alev parladı. Diğer kütle gibi şehre büyük bir hızla çarptı .Diğerinin yüksekliğinde heykelin zıt tarafında duruyordu öbürüne göre.
    Yeşil alevlerle parlayan , kırmızı alevli olana bakıyor , diğeri ise büyük bir öfkeyle öbürünü izliyordu. Kırmızı olan hareket ettiğinde şehirliler dört bir yana kaçışmaya başladı. Çığlıklar içinde kaçıyorlardı ve çoğu ağlıyordu. Kırmızı alevlerle kaplanmış tanrıya eski dinin inancına göre Olupsous , yeşil olana ise Kayranous deniyordu. Anlamları öfke ve kudretti.
    Olupsous , heykele doğru ilerleyerek heykeli bir hamleyle ikiye böldü. Diğerinin üstüne alevler yollayarak onu devirmeye çalıştı .Alevleri ismi gibi öfkeliydi . Kayranous ise kendini yarattığı taştan duvar ile koruyordu. Alevler bittiğinde duvarı yatay olarak çevirerek savurdu. Olupsous u sıyıran kaya parçası çarpıtığı evleri yerle bir etti. Alevler ve kayalar heryeri yerle bir ediyordu . Sonunda ikiside yorulmuştu. Birbirlerine keskin bakışlarla bakıyorlardı. Kayranous sert bir hamleyle şehrin yarısının toprağını havaya kaldırdı ve durduralamaz gibi gözüken bir hızla fırlattı . Olupsous dev bir ateşten küçük bir kıvılcıma dönüşmüştü. Çstüne gelen kayaların arasından zarar almadan kurtuldu ve tekrar eski suretine döndü. Bu savaş günlerce sürdü ve evreni terk etme kararı aldılar . Dünyayı paylaşamadıkları için dünyanın neredeyse her yerinde yarıklar oluşmuştu.
    Küçük bir tanrıça bu halini gördü eksenini terk etmiş dünyayı .Hemen yardımına koştu onu doğa güzellikleriyle doldurdu.
    Ve dünya üzerinde çok fazla şehir kuruldu. Bunlardan biride Konstantin adında bir kral tarafından kurulan şehirdi. Fakat bir gün batımı nöbetçiler bir gölge gördüler. Güneşi arkasına almış ,elindeki deyneğe yaslanarak geliyordu.
    Kralın salonundan sesleri duyan nöbetçinin gözleri kanla dolmuştu , korku içinde karşısında duran nöbetçiye bakıyordu. Duydukları ses ise şuydu ;
    " Bu şehir yıllar öncede beni dinlemeyen bir kralın eline geçmişti ve size şunu söylüyorum bu şehir sizin olamaz , gelicekler bu şehri alıcaklar ,Tek olana inananlar onlar ve geldiklerinde gemilerin karadan yürüyebileceğini görüceksiniz ve o günden itibaren bu şehrin adı İstanbul olucak , bunu bil Kral! "

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 10:01 pm Reply with quoteBack to top

    İntikamın Ayağı; Mustiman


    İntikamın Ayağı



    Ahmet yatağın altında öylece duruyordu. Korkudan; dizlerinin üstüne çömelmiş bir halde değil de, öylece kendini bırakmış bir şekilde durabiliyordu anca. Ayaklarında kalmayan güce dayanacak durumu yoktu. Bundan doğan acıya boyun eğiyordu. Zaten yaşına göre hep tıknaz bir çocuk olmuştu. Gözlerinin kırpılmasını bile hissetmeye başlamıştı. Soğuk ve sert bir zemin. Hissettiği şeyler bir elin parmaklarından çok değildi. Oysa ki hissettiği bir şey daha arıyordu Ahmet. Yapacak başka bir şeyi yoktu ve korkusunu bastırması için bir şeyler düşünmesi gerektiğini biliyordu. Bir şey daha hissediyordu. Bunu bulduğuna ilk başta gülümsedi. Yalnızca bir an...

    Sessizlik... İçini büyük ölçüde ürpertiyle dolduran o sessizlik. Ahmet bu duygudan kurtulmak istiyordu. Ancak ayaklarında o daracık yerden onu çıkaracak gücün olmadığını biliyordu zaten. Beklemeye devam etti. Annesinin ona verdiği görevi yapmaya başladı.

    Bir. İki. Çç. Çok saçma bir işti. Ancak devam etti. Dört. Beş. Altı.

    Beyninden aşağı doğru düşen sayılar bir anda gelen yüksek sesle kesildi. Kapı açılmıştı. Ahmet çıkmak istiyordu. Ancak bu sefer, gelen istek, bir korkudan kaynaklanmıyordu.

    Ona emredilene karşı gelmezdi hiç. şimdi de öyle olacağını biliyordu; ama annesini ve babasını öylece bırakmak istemiyordu. Ayaklarında güç aradı yeniden. Bunu bulması imkansızdı şimdiki durumunda.

    Bir tabanca sesi duydu Ahmet. Ardından, enteresan bir fırlama sesinden sonra gelen havayla metalin sürtünme sesini. Birkaç bağırış ve babasının haykırışı. Beş el tabanca sesi ve yine o ses. Enteresan fırlama. Boğulmuş bir çığlık.

    Ahmet hala hissettiği şeyleri bulmaya çalışıyordu. Ancak bulduğu şeyler onun için korkusunu bastırmadan çok daha öte şeylerdi. Göz yaşları ve intikam.

    -------------------

    Ahmet üstünden geçen arabalara ve otobüslere bakarken gülümsedi. Elindeki kitap ona yardımcı oluyordu. Annesi ve babasını hatırlayınca yalnızca acıyla gülümsüyordu artık. Aradan bir ay geçmişti. Yaz olması nedeniyle rahat geçirebildiği bir ay. Ancak yakında soğuklar başlayacaktı ve Ahmet o zaman dışarıda ne yapacağı hakkında bir fikri yoktu.

    Ağır adımlarla yürüdü. Biraz tepe çıkması gerekiyordu. Ancak artık bunu rahat bir şekilde yapması onu mutlu ediyordu. İntikam için artık güçsüz ayaklara tahammülü yoktu.

    şu anda asırlar öncesi kadar ormanlık olan Çamlıca tepesinin üzerinde boğaza bakıyordu. Arada birçok kez ormanlar yok edilmişti. Ancak Ahmet'in şu anda okuduğu kitaba göre buraya, yaklaşık elli yıl önce dünyanın dört bir yanından ağaçlar getirilmişti. Çok zorlu ve pahalı bir uğraş olmalıydı bu. Bir anda arkasında bir çıtırtı duydu.

    Kitabı kapadığı gibi ayağa kalktı ve arkasına döndü. Çnünde ince uzun bir adam duruyordu. Yirmili yaşlarında olmalıydı. Kahverengi saçları ve Ahmet gibi bir esmen tenle kahverengi gözlere sahipti.

    "Evet?" Ahmet ne olduğunu gerçekten merak ediyordu.

    "Bay Bart, Sizinle görüşmek istiyor. Babanızın yakın bir arkadaşıydı."

    Ahmet bir anda olayları kafasında canlandıramadı. Birkaç saniye düşündükten sonra babasının çevresinin ne kadar geniş olduğunu düşündü. Bir diplomattı ne de olsa. Annesi gibi.

    "Ne zaman görüşme talep ediyor?" Ahmet bu konuşma tarzını kullanmayı hep sevmişti. Babasıyla hep bu şekilde konuşurlardı ve babasının tek eğlence kaynağı bu gibi gözükürdü Ahmet'e hep.

    "şu anda."

    "Peki nerede?"

    "İzin verirseniz ben sizi hemen götüreceğim."

    Ahmet cevap vermeden önce biraz düşündü. Ardından konuştu. "Yerini söylerseniz, ben kendim gelmek isterim."

    Adam gülümsedi ve ardından tarif etmeye başladı. Anlaşılan pek uzak bir yer değildi.

    Ahmet'e verdiği saygılı bir görüşme ümidinden sonra uzaklaştı adam. Ahmet ne olduğunu tahmin edemiyordu. Etmek de istediği yoktu. şimdi önemli olan oraya gitmekti.

    Ahmet yavaşça ayaklarını gererek üzerine yüklendi ve onları esnetebildiği kadar esnetti. Artık kendini deneyebilecekti. Bir aylık çalışmadan sonra. Hızla ağaçların arasından aşağıya koşmaya başladı. Ayaklarındaki var olan her bir güç tanesini kullanarak. Ağaçlar bitene kadar. Bunun ne kadar sürdüğünü tahmin etmek mümkün değildi tabi. Ancak Ahmet, çok kısa sürdüğünü tahmin edebiliyordu.

    Ardından evlerin arasından ona dönen kafalara aldırmadan koşmaya devam etti. Eveler gerçekten büyük bir hız kesiciydi. Sahile kadar koştu, koştu, koştu. Evler bir anda kesildi. Ahmet gülümseyerek koşmaya devam etti.

    Ahmet vapurun kalkış sesini duyuyordu. Biraz daha hızlandırdı kendini. Ardından iskeleyi gördü. Daha da hızlandı. Artık iskelenin içindeydi. Hızla son bir koşu yaptı ve vapura adımını attı. Ardından vapur ile iskelenin bağlantısının kesildiğini hissetti.

    Derin bir nefes alarak etrafına bakındı. Kimse bu koşuşu fark etmemiş gibi görünüyor-du.

    "Sen şu, Çamlıcaya çıkacak olan çocuk değil miydin?"

    Ahmet kafasını çevirdiğinde oradaki denizciyi gördü. Gülümsedi.

    "Evet." Dedi nefes nefese.

    "Neden vaz geçtin?"

    "Çıktım ve indim." Ahmet bu sefer sesinin daha da alçaldığını hissediyordu.

    Adam bir anda bir kahkaha patlattı.

    "Beş dakika içinde bunu yapabiliyorsan, olimpiyat yetkilileriyle görüşmeni öneririm."

    Adamın Ahmet'e inanmadığı belliydi. Ancak bu doğruydu. Bu görüşme olmayacak olsa akşama kadar burada kalıp koşacaktı zaten. Ancak bu koşu bir günlük koşusu kadar etkili olmuştu Ahmet üzerinde.

    Denize düşmüş gibi görünen üstüne bakarak gülümsedi. Birkaç dakikalık bekleyişin ardından vapur Beşiktaş'a yanaşıyordu. Bitmek üzere olan enerji kaynaklarından dolayı seferler neredeyse hiç yapılmıyordu artık.

    Vapurdan inerek biraz etrafına bakındı. Bir banka oturdu. Onunla burada buluşulacaktı.

    Yeniden kitabı çıkardı. Okumaya başladı. Sayfalar yavaşça akıp gitmeye başlamıştı.

    "Merhaba." Ses yaklaşık on sayfa okumuşken gelmişti. Ahmet hemen kafasını kaldırdı. Karşısında iriyarı bir adam duruyordu. Kilosu yerli yerinde ve uzun biriydi.Sapsarı saçları ve mavi gözleri vardı. Kitabı öylece üzerinde bir yere sıkıştırmakla uğraşırken ayağa kalktı.

    "Merhaba." Sesinin artık düzelmiş olmasına gülümsedi.

    "Ben Bart. Babanın çok yakın bir arkadaşıydım. O gün bana haber verememesi çok yazık oldu Ahmet. Oturabilir miyim?"

    Ahmet şaşkın bir şekilde ona bakmaya birkaç saniye daha devam etti. Ardından gözünü kırparak kendine gelmeye çalıştı ve "Tabi, buyurun." Dedi kendini biraz daha kenara atarken.

    Adam otururken Ahmet onu izledi ve ardından o da oturdu.

    "Evet, Ahmet. Ben Bart. İstanbul'da ve başka birçok şehirde birçok iş yerim var. Ancak bizi ilgilendiren şey bu değil. Burası ne kadar güvenli tam olarak bilmiyorum. Bu yüzden seninle başka bir yere gitmek istiyorum?"

    Ahmet ona bakarken, Bart'ın bunu kabul etmesini beklediği çok açıktı. Ahmet yavaşça kafasını salladı. "Tabi." Dedi.

    Bir anda Ahmet üzerinde hafif bir rüzgar hissederek şok oldu. Bir araba aşağı geliyordu. Nasıl bu kadar çabuk gelebildiğine dair Ahmet'in herhangi bir fikri yoktu.

    Araba yere konma işlemini tamamladığında kapılar hafif bir tıslamayla açılıyordu. Çnden Bart, arkadansa Ahmet arabaya bindiler. Ahmet ilk defa böyle bir arabaya biniyordu. Bir teknoloji şaheseriydi.

    Havaya kalkması birkaç saniye sürmüştü anca. Ve yeni geliştirilen teknolojiyle havada asılı kalabiliyordu. Gerçekten inanılmazdı.

    "Evet Ahmet. Havada turlarken konuşmak, sanırım yapabileceğimiz en güvenlisi. Gidelim Bora."

    Araba harekete geçerken Ahmet yavaşça aşağıdakilere baktı. Birçok kafa ona dönerek hayranlık içeren gözlerle bunu seyrediyordu.

    Yavaşça altlarından kara gidip, boğaz bunun yerini alırken Ahmet başını Bart'a çevirdi ve konuşmaya başladı.

    "Evet. Babamın arkadaşı olduğunuzu biliyorum. Ancak hala, beni neden buraya çağırmış olduğunuzu anlayamıyorum."

    "İkimiz de biliyoruz ki Ahmet, annen ve baban, öldürüldü." Ahmet yüzünde hiçbir ifade oluşturmamaya çalışırken Bart devam ediyordu. "Yine ikimiz de biliyoruz ki, intikam istiyorsun." Ahmet yavaşça gülümsedi. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. "Senin bilmediğin bir şey de var. İntikamı ben de istiyorum."

    "Bu durumda?"

    "Bu durumda Ahmet, sana bir şans veriyorum. Sana istediğin imkanları ve eğitimi sağlayacağım. Bu durumda sen intikamını alacaksın."

    "Peki siz?"

    "Benim bir şey almam gerekmiyor Ahmet. Bu bir vasiyetin yerine getirilişi Ahmet. Benim alacağım şey huzur olacak."

    "Anlıyorum. Ancak. Bir saniye. Acaba bir vasiyet derken acaba neyi kastettiniz?"

    "Babanı."

    "Kabul ediyorum. Direkt olarak istediklerinizi yapmaya hazırım. Eğitime şu anda başlayabilirim."

    "O zaman Ahmet. Eğitimin başladı. Bora. KL'ye gidiyoruz."

    Ahmet nereye gittiklerini anlamayarak sordu. "KL?"

    "Evet. Kısaca eğitim merkezi diyebiliriz açılımına." Ahmet gittikleri anlamak için kafasını cama döndü. Alçaldıkları yer ilk köprünün ayağındaydı.

    -------------------

    Ahmet yavaşça kafasını kaldırdı. Etrafına birkaç kez bakındı. Kimsenin olmadığını birkaç kez kontrol ettikten sonra günlüğü çıkardı. Son olarak günlüğüne bir şeyler daha yazmaya başladı.

    'Bu gün, beşinci yılım doldu. KL artık benim yuvam. Beş yılı tamamlayarak artık KL'li olabileceğim. Tabi sınavı verebilirsem. İki gün sonra Bart'la olacak olan görüşmemi sabırsızlıkla beliyorum.

    "Yarın sınavım var. Bu ne hakkında bilmiyorum. Çç kişi gireceğiz buna ve anca iki gün sonra dönebilecekmişim. Yani anlayacağın Bart'la görüşmeden önce seninle bir kez daha buluşacağız. İyi geceler."

    Tekrardan günlüğü çantasının derinliklerine koyarken, ayağa kalktı.

    Biraz yürüdü önce. Odadaki altı yataktan en uçtaki onunkiydi. Sonuncu yatağı da geçip kapıya yaslandı. Diğer üçlünün sınavına daha iki yıl vardı. Onlardan öncekilerin bu sınavı veremediğini biliyordu Ahmet. Bir daha dönmemişlerdi. Ahmet bu sınavı geçemezse bir daha KL'yi göremeyeceğini biliyordu.

    Arkasına dönerek kapıyı açtı. Sağına ve soluna uzanan uzun koridordan soluna döndü ve koridor boyunca yürüdü. Ardından biraz sağdaki kapıyı geçti. Ağır adımlarla gecenin karanlığına çıktı.

    Derin bir nefes aldı. Ardından soluna dönerek önündeki boğazı seyretti.

    İlk geldiği gün hayran hayran bakıyordu buraya. Tıpkı diğerleri gibi. Ali ve Max. Amerika'dan gelmişti. Bart'ın sevgili yeğeni. Ancak o da en az Ahmet ve Ali kadar eziyet çekmişti burada. Hepsinin bu eziyete katlanmasının tek nedeni karşısında yatıyordu. Akşamları birlikte konuşurken, onları rahatlatan bu yer. KL ve içinde bulunduğu tüm yer. Denize doğru biraz yürüyerek sağa döndü ve orada, iki koltukta oturmuş, sohbet eden, Ali ve Max'in yanına gitti.

    Yanlarındaki koltuğa otururken ortalarındaki masadan, bir avuç çekirdek aldı. Başka hiçbir yerde bulunmuyordu bunlardan. KL hariç. gelmeden önce, üç yıl boyunca dil eğitimi almıştı. Çok da iyi konuşuyordu.

    "Evet. Sizce bizden ne isterler?" Ali, oldukça tıknaz bir çocuktu. Yüzü, küçücük vücudunun üstünde, oldukça büyük görünüyordu.

    "Ben diyorum ki, bizi aslanlarla dövüştürecekler." Max yine o dahiyane zekasını konuşturmaktaydı. Ali&#8217;nin tamamen zıttıydı. Uzun boylu, geniş omuzlu ve küçük kafalı.

    "Dalga geçme Max. Ben aranızdayken böyle bir şey yapmazlar. Bence" bir sessizlik oluştu. Dalga sesleri ara ara bölmekteydi bu sessizliği.

    "Ne oldu Max?" Ahmet ne olduğunu anlayamıyordu. Ali ise gerçekten çok büyük bir icat yapmış gibi yüzü parlıyordu.

    "Bir görev alacağız. Bir iş."

    Ahmet bir anda beyninde çakan şimşeklerle şok oldu. Bir iş. Biri öldürülecekti. Ama kim olabilirdi bu.

    "Peki kim?" Ahmet bunu hemen sormak zorunda hissediyordu.

    "Onu da yarın öğreneceğiz." Ali'nin ses tonu çok basitti.

    Ahmet elindeki çekirdekleri silip süpürmekle uğraşırken, gece gittikçe kararıyordu.

    -------------------

    "Geç mi kaldık?" Ahmet hızla yol alırken, Ali'nin çantasını kontrol ederek yürüyordu. Max ise hemen arkalarındaydı.

    "Sanırım."

    Biraz daha hızlarını arttırdılar. Çanta kontrol işlemi bitmişti. Ahmet kendini her bakımdan hazır hissediyordu.

    O koca merdivenleri çıkmayı başarmışlardı. Bart'ın odasının kapısı hemen önlerinde duruyordu. Etraflarında birkaç meraklı göz onları izlemekteydi. Kapıyı çalan Ali oldu. Ardından ağır adımlarla içeri girdiler.

    Bart sağdaki masada oturmuştu. Karşısında bir adet görüntü aktarıcı vardı. Ahmetlerin karşısında ise deniz ve mazgallar görünüyordu. Uçan araba mazgalları. Bar onları hiç beklemeden konuşmaya başladı.

    "Evet. Ali, Max ve Ahmet. Bu gün KL sınavınız var. Çncelikle birkaç şartımız var. Bu sınava girmeden önce bunları kabul etmelisiniz."

    "Bu sınavdan başka kimseye, hatta bana ve hatta birbirinize bile bahsetmeyeceksiniz. Birbirinize bahsetmeden önce çok dikkatli olursanız buna izin verilebilir. Bundan kimsenin haberi olmamalı."

    "Sınav anında başınıza ne gelirse gelsin, KL genel ve acil durum kurallarını eksiksiz yerine getireceksiniz."

    "Son olarak da sınavı başarıyla bitirirseniz, ömür boyu KL'li olacaksınız.

    "Kabul ediyor musunuz?"

    Ahmet diğerlerine bakmadan "Evet." Dedi. Ancak diğerleri de aynı şeyi yapmış ve bu tek bir ses gibi çıkmıştı.

    Bart yavaşça gülümseyerek devam etti. &#8220;şimdi, birçok kişi buraya gelmeden önce burada ne yapacaklarına dair hiçbir fikirleri olmaz. Ancak sizin yanınızda bir dahi var. Bu yüzden işinizi bildiğinizi biliyorum. Yine de bunu resmi bir tavırla söyleyeceğim.

    "İlk İş'inizi alıyorsunuz. İlk göreviniz sizi bekliyor."

    "Çldüreceğiniz kişi ise, Kenan. Taşdeniz."

    Ahmet bir anda ayaklarının onu kaldıramayacağını hissetti. Boşalmış ayaklarıyla geçmişi yeniden yaşadı hatta. Ancak bu sefer yılmıyordu. Ayakları onu her şeye inat kaldırmaktaydı. Ayaklarındaki güce gülümsedi bir an. İki yanına duran Ali ve Max de gülümsüyordu. Ancak onların nedeninin farklı olduğunu tahmin ediyordu Ahmet. Hatta emindi.

    -------------------

    Ahmet, bir anda bitmeyi başaran o uçan arabadan inerken, Bora'nın şans dileklerini gülümseyerek karşıladı.

    Karanlıkta üstündeki her şeyi kontrol etmek zordu. Ket'ine -kol kadar bıçakları fırlatan, kol kadar silah- ve ket sadağına bir kez baktı. Ardından, barut durdurucuyu cebine koydu ve pimini çekti. Yavaşça dışarı çıkmaya başlayan gaz, yeni teknolojiler sayesinde hiç koku çıkarmıyordu.

    Sırtındaki matkapkılıcını bir kez yokladıktan sonra Bora'ya kafa salladı. Diğerleri bunu Ahmet&'ten önce yapmışlardı. Ancak onların görevleri daha hafifti. En azından İş'i bitirmeleri gerekmeyecekti.

    Araba yanlarından uzaklaşırken, Ali (AÇK)araba-önleyici-kalkan'ı durdurmakla uğraşıyordu. Bu kalkan, belirlenmiş alanlar dışında hiçbir şeyin içeri girmemesine yarıyordu. Ali ise belli bir alan yapmakla meşguldü.

    Ahmet Max'e küçük bir bakış fırlattı. Onun görevi çok riskliydi. Ali'yi korumak...

    Ali birçok yere girecekti. Hepsi Ahmet'in fark edilmemesi içindi. Ancak Ali'nin küçük hatalarının bütün işi mahvetmemesini sağlamak Max'in görevindeydi.

    Ahmet derin bir nefes aldı. İkisi de ona küçük bakışlar atıyorlardı. Onun görevi hakkında endişeleniyor olmalıydılar.

    "Yaptım." Diye mırıldandı Ali. Ahmet böyle bir şey yapması durumunda sevinçten havalara uçardı ancak Ali'de hiçbir sevinç belirtisi görünmüyordu.

    Yavaş adımlarla birbirlerine yaklaştılar. Uzakta, ormanın en uzun ağaçlarının tepesinin de üzerinde, Taş Gökdelen'i duruyordu. Çnlü Taşdeniz ailesinin, inanılmaz yapısı.

    "Ben giriyorum." Dedi Ali yavaşça onların onayını alarak.

    Ağır adımlarla ilerledi Ali. AÇK&#8217;ı görüyor gibi duruyordu Ali. Derin bir nefes alıp içeriye adım attı. Ahmet bir anda gülümsedi. Ali içerideydi.

    Ardından kendisi harekete geçti. Ali'nin geçtiği yerden hiç düşünmeden geçti. Hiçbir şey olmamıştı. Arkasından da Max gelmişti.

    "Bir saniye bekleyin de şu açığı kapayım. Yoksa bizi fark edecekler." Ali koşar adımlarla arka tarafa döndü ve AÇK'daki açığı kapamaya başladı.

    Ahmet önünde duran ormana bakarak gülümsedi. Bir zamanlar babasıyla annesinin ormanıydı burası. Bora'yla yaptığı gezintilerden biliyordu buraları. Bu adamın, buralar için, ailesini nasıl öldürdüğünü.

    Bir anda çok şiddetli bir nefes aldı Ahmet. Onun olanı geri alacaktı.

    "Yaptım." Fısıltı Ali'den geliyordu. Bitirmişti. İşin ilk adımı bitmişti. Sırada Ali'yi kamera odasına ulaştırmak vardı. Max'in önden ilerlediğini gördü ve onu izledi Ahmet. Max'in gözünde, gece görüş gözlükleri vardı şu anda. Ahmet'in gözleri hiçbir zaman iyi görmemişti ancak Max'inkiler bir şahinin gözlerinden daha keskindi.

    Ağaçların arasından ilerlerlerken Ahmet kendini düşüncelere kaptırmamakta zor tutuyordu. Ağaçlar bazen bir duvar oluşturup onları oldukça yavaşlatıyor, bazense tamamen durduruyorlardı. Ahmet buradaki ağaçların kaç yıllık olduğunu tahmin etmeye çalışsa da hiçbir fikri yoktu.

    "Yavaş olun." Max yavaşça etrafı süzmekteydi. "Geldik. Birkaç ağaçtan sonra arada bir düzlük var. Tamamen beton. Kamuflaja yarayacak hiçbir şey yok." Biraz daha etrafına bakındı. "Buraya bakan üç tane kamera var. Nöbetçi yok. Neden yok ki?"

    Bir fısıltı da bu sefer Ahmet'in arkasından geldi "Yeni sistemi deniyorlar. Kamera ateşi. Kameraya yerleştirilmiş inanılmaz güçteki silahlar."

    "O zaman nasıl geçeceğiz?" Ahmet gözünü ilerisinde binanın olduğunu bildiği ağaçlara dikti. Karanlıktı. Bu normaldi de.

    "Çok basit. Bizi görünmez yapacağım."

    Hemen birkaç ot eziliş sesi duyuldu. Ali bir şeyler yapmak için oturmuştu. Birkaç dakika boyunca Ahmet onu izledi. En sonunda tekrardan fısıldadı.

    "Artık görünmeziz. Görüntüyü dondurdum. Biraz zor oldu ama oldu. İçeriye girebilirsek, bunu tamamıyla kontrol altına alacağım."

    Ahmet yavaşça gülümsedi. Bu karanlıkta ne yaptığı belli olmazdı elbette.

    Bir anda Max'in hareket ettiğini görerek ileri atıldı. Arkasından Ali'nin geldiği anlaşılıyordu. Beton yolu geçmeleri beş saniye sürdü anca. Ardından Max'in havalandırmayı bulması gerekiyordu. Ancak karşıya geçtiklerinde direkt olarak havalandırma girişinin önündeydiler. Max bunu daha önceden bulmuş olmalıydı. Kısa bir süre de Ali'nin kameralardaki donukluğu bitirmesi sürdü.

    Havalandırmaya yine aynı sırayla girdiler. Max, Ahmet ve Ali. Burası oldukça genişti. Ormanın ortasındaki karanlıktan daha rahat bile olduğu söylenebilirdi.

    Derin bir nefes aldı Ahmet. Heyecanlıydı. Ancak heyecan yersizdi.

    Ses çıkarmadan yol aldılar ve bir sağa bir sola döndüler. Arada yukarı çıkmaları ve aşağı inmeleri de gerekiyordu. Ahmet hala Max'in bu kadar yolu nasıl aklında tutabildiğini anlayamıyordu.

    Ahmet şu anda adeta sıkılıyordu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ancak sıkılıyordu. Bir sağa, bir sola ve bir kez daha sol. Sıkıntı. Bir sağ, sol sağ ve sağ. Bir anda gelen fısıltı tüm sıkıntıyı dağıttı Ahmet'in üzerinden.

    "Geldik!"

    Max artık ikinci aşamayı tamamlamış olmanın verdiği rahatlıkla Ahmet'e durmasını işaret etti.

    Ahmet olduğu yerde dururken, bir kol kadar daha ilerledi ve ardından arkasını döndü. şu anda Max ile Ahmet'in arasında bir kapak duruyordu. Ve ışık. Ahmet gülümsedi. Işık görmeyeli geçen süre ona bir ömür gibi gelmişti. Sonunda rahatladığını hissetti.

    Max yavaşça eliyle işaret verdi. Aşağıda üç kişi vardı. Ahmet bir eline ketini aldı. Diğerineyse bir ket bıçağı. Max ise elinde bir bıçak tutuyordu.

    Max yavaşça kapağı açmaya çalıştı. Bunu başarması da aynı anda oldu. Ahmet yavaşça belinden yukarısını delikten aşağıya sarkıttı. Ayaklarının Ali tarafından tutulduğunu hissetti bir anda.

    Aşağıda üç kişi vardı. Ancak biri bir sandalyede uyuyordu. Diğer ikisi ise yüzleri kameralara yani Ahmet'ten ters tarafa dönük bir şekilde duruyordu. Ahmet dikkatli bir şekilde nişan aldı ketiyle. Tetiğe basmasıyla birlikte o kol kadar bıçak fırladı karmaşık aletten. Hızla soldaki adamın kafasına saplandı. Diğer adam ise refleks olarak tabancasını çekip Ahmet'e doğrulttu.

    Ahmet yalnızca gülümsemekle yetindi. Adam tetiğe basarken Ahmet tüm gücüyle fırlattı elindeki ket bıçağını. Adamın elindeki tabanca, Ahmet'in barut durdurucusu sayesinde ateş almazken ; Ahmet'in yolladığı bıçak, adamın boynuna saplandı. Ahmet tekrardan kendini yukarı çekti. Bu sefer ayaklarını sarkıttı ve aşağı indi. Arkasından Ali ve Max de iniyordu.

    Ahmet yavaşça uyuyan adamın yanına gitti ve cebindeki barut önleyiciyi adamın burnuna dayadı. Adamın burnuna değen şeyle birlikte gözünü açması ve bayılması bir oldu. Çyle ki adam uyandığı anda ayağa kalkmaya çalışmış ve yere devrilmişti. Barut durdurucunun akciğere direkt olarak çekilmesi bu sonucu doğuruyordu. On iki saatlik, baygınlık. Kalp atışı durma noktasına geliyordu böyle bir durumda. Nefes almaya, durdu denilmemesi için tek neden, bu insanın hala yaşıyor ve oksijensiz yaşayamayacağı gerçeğiydi.

    Ahmet gülümseyerek arkasını döndü.

    "Tamam Ahmet. Gidebilirsin. Yolunu açmak bana düşüyor. Bizden yana bir şüphen olmasın, yanımda Max var. İşte haber güvercinimiz." Ahmet'e küçük bir kulaklık verdi Ali ve devam etti. "Benim dediklerimi yaparsan tek kamerasız odaya ulaşacaksın. Başka hiçbir kimseyle yüz yüze getirmeyeceğim. Orada yapacakların sana kalmış. Sen oraya girdikten sonra biz çıkacağız. Havalandırmanın orda beklemeye çalışacağız. Gitmemiz gerekirse telsizden haber veririz."

    Ahmet tekrardan karşılığını gülümseyerek verdi ve arkasına döndü. Ağır adımlarla kapıdan dışarı çıktı.

    Kulaklıktan gelen komutları bir, bir yerine getiriyordu. Hiç sorun çıkmıyordu. Tüm yolu şaşkın bir şekilde geçti Ahmet. Ardından Ali yine konuştu.

    "Kayıtlara göre içeride iki kişiler. İkincisi silahlı. Girdiğin gibi diğerini öldürürsen isin kolaylaşacaktır."

    "Peki. Ne kadar zaman önce girmiş?"

    "Yaklaşık on dakika."

    Ahmet ketine bir bıçak takarken devam etti.

    "Kim o biliyor musun?"

    "Yüzü görünmüyor."

    "Peki giriyorum."

    Ahmet derin bir nefes aldı. Ardından kapıya güçlü bir tekme atarak içeri girdi. Kenan karşısındaki masada oturuyordu. Karşısındaysa ondan daha genç biri vardı.

    Ahmet hemen ona nişan aldı. O anda genç olan da yüzünü döndü. Ahmet gözlerine inanamayarak oraya baktı.

    "Bora?"

    Karşısında Bora oturuyordu. KL'nin ana şoförü, 2. dereceden ket eğitmeni ve KL'de Ahmet'in en iyi dostu olan Bora.

    "Ne işin var burada?"

    "Ne demek bu?"

    "Bora! Burada ne arıyorsun?"

    "Babamla konuşuyorum."

    Ahmet bir anda şok geçirmiş bir şekilde önüne baktı boş boş.

    "Nasıl yani?"

    "Yapma ama Ahmet. Sen zeki birisin. Nasıl olduğunu anlıyor olmalısın."

    Ahmet ne yapacağını bilemez bir şekilde karşısına baktı. Sayıyordu bir kez daha. Bir. İki. Çç. Dört. Beş.

    KL de öğrendiği en büyük şeyi kullandı. Ketinin yönünü Kenan'a doğrulttu ve tetiğe bastı. Yay sesli bıçak, bu sefer sahibine doğru gidiyordu. Ahmet duygusuz bir şekilde, bıçağın Kenan'a saplanışını izlerken, Bora haykırarak babasına doğru koştu. Bora asla onun babasını bilmemişti. Ancak artık öğrenmesi gerekiyordu.

    "Ben, bir zamanlar babanın öldürmüş olduğu bir babanın ve annenin oğluyum. Ben, intikamını almış biriyim ve ben, intikamını en iyi arkadaşının babasını öldürerek almış biriyim."

    Ahmet yavaşça arkasına döndü ve yürüdü. Kapıdan çıkarken yavaşça Ali'ye fısıldadı.

    "Bora."

    "Ne oldu? Bora'ya ne olmuş?"

    "Onun oğluymuş. Bora."

    "Ahmet. Sen ne dediğinin farkında mısın?"

    "Evet."

    "Bekle. Sana nereye gideceğini söyleyeceğim. Çıkışta buluşuruz."

    Ahmet hızla Ali'nin söylediği yönlerden gitti. En sonunda bir köşede karşılaştılar. Max'in omzunda ağır bir yara vardı.

    "Ne oldu?"

    "Saldırıya uğradık. Ancak Max bizi kurtardı."

    "Omzumu kurtaramadım ama." Max bu durumda bile gülüyordu.

    "Ordalar."

    "Geliyorlar." Ali bir anda koşmaya başladı. Max hala aynı hızda koşabiliyordu. En arkadan ise Ahmet gitmekteydi şu anda. Ahmet arkasına baktı koşarken. Hiç kimsenin geldiğine dair bir iz yoktu.

    "AHHHHHHH!"

    Ahmet bir anda önüne döndüğünde gördüğüne inanamadı. Bir dik açıyla dönen duvarın kenarında, Ali, karnında bir ket bıçağıyla duruyordu. Max bir anda tüm gücünü kullandığını belirterek ileri atıldı. Dört, beş adet kesilme sesi ve üç adet de yere düşme sesi duyuldu. Max birkaç adım geriye gittiğinde Ahmet'in görüş alanına girdi yeniden. Ahmet koşarak onun ve Ali'nin yanına gitti. İkisi de yere çökmüştü şimdi. Max'in alnında büyük bir kesik vardı. Ali'nin karnındaysa hala o bıçak vardı.

    "Ahmet" Max sesinin büyük bir kısmını kaybetmişçesine konuşuyordu. "babama başardığımı söyle olur mu?"

    Ahmet gülümsedi yavaşça. Ardından Max'e sarıldı. "Zaten başardın Max." Diyebildi sadece. Gözünden dökülen göz yaşlarına karşı ne yapabileceğini bilmiyordu.

    "Sol""Sol"

    "Ne oldu Ali?" Ahmet elleri arasında hareketsiz kalan Max'in vücudunu tüm gücüyle sırtladı. Ardından Aliye döndü.

    "Sol, sağ, sağ, sol, sağ, sol."

    "Teşekkür ederim kardeşim. Gel sırtıma." Ahmet onu da sırtına aldı yavaşça. İki kişiyi kaldırmak çılgınlık gibi görünmüştü yüzüne ancak bunu düşünecek zamanı yoktu. Ali'nin tıknazlığı göz önüne alınırsa, ikisi anca oldukça kalıplı bir adam ederlerdi.

    "Seni seviyorum kardeşim." Alinin mırıldanması oldukça zayıftı.

    "Ben de seni."

    Artık Ahmet başka bir şey düşünme istemiyordu. Ayaklarında toplayabildiği kadar güç topladı. Ayakları, o günkü güçsüzlüğünün intikamını şu anda alıyordu adeta. Çyle bir güç vardı ki ayaklarında Ahmet'in. Ayağa kalktı Ahmet. Hiçbir şey düşünmeden.

    Bir adım attı ileriye. Ardından bir diğeri geldi. Olabildiğince hızlı yürüyordu şimdi. Bir yandan da mırıldanıyordu. Sol sağ sağ sol sağ sol

    Birkaç saniye sonraki dönemeçten sonra bu sağ sağ sol sağ sol!a dönüştü. En sonunda "SOL, SOL" a dönüşmüştü bu sesler.

    "Koşun!"

    Ahmet bir anda arkasından gelen bu sese şok oldu. Artık ayaklarındaki tüm güçle koşmaya başlamıştı. Koşuyordu. Sola döndü ardından. Son olarak karşısında çıkış kapısı vardı. Var gücüyle oraya koştu. Kapı otomatik olarak açılırken kapıdan geçti ve koşmaya devam etti.

    Orman yine karanlıktı. Ancak bu sefer ucunda ışık vardı. Ahmet koştu. Bir anda ayağında bir acı hissetti. Ardından gelen bir ıslaklık. Bir şey girmiş olmalıydı ayağına. Ancak düşünmedi. Koşmaya devam etti.

    Bir anda ağaçlar kesildi ve Ahmet var gücüyle AÇK'ya daldı. Dışarı çıkanlar için işlemediğini anca o anda akıl edebildi Ahmet. Bir anda karşısında birini gördü. Bart.

    -------------------

    "Başardın Ahmet."

    "Max ve Ali de başardı."

    "Evet onlar da başardı. KL'nin ilk sınav verenisiniz."

    "Peki bay Bart. Ayağım iyileşecek mi?"

    "Tabi ki. İyi haber ise, Ali de iyileşecek."

    "Onu görebilir miyim?"

    "Maalesef hayır. Çç gün sonra cenazede olacaktır."

    "Peki bay Bart. Teşekkür ederim. Her şey için."

    "Asıl ben sana teşekkür ederim Ahmet. Oğlum için." Tam Bart arkasını dönmüşken Ahmet devam etti.

    "Bora'dan haberiniz var mıydı?"

    "Hayır. Bunun için de sana ayrıca teşekkür ederim. Seni herkes bilecek. İki kişiyi sırtında taşıyan ayaklar."

    Ahmet gülümsedi.

    "Yeniden teşekkür ederim bay Bart. Ancak izin verirseniz biraz dinlenmek istiyorum."

    Bart bir kahkaha patlattı. "Tabi ki sayın ve yeni eğitmenim. İyi geceler."

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>

    Last edited by Bogus on Mon Dec 10, 2007 12:15 pm; edited 1 time in total
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 10:02 pm Reply with quoteBack to top

    İstanbul Yanıyor; Mguzel

    İSTANBUL YANIYOR

    Orkların vahşi lideri Titan arkasındaki on bin kişilik ork sürüsüne baktı. Yüz bin orkla başladığı tüm dünyayı ele geçirme projesinde dünyanın yarısını almayı, yakıp yıkmayı başarmıştı.
    Ama şimdi on bin savaşçısı kalmıştı. Ve beklide en çok zorlanacakları yere, İstanbul'a doğru ilerliyorlardı. Ordusunun büyük bir bölümünü kaybetmişti.
    ''Çabuk olun!'' diye inledi Titan.''Daha alınacak çok yer var.''
    Ork ordusu tekrar harekete geçmişti. Titan ve arkasındaki on bin savaşçı ork İstanbul'a doğru yürümeye başlamıştı.

    Ren'in yüzü korku dolmuştu. Orklar Anadolu'nun ortalarına kadar gelmişlerdi. Ve İstanbul'a doğru yürüyorlardı. Bundan emindi.
    Etrafına baktı. Her taraf yanık kokuyordu. Orklar her tarafı yakıp yıkmış, ezip geçmişlerdi.
    Ne yapması gerektiğini düşünüyordu Ren. İnsanların tamamı İstanbul'daydı. İstanbul'da elli bin kadar insan vardı. Eğer orklar İstanbul'u ele geçirirlerse hiçbir insan sağ kalmayacaktı. Bunu biliyordu.
    ''Hemen harekete geçmeliyim'' diye düşündü. Atına atladı ve yola koyuldu. Bir an önce İstanbul'a gidip orkların İstanbul'a doğru ilerlediğini herkese söylemesi gerekiyordu.

    Yol boyunca orkların vahşetleriyle karşılaşmıştı Ren. Orta Anadolu'da yaşayan elf ırkını dünyadan silmişlerdi. Her taraf kızıl elf kanıyla kaplıydı. şimdi ise İstanbul'a
    yönelmişlerdi.İnsan ırkını dünyadan sileceklerdi.
    Yol boyunca düşünceliydi Ren. Orkların neden böyle bir işe kalkıştıklarını anlayamıyordu. ''Neden'' diye soruyordu Ren kendi kendine. Onları yöneten bir güç olmalıydı.

    Bir ormana gelmişti Ren. Orkları bulmuş olabilirdi. Ama bu on bin dev ayağın çıkarabileceği bir ses değildi. Ses sanki iki kişinin ayak sesiydi. Sonunda bu gece için ormanda kalmayı düşünen iki garip yaratıkla karşılaştı. Bu kişiler elfgillerden olmalıydı.
    ''Siz kimsiniz?'' diye sordu Ren hayret dolu bakışlarla.
    ''Biz Rebon ve Vanad. Orta Anadolu'daki Niob adlı elf kabilesine mensubuz. Kabilemizden sadece ikimiz sağ kurtulabildik. İnsanlara bu vahşeti haber vermek için, onlara sığınmak için İstanbul'a gidiyorduk. Ve sizinle karşılaştık efendim. Ne olur bize kıymayın.''
    ''Pekala'' dedi Ren. ''İstanbul'a beraber gideceğiz.''
    İki elfin yüzündeki mutluluk görülebiliyordu.
    ''Bu geceyi burada geçireceğiz'' diye devam etti Ren. ''Yarın sabah yola devam ederiz.''
    Uzun süredir uyumuyordu Ren. Ayrıca açtı. Ama açlık onu uykudan alıkoyamadı. Gözlerini kapattı. Kısa süre sonra üçü de uyumuştu.

    Güneş yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. İlk önce Rebon uyandı. Yanındakilere baktı. Vanad ve Ren hala uyuyordu. Ren'in çoktandır uykusuz olduğunu tahmin etti Rebon. Yüzünden ne kadar uykusuz olduğu kolayca anlaşılabiliyordu.
    Fakat vakit kaybetmemeleri gerekiyordu. Orklardan önce İstanbul'a ulaşmaları gerekiyordu. Diğer iki arkadaşını kaldırdı.
    Ren hala çok uykusuza benziyordu.
    ''Vaktimiz yok'' dedi Rebon. ''Hemen yola koyulmalıyız.''
    ''Doğru söylüyorsun'' dedi Ren. ''Hadi gidelim.''
    Ççü de atlarına atlamış ve yola koyulmuşlardı. İstanbul'a Karadeniz'in kıyılarından gideceklerdi. Eğer diğer yolu seçselerdi ork sürüsünün ortalarında kalmaları içten bile değildi.

    Kıyı şeridinde hızla yola devam ediyorlardı.
    Rebon Ren'e sarılı bir yaprak uzattı. Ren meraklanmıştı.
    ''Nedir bu?'' diye sordu.
    ''Astat'' dedi Rebon. ''Biz elflerin en meşhur ve en lezzetli yiyeceği. Acıkmış olmalısın diye düşündüm.''
    ''Evet'' dedi Ren. Yaprağın içini açtı. Beyaz sert bir ekmeğe benziyordu. Isırdı. Çok sevmişti bu yiyeceği. Günlerdir aç olduğu için iştahla yedi. Hala açtı ama bir tane daha isteyemiyordu. Rebon bunu fark etti ve sarılı bir yaprak daha uzattı. Ren gülümseyerek bunu da aldı ve iştahla yedi. Doymuştu.

    Titan ordusuna baktı. On bin vahşi ork İstanbul'a doğru yürüyordu. Gece çökmek üzereydi ve İstanbul'a ulaşmak üzereydi. Askerlerinin daha iyi savaşmaları için dinlenmelerini gerektiğini biliyordu Titan.
    ''Durun!'' dedi. ''Bu geceyi burada geçireceğiz.''
    Kısa süre sonra gece için hazırlıklar bitmiş ve on bin ork yarın İstanbul'da olmanın hayaliyle uykuya dalmıştı.

    Çç arkadaş yola gecede devam etme kararı almışlardı. Orkların o büyük hareketleriyle çok hızlı hareket ettiklerini üçü de biliyorlardı. Eğer bu gece vakit kaybederlerse orklar onlardan önce İstanbul'a varacak ve insanları hazırlıksız yakalayacaklardı. İnsanlar orklara karşı çok zayıflardı. Ama insan ırkının soyunun devam etmesi için hepsinin savaşacağını biliyordu Ren.

    Sonunda İstanbul görünmüştü. İstanbul'u görünce daha da hızlanmıştı üç arkadaş.
    Kısa süre sonra İstanbul'a varmışlardı. şehrin kapısından hızlıca geçerek saraya doğru yöneldiler.
    Saraya vardıklarında onları iki muhafız karşılamıştı.
    ''Sadarus'' dedi Ren. Muhafızlar mızraklarını yanlarına alarak Ren ve arkadaşlarına yol açtılar. ''Sadarus'' soylular ve askerler arasında bir şifreydi.
    Ren ve arkadaşları Kral'ın kapısının önüne gelmişlerdi. Ren aynı şifreyi Kral'ın kapısında bekleyen muhafızlara söylemişti. Muhafızlar kapıyı açtılar.
    ''Siz burada kalın'' dedi Ren, Rebon ve Vanad'a.
    İçeriye girdi ve Kral Radon'a selam verdi. Kral Ren'in selamına karşılık verdikten sonra Ren Kral'a doğru biraz daha ilerledi ve konuşmaya başladı.
    ''Efendim. Ork ordusu Anadolu'yu yerle bir etmiş.'' Ren başını önüne doğru eğdi. Gerisini nasıl söyleyeceğini bilemiyordu.
    ''İstanbul'a geliyorlar'' dedi sonunda. ''Kaybedecek zamanımız yok. Yarın öğle vakti İstanbul'da olurlar.
    Kral korkuyla tahtından fırladı. Ne diyeceğini bilemiyordu.
    ''Pekala'' dedi. ''Eğer savaşmak istiyorlarsa savaşırız''
    Kral elini çenesine götürdü. Bir süre düşündükten sonra Ren'e yöneldi.
    ''Komutan'a haber ver. Savunma pozisyonu alsınlar. Ne kadar cephanemiz varsa surlara taşısınlar. Orklar İstanbul'a girmemeli''
    Ren selam vererek dışarıya çıktı. Dışarıda onu bekleyen elflere burada kalmalarını söyledikten sonra atına atladı ve kışlaya doğru yöneldi.

    Kısa süre sonra kışlaya varmıştı. Hızlı adımlarla karargaha girdi. Komutan'ı selamladı ve direk söze başladı.
    ''Orklar İstanbul'a geliyor. Bir an önce savunma pozisyonuna geçmemiz gerek. Çabuk olun Komutanım''
    Komutan'ın gözündeki korku ve heyecan görülebiliyordu. Aklını kurcalayan düşüncelerden sıyrıldıktan sonra hızlıca karargahtan çıktı. Vakit kaybetmemesi gerektiğini biliyordu.
    ''Tamam'' dedi. Birlikte karargahtan çıktılar.
    Kısa süre sonra bu zifiri karanlıkta bir hareketlilik başlamıştı. Tüm ışıklar yanmış, koca şehir ışıl ışıl olmuştu.

    Ordu sabahın ilk ışıklarında savunmaya geçmiş, ork ordusunu bekliyordu. Tüm askerlerin yüzünde bir endişe vardı. İstanbul düşmemeliydi. Bunu hepsi biliyordu. Bu yüzden o korkunç, dev yaratıklarla korkusuzca savaşmaları gerekiyordu.

    Titan yüksek bir tepeye çıktı ve ileriye doğru baktı. Gülümsüyordu. İstanbul'u görmüştü. Yakında insan ırkını da yeryüzünden sileceklerdi.
    ''Hızlanın!'' diye inledi. ''Daha hızlı!''
    Ork ordusu hızını giderek arttırıyordu. Dev ayakların bastığı her toprak acı acı inliyordu. Yakında İstanbul'da olacaklardı.

    Sonunda İstanbul sınırına gelmişti on bin kişilik ork ordusu. İnsanlar bu yaratıkları ilk defa görüyorlardı ve surların arkasından korku dolu gözlerle bu yaratıklara bakıyorlardı.
    Titan bir arkasındaki orduya bir de İstanbul'a baktı.
    ''Saldırın!''
    Bu ses İstanbul'u inletmişti.

    Ve büyük savaş başlamıştı. Orklar İstanbul'a doğru koşuyordu. İnsanlar henüz surların arkasından çıkmamıştı.
    Sonunda Komutan Arus'un emriyle surların arkasından çıktılar ve ork ordusunu ok yağmuruna tutmaya başladılar. On bin orktan sadece beş yüzü bü saldırıda ölmüştü. Orklar çok hızlı ve çok güçlülerdi.
    Hızla koştular ve İstanbul'un kapısına vardılar. Kapıyı yaklaşık bin insan tutuyordu. Orkların üzerine ok yağmuru devam ediyordu. Eğer böyle devam ederse orklar ordusunun büyük bir bölümünü İstanbul'a girmeden kaybedecekti.
    Çok geçmeden İstanbul'un üzerinde kırmızı bir bulut belirmişti. İnsanlar yüzlerini gökyüzüne çevirince dehşetle irkildiler. Bunlar orkların en büyük yardımcıları ejderhalardı.
    Ejderhalar vakit kaybetmeden saldırıya geçmişti. Ağızlarından çıkardıkları alevlerle insanları yakıyorlardı. Bazıları ise alçalıyor, pençelerine yirmi kadar insan alıyor, yükseliyor ve pençelerindeki insanları boşlua bırakıyorlardı.
    Ejderhaların gelmesiyle üstünlük ork ordusuna geçmişti. Orklar kapıya yükleniyorlardı. Bunu gören bir ejderha alçaldı ve pençelerini şehrin kapısına geçirdi. Kapı ejderhanın pençe darbesiyle paramparça olmuştu. Orklar hızlıca şehrin içlerine doğru yönelmişlerdi. Gördükleri insanlara ellerindeki baltalarla, topuzlarla, mızraklarla acımasızca saldırıyorlardı.
    Artık üstünlük tamamen orklardaydı. İstanbul yanıyordu. Yedi bin yıllık tarihi şehir, nice imparatorluklara başkentlik yapmış görkemli şehir orklar tarafından ele geçiriliyordu.
    Sonunda insanlar sonlarının geldiğini anlayıp pes etmişler, kendilerini orkların dişlerinin arasına bırakmışlardı. İnsanların tamamı yok olmuştu. İstanbul düşmüştü. Yedi bin yıllık tarhi şehir ork ırkının eline geçmişti. İstanbul artık orklarındı. Dünya artık orklarındı.

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 10:10 pm Reply with quoteBack to top

    Çanlar;Bogus

    Not: Jüriye ait bir hikaye olduğu için puanlamaya alınmadı.

    ÇANLAR

    Fazla geniş olmayan, trafiğe kapalı bir caddedeyiz, etrafımıza şöyle bir bakıyoruz, sertçe yağan kar gözlerimizi acıtıyor ama yine de bir şeyler görebiliyoruz, insanlar oldukça meşgul gözüküyorlar, karanlık çoktan çökmüş ama yine de cadde ışıl ışıl, uzaktan minik bir çanın hışımla birkaç kez çınladığını duyuyoruz... Oldukça alçaktayız. Biraz yükselelim...

    şimdi çok daha iyi, eski ama hiçbiri diğerine burda ne işin var demeyen binaların çatılarını görüyoruz. Biraz ilerleyip caddeyi kesen ara sokaklardan birine daldık. Kafeler dışarıdaki masa ve sandalyelerini toplamış, hava çok soğuk ama yine de kafelerin hepsinin içinde bir sıcaklık var, hiçbiri bunu dışarıdaki soğukla paylaşmıyor. İnsanların bağrışlarını ve şarkılarını duyuyoruz, içeri girmek istiyoruz, üşüdük ama davetli değiliz, biraz daha ilerleyelim...

    şimdi daha kuytu bir yerdeyiz. Burada kafelerin ve barların verdiği o sıcaklık yok. Islak, üzerinde yosunların bittiği bir duvar ilişti gözümüze. Çok yukarıdayız biraz alçalalım, bir an yere düşer gibi oluyoruz, ama durmayı başardık. şimdi gözümüzden kaçan bir şeyi yakaladık, kar yüzünden olmalı. Bir.. kaç...kere... açıp... kapattık ... gözlerimizi...

    Yanlış görmemişiz, gerçekten de orada duvarın dibinde bir şey var, bir kumaş parçası mı? Palto mu yoksa? Hayır bir battaniyeymiş. Uzaklardan gelen acı çan sesleri şimdi daha yakından geliyorlar, ama halen uzakta, biraz daha vaktimiz var...

    Battaniyenin yanına doğru bir tüy gibi süzülüyoruz. O da ne, birisi varmış altında. Kim diye baksak mı? Ayıp olur mu? Yoksa bizi hiç ilgilendirmez mi? Hayır bizi ilgilendiriyormuş. Çünkü yükselmeyi denedik, beceremedik, geçip gidelim dedik, kıpırdayamadık. Maalesef bakmak zorundayız ne olduğuna, daha fazla hareket kabiliyetimiz kalmadı, hep yadırgadık, boş verdik ama şimdi seyretmek zorundayız anlaşılan...

    Çnce biraz kıpırdanma oldu, kara rağmen fark ettik, battaniyede ufak bir açıklık var, iyice yaklaşıyoruz, artık uzansak tutabileceğiz üstü yavaş yavaş beyazlaşan battaniyeyi ama olmaz tutamayız. Zamanında niye tutmamıştık ki sanki?

    Açıklığa odaklıyoruz gözlerimizi, kısıyoruz onları iyice, görünmez elimizi de siper edelim şu kara... Tamam sonunda bir şey görebildik. Minik bir kafa, oldukça kısa kesilmiş saçlar, ama yine de renklerini karıştıracağımız kadar kısa değil. Buğday rengindeler. Kar minik açıklığı bizden önce fark etmiş olmalı. Dokunmaya başlamış bile saçlarına. Biz yapamamıştık oysa, yazık...

    Farkında olmadan yükseldik yine, neden oysa daha önce denemiştik. Gözlerimiz halen battaniyenin üzerinde. Bir tekme geldi, sanki yokluktan çıktı, iyi ki yükselmişiz farkında olmadan. Yoksa tekmeyi biz yiyecektik. Ama zaten biz ne zaman tekme yedik ki?

    Battaniye iyice kıpırdamaya başladı, bir tekme daha, biraz daha kıpırdadı battaniye, bir tekme daha. Başımızı kaldırmaya cürret ettik. Maalesef göremiyoruz tekmenin sahibini. Zaten hiç gözükmezler bize... Battaniye açıldı. Yanılmamışız. Minik kafa aynen gördüğümüz gibi küçük bir bedene aitmiş. Küçük bir çocuğa, daha yakından bakmak istiyoruz, ama acaba bize tekme gelir mi? .... .... Gelmedi, tekmeler kesilmiş olmalı. Yaklaşalım o zaman. Minik bir el çıktı şimdi battaniyenin altından, minik bir burna doğru gitti ve şimdi bir parça donmuş sümüğü görüyoruz minik elde, başımızı kaldıracağız, iğrendik... Küfürle karışık şiveli bir konuşma duyuyoruz, aynı memleketteniz ama anlamadık, ne yapalım, demek ki yeterince dizi seyretmiyormuşuz... Birkaç mendil paketi düştü önümüze. Minik el onları kavradı, bir anda birkaç tanesi ceplerinde kayboldu, ceplerden yukarı doğru biraz parmaklarımızın ucunda uzandık birkaç tanesi de yırtık pırtık bir kazağın altında kayboluverdi şimdi... Biraz daha yukarı çıkıyoruz, minik elin sildiği sümük yine gelmiş eski yerine, biraz daha yükseldik ve iki tane göz, daha belirginleşmemiş kaşların altından bize bakıyor. Fark edildik mi acaba? Ne mümkün, biz hiç fark edilmeyiz ki? Belki fark etseydik...

    şimdi küçük bir adım, bu küçük çocuk içimizden geçecek! Neyse son anda açımızı değiştiriyoruz ve arkasından biz de yola koyulduk. Siyah kösele ayakkabılar karda minik izler açıyor. Ama sol ayaktan düzgün bir ayakkabı izi çıkartamıyoruz. Gri okul pantalonun bir kısmı ayakkabının topuğu tarafından eziliyor çünkü, belli ki bir başka sahibi daha varmış eskiden. İnsan sesleri yaklaşmaya başladı, etraf biraz daha aydınlık, hay aksi gözümüze kar kaçtı...

    Biz karla boğuşurken bize istemeden bahşedilen karanlıkta çan seslerini yine duyduk. Nereden geliyor bunlar ??

    Yine görüyoruz. Hay allah nereye gitti ufaklık? Tamam tamam işte orada, sadece çok küçük, kalabalığın arasında görülmüyor, inişe geçiyoruz ve ufaklığın tam kulağının arkasına konuşlanıyoruz. Hava çok soğuk.

    Durduk, minik baş yukarı kalkıyor, duyma yitimizi kaybettik, duymamız yasaklandı, merak ediyoruz ve açımızı değiştiriyoruz yine, ama ufaklığı burnunun ucundan seyrediyoruz, sessizliğin içinde iki dudak açılıp kapanıyor. Çatlamışlar, ama bir çocuğa ait olduklarını inkar etmiyorlar, önce büzülüyorlar, sonra kıvranıp tekrar birbirlerine yaslanıyorlar. Olmadı kapandılar, kafa önüne eğildi...

    Biraz daha ilerliyoruz, bir ıslık duyduk. Başka minikler de dışarıda, ıslık bize, daha doğrusu bizimkine, bakıyoruz ama aldırış etmiyoruz. Biz kendimize bir tane bulduk. Bırakalım onlara da başkaları baksın, ya da öyle umalım. Karda yürümeye devam ediyoruz. Çşüdük, donduk. Ama sadece kazağı olan ufaklık bize dayanma gücü veriyor. Dayanıyoruz, merak ediyoruz. Bu işin sonu nereye varacak ?

    Tekrar durduk, minik el yine cebine girdi ve kağıt mendilleri çıkardı, dudaklar şimdi daha sık açılıp kapanıyorlar, daha çok büzülüyorlar, daha fazla sızlanıyorlar, ama nafile mendillerin yerini bir türlü birkaç bozuk para almıyor. Milletin acelesi var belli ki, önümüzden bir sürü çift ayak geçiyor, çoğu yavaşlıyor ama hiçbiri durmuyor. Erkek ayakkabıları, bayan ayakkabıları, bazen birbirlerine çok yakın, bazen birbirlerinden çok uzak geçiyor, ama hiçbiri durmuyor. Sıkıldık, bu ufaklıktan başka kimsenin yüzünü göremiyoruz. Hep ayaklar, ıslanmış paçalar, kediler, köpekler, atılan izmaritler ve bizim ufaklık, bir tek onu tam olarak görüyoruz. Ama o kadar da olsun. Biraz da ona bakmak istiyoruz zaten. şimdi ne yapıyor diye, onunla çok bekliyoruz ama olmuyor, bir türlü mendiller yerlerini bozuk paralarla değiştirmek istemiyor...

    Rüzgar iyice kuvvetlendi, kar her yerde, her yerimizde, ufaklıkla beraber bir duvarın çıkıntısına sığındık. Bizi birileri görse, ah bir fark edilsek, bir mendil satılıverse belki bu sinir bozucu görevden azad edilirmiyiz? Sanmıyoruz ama yine de beklemek zorundayız...

    Nihayet biri sonunda farketti, bir çift ayakkabı yavaşlıyor ve tam önümüzde duruyor, yaşlı bir el donmuş yanakların üzerinde geziniyorlar, ela gözler kısılıp yukarı bakıyor, ama biz nereye baktıklarını göremeyeceğiz, yaşlı el minik eli kavrıyor, bir an iyice sıkılıp ısıtmaya çalışıyor, sonra tekrar gevşeyip yumuşuyor, minik kolu yavaşça çekiyor yerinden, sıcak, döner satan minik bir büfeye doğru, biz içeri giremedik, dışarıda bekliyoruz ve garip çan sesleri daha yakından geliyorlar, belki ne olduğunu görebileceğiz sonunda...
    İnsanlara bakıyoruz, ne kadar da mutlular, bir şey kutluyorlar galiba, kimse yağan kara aldırış etmiyor, bu saatte dışarıda ne işleri var, onlar duymuyor mu çan seslerini, veya bizi, ufaklığı fark etmiyorlar mı? Nesi var bunların, nasıl bu kadar yalnız olabiliyorlar bu kalabalıkta? Nasıl oluyor da kendilerinden başka hiç kimseyi göremiyorlar? Etraf çok kalabalık olduğu için mi, yoksa kalabalıkta kendimizi bir türlü onun parçası olarak göremediğimiz için mi?

    Daha fazla düşünemiyoruz, biz üşümeye mahkumuz, kapının açıldığını görüyoruz, bir parça kağıda sarılı bir ucu açık minik bir paket, ama yine de minik ellerin arasında yeterince büyük. Aslandan ceylan kaçıran sırtlan gibi bir köşeye büzüştü, yanına gelmeye çalışıyoruz ama olmuyor, onu biraz uzaktan seyrediyoruz. Sırtı bize, yüzü duvara dönük, minik kamburunu çıkarmış yemeğini yiyor. şimdi daha da küçük oldu. Aman kimseler görmesin...

    Biraz bekledik, ama doymadık, ayağa kalkıyor, peşinden gidiyoruz, eski köşesine sığındı, biz de onunla beraber bekliyoruz. Oturdu, minicik oldu, dizlerini içine çekti, kafasını aralarına soktu, ela gözlere odaklandık. Yavaşça kısılıyorlar. Tam kapanacakken birden açılıveriyorlar, sonra yine ağırlaşıyorlar. Rüzgarda sürüklenen bir torba gibi, yavaş yavaş yere süzülüp sonra bir rüzgar yakalayıp bir anda tekrar havalanıyor göz kapakları, ileriden çan sesleri geliyor kulağımıza, gittikçe yaklaşıyorlar, ama kabullenmiyoruz, galiba anladık ne olacağını, hemen yükselmeye çalışıyoruz, olmuyor, kafamızı kaldırmayı deniyoruz, olmuyor, kimsenin yüzüne bakamıyoruz, kimse de bize bakmıyor, bağırıyoruz, kendi sesimizi bile duyamıyoruz, sadece gülen, şarkılar söyleyen insanları, yüksek sesli müzik çalan dükkanları bir de nerden geldiğini anlamadığımız çan seslerini duyuyoruz. Ufaklığın yanına gidiyoruz, ona dokunmaya çalışıyoruz ama deyemiyoruz, saçlarında biriken karları silkmeye çalışıyoruz, olmuyor. Omuzlarına sarılmaya çalışıyoruz, olmuyor... olmuyor... Yavaşça yaklaşıyoruz, tam burnunun ucuna geliyoruz. Orada bekliyoruz, kulaklarımızı dört açtık, kovduk bütün dalgacı insanların seslerini, bangır bangır müziği, nefes sesini duymaya çalışıyoruz. Derinden geliyorlar, çan sesleri ile aynı anda, ama daha yavaş, daha narin, bir, iki, üç, hırıltılı sanki tahtalar sürtünüyor, dört, beş, altı daha yavaş yedi sekiz dokuz daha narin, on, on bir, on iki sanki bir kadife gibi, ipek bir kumaş gibi son nefeste son çınlamayla havaya karışıyor, minik surat bir an havai fişeklerle aydınlanıyor, minik burun soğuk havaya daha fazla duman salmıyor, önümüzden kırmızı bir tramvay geçiyor, minik bir silüet kalkıyor yerinden, bir çocuk kahkahası duyuyoruz, bakıyoruz ama ilerleyemiyoruz. Minik gölge rüzgar gibi, koşuyor, koşuyor koşuyor ve zıplayıp kıpkırmızı tramvayın parlak gri demir koluna tutunuyor. Kendini haylazca içeri çekiyor, camından bize bakıp el sallıyor, bizde ona el sallıyoruz, tramvay ve çocuk gözden kayboluyorlar, yeni bir yıl geliyor, bizde arkamızı dönüyoruz. Yırtık pırtık kazak; üzerini karlar kaplamış, bir kefen gibi duruyor...

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Sun Dec 09, 2007 10:16 pm Reply with quoteBack to top

    Arunt_Khan'ın Hikayesi

    Not: Geç ulaştığı için puanlamaya dahil edilmemiştir.

    Bildik bir üşüme nöbeti tarafından sertçe uyandırıldı. Kalkıp üstüne bir kazak daha geçirmek istemesine rağmen, fayda etmeyeceğini bilerek, yatağından doğrulmaya tenezzül etmedi. Sayısını bilmediği gecelerdir bu haldeydi. Uyandıktan sonra üzerine ayı postu kuşansa dahi ısınamıyor, gün doğana kadar hafif hafif titriyordu. Hiç uyumamayı da denemişti lakin yine gecenin bir vakti üşüyüp titremeye başladığını gördüğünde, uyuyabildiği vaktini uyumadan geçirdiği için kendini ahmak yerine konmuş gibi hissetmişti. Uğursuz bir gece daha diye düşündü bir yanından öteki yanına dönerken...

    Kahredici üşüme hissinin içerisinde hiçbir şey hissedemiyordu geceleri. Bedeni ne açlığı anımsıyordu ne acıyı ne de hastalığı... Lanetlendiği düşüncesiyle sarıp sarmalanmıştı beyni. Başka bir olasılık düşünemiyordu. Bu iç karartan düşüncelerin içinde kaybolmuşken pencere önünden gelen bir tıkırtı duydu. Geceleri esen soğuk Marmara yelinin, varlığının ya da yokluğunun kendisini etkilemediğini önceki gecelerde farketmiş olduğundan pencereyi kapatma gereksinimi duymuyordu. Bu yüzden pencere önünden her gece yaprak haşırtıları ve tahtakuruları tarafından çürütülmüş kulübenin ahşap çıtırtıları yükseliyordu. Tıkırtının sahibi konusunda en sıra dışı olasılık düşünüldüğünde; dışlanmış ya da yuvası elinden alınmış bir hayvan olabileceği akla geliyordu. Tıpkı kendisi gibi... Derken aynı tıkırtı bir kez daha duyuldu. Ardından bir kez daha ve bir kez daha. Birden içinde bulunduğu yatalaklık halinden sıyrılarak, yastığının altından hançerini kaptığı gibi pencereye doğru ağır ve sessiz adımlarla ilerlemeye başladı. Duyduğu sesin ne bir hayvan ne çürümüş ahşap nede bir tutam yaprak tarafından çıkarılmadığını bilecek kadar iyi tanıyordu yaşadığı yeri. Bir an şaşkınlıkla hançeri tutan elinin titremediğini fark etti. Umut içinde diğer eline baktı, o da titremiyordu. Tıkırtı düzenli aralıklarla devam etmekteydi. Hiç ses çıkarmadan, bastırılmış bir şaşkınlıkla yürümeye devam etti. Tam vahşi bir avcının içgüdüleriyle hançerini açık pencereden dışarı savuracaktı ki kara geceden yorgun ama gür bir ses yükseldi

    "Sırf seni efsunlu yatağından kaldırdı diye bu uykusuz ihtiyarın canına mı kastediyorsun?" ­

    Günlerdir konuşmadığından, sesi bir hırıltılar bütününden oluşan ev sahibi, kabaca yanıtladı

    "Kimsin sen? Ne istiyorsun?"

    "Ben Mogous'um. İstanbul'un kaderini çizecek olan... Eski dinin sadık mensubu"

    "İstanbul mu... Bak yabancı, bu şekilde sözcükler duymaktan bıktım ben. Ne anlama geldiğini bilmediğim otantik sözcükler duymaktan çok sıkıldım. Ya bana şimdi buraya neden geldiğini anlayabileceğim biçimde anlatırsın ya da arkanı dönüp gözden kaybolursun."

    "Misafirperverliğinden ötürü minnettarım genç efendi"

    "Cevaplamak için bir şansın daha var yabancı. Lafı dolandırma ve neden burada olduğunu söyle. Yoksa ikimiz içinde güzel bir gece olmasını dileyerek yatağıma döneceğim."

    "Bunu yapmak istemediğini biliyorum." Bunu söylerken ihtiyar yabancının yüzünde oluşan ciddiyet ifadesi, ev sahibini içinde bulunduğu şartları ve seçenekleri tekrar değerlendirmeye yöneltti ve konuşmaya şöyle devam etti:

    "Pekala yabancı, kabalığımı bağışla ve lütfen sorularımı yanıtlandır...

    İhtiyar saatler boyunca yorulmadan anlattı. Ev sahibi, her geçen dakika kendini daha iyi hisseder oldu. Ve sonunda güneş, buğday renkli çalıların arasından, masum avını gözlemek için başını uzatan bir Anadolu Parsının zarafeti ile Torosların zirvesinde süzülen bir kartalın asaletini andırarak, ufukta kendini gösterdi. İhtiyar Mogous susmuş, güneşin doğuşunu izliyordu. Hafifçe iç çekip yavaşça ev sahibine gülümsedi;

    "şayet aklındaki şüpheler kaybolduysa bana ismini bağışlayacak mısın?"

    Ev sahibi sabah güneşinin tatlı sıcaklığını, körleşmiş teninde hissetmekte ve güneşi izlemekteyken Mogous'un sorusuyla dünyaya döndü;

    "Çzür dilerim" Anlattığınız bunca şeyi sindirebilmek için böylesi bir gün doğumundan daha iyi bir fırsat bulamayacağımı düşünüyordum.

    "Doğru bir düşünce"

    Ev sahibi başını sallayarak karşılık verdi.

    "Benim adım Khallen. Khalldios'un oğlu Khallen"

    "Baban burada kurulmuş ilk medeniyetin kurucusunun ismini taşıyormuş. Bilinçsizce konulacak bir isim değil bu"

    "Haklısın" Bunu söylerken acı bir şekilde gülümsedi Khallen.

    "Devam et"

    "Byzantion'a gelip de beni buluvermen ne de garip"

    "Kutsal ruhlara şükürler olsun..."

    Khallen birden gözlerini yeniden güneşe dikti ve Mogous'un son sözünü duymazlıktan gelerek gururla konuşmasına devam etti:

    "Dinle. Uzun yol kat etmiş yolcu Mogous! Ben ki yok olmanın eşiğindeki kadim uygarlığın varisi Khallen... Ben ki yeryüzünün en büyük medeniyetinin kurucusunun kanını taşımakta olan Khallen... Ben ki Khalkedon'un(Bugünkü Kadıköy) kurucusu Khalldios'un kuşaklar öteden torunu; Khallen...

    Mogous'un gözleri aniden irileşti, sağ gözü hızlı hızlı seğirtmeye başladı.

    "Sen... Göğe ve dağlara andolsun ki işte görevim başladı"

    Khallen bunu da duymazdan gelerek konuşmasını tamamladı.

    "Ben ki vatanı sayısız günlerdir işgal altında olan Khallen..."

    O an Mogous saatler boyu anlattığı şeyleri, Khallen ise saatler boyu dinlediği şeyleri tekrar düşünmeye başladı. Mogous, Anadolu'nun ötesinden, Kafkasya'dan geldiğini söylemişti. İçinde yaşadığı uruk([*]) tarafından dışlanmış, deli muamelesi görmüş bir din adamı olduğunu anlatmış, ilahi güçlerle irtibata geçtiğini ve bu güçler tarafından görevlendirildiğinden bahsetmişti. Gelecek yüzyıllarda değişecek olan dünyada var olacak torunları için bırakması gereken bir miras olduğunu, bu mirası oluşturmak içinde büyük Roma imparatorluğunun sınırlarına dâhil etmek üzere sefere çıktığı, Yunan şehir devleti Byzantion'a, fethedilmeden önce varıp, hala saf olan, işgal edilmemiş Byzantion'dan bazı şeyler almak zorunda olduğunu açıklamıştı.

    Khallen ise yaşadığı coğrafyanın gerçek sahiplerinin varisiydi. Epeyce kuşak öteden dedeleri, Mogous'un İstanbul diye adlandırdığı (Khallen neden İstanbul dediğini sorduğunda eğer görevini yerine getirebilirse bu toprakların nihai isminin İstanbul olacağının ilahi güçler tarafından kendisine bildirildiğini söylemişti) Byzantion'un temeli olan Khalkedon'u (Bugünkü Kadıköy) kurmuştu. Khalkedon yıllar içerisinde gelişip büyüyerek bir şehir devleti olmuş, Byzantion adını almış ve tüm bu seneler boyunca Khallen'in ataları refah içinde hüküm sürmüşlerdi. Ta ki batı diyarlarında Roma adlı, üstü başı kan kokan, benliğini hırs bürümüş, zarif görünümlü dev doğana kadar... Roma gün geçtikçe Byzantion'a daha yakın topraklara yayılmış ve zaman ilerledikçe Avrupa ve Asya'nın biricik gözdesi Byzantion'un üzerindeki baskısını artırmıştı. Ve şu son yıllarda halkın kültürünü, töresini bozmuş, kurucunun soyundan gelen yöneticileri zalimlik ve bencillikle suçlayarak, milli benliğini kaybettirdiği, gamsız halkın aklını çelip, adil Khalldios'un oğullarının yönetimini görünmez elleriyle devirmişti. Khalldios'un soyunun hayatta kalan tek varisi Khallen, kaçarak Byzantion'a bir günlük mesafedeki Detra dağına yerleşmiş ve son iki ayını bu dağda bulduğu eski bir kulübede geçirmişti.

    Birkaç sessiz dakikanın ardından Khallen'in aklına Mogous'un konuşma sırasında kutsal ruhlara şükretmesi ve görevinin başladığına ant içmesi geldi. Merak o kadar fazlaydı ki hiç vakit kaybetmeden Mogous'a döndü.

    "Neden kutsal ruhlara şükredip, görevinizin başladığını söylediniz ?"

    "Ben Kafkasyadayken, henüz yola koyulmadığım günlerde, kutsal olanlarla irtibatlarımdan birinde, eğer göreve tüm yüreğimle sadık kalırsam hareketin başladığının işareti olarak; karşıma bir yol arkadaşı çıkarılacağı bildirilmişti. Karşıma çıkana yardım edeceğim ve dostun bana borçlanarak benimle birlikte ölüme kafa tutacağı anlatılmıştı..."

    "Bu dostun ben olduğuma nasıl emin olupta kutsal saydıklarına şükredebildin?"

    "Çünkü vaat edilen gerçekleşti!"

    "Ne anlama geliyor bu?"

    "Byzantion'a gelirken izlediğim yol, Detra dağından geçiyordu. Bunu bilmek yolculuğun başından beri içimdeki şamanik sezgileri hareketlendirmişti. Yolculuğum başladı ve günler akıp gitti... Yolculuğumun nihayete ermesine az kaldığını hissetmekteydim ki bir gece yarısı Detra dağının yamacında buluverdim kendimi... Zirveye vardığım an, içimde bir huzursuzluk hissi şahlandı. Bir efsun yayılmaktaydı dağın yamacını kaplayan geniş ormana... Çözülmesi basit bir efsunun yaydığı enerjiyi iyi bilirdim ana vatanımdaki deneyimlerim sayesinde. Ve efsunun kaynağını bulup çözdüm. Efsun senin üzerindeydi. Çzerinde uğursuzluk vardı ve bozulmadığı takdirde seni basitçe öldürebilirdi birkaç hafta içerisinde. Lakin ben bunu bozdum. Sonrasını biliyorsun. Efsunlanmanın sebebine gelince; böyle olması gerekliymiş ki böyle olmuş. Kutsal olanlar her şeyin gerekçesini ve doğuracağı sonuçları bilirler. Böylesi daha uygunmuş ki onlar böyle olmasını sağlamışlar.

    Khallen lanetli gecelerini düşündü tekrar tekrar. Efsunlanmasına Mogous'un kutsalları sebep olduysa da bu Mogous'un suçu değildi ve ne olursa olsun, kendisini ıstırap veren pis lanetten Mogous kurtarmıştı. Bu yüzden ona yardım edecekti. Hem şu vakitten sonra kaybedecek neyi vardı ki? Ama önce şu sürekli adı geçen görevin ne olduğunu öğrenmek istiyordu.

    "Sana minnet borçluyum dostum"

    "Buna gerek yok. Gerçekten! Böyle olması gerekiyormuş demek ki. Biz insanoğulları yaşanan olayların ardında yatan sebepleri yaşadığımız süre zarfı boyunca kavrayamayabiliriz. Yalnız göğün sırrına ulaşabilecek kadar erenler olayların altında yatan gerekçeleri kavrayabilirler. Gördüğüm kadarıyla ne sen ne de ben o kadar kudret ve ilim sahibi değiliz. Bu yüzden bize düşen başımızdan geçenlerin altında yatan nedenlere saygı duyup var olan kudretli döngüyü bilerek yaşamak...

    "Belki de sen yeterli ilim ve kudrete sahipsindir ha Mogous?"

    "Henüz değil genç yoldaşım... Henüz değil"

    "Peki, sözünü ettiğin hayati önem taşıyan görev nedir?"

    "Bu konu için kutsallara az öncekinden kat kat daha fazla şükretmeliyim. Zira görevin ilk kısmı tamamlandı."

    "Bu da ne demek oluyor?"

    "Benim dinimin öğretisine göre Khalkedon'un kurucuları ve benim Asya'nın uçsuz bucaksız bozkırlarında yaşayan atalarımın kökleri aynı yere dayanır. Eski din şöyle der: Dünyanın şimdikinden daha genç olduğu dönemlerde, insanoğulları milletlere ayrılmadan evvel yeryüzünde çok büyük bir kıta vardı. Bu kıta insanların binyıllar sonra 'cennet' ismiyle zikredeceği harikulade bir mekân idi. İnsanlık daima iyilik ve güzellik içinde yaşardı. Lakin şimdi olduğu gibi o dönemlerde de terazinin iki koluda az ya da çok doluydu. O zamanlar terazinin kötülük ve fenalık tarafı önemsenmeyecek kadar hafifti. Ancak kötü taraf günden güne hissettirmeden ağırlaştı. Kirli öğretisi büyük kıta üzerinde taraftar toplamaya başladı. Henüz yaratılmış insanoğlunun yontulmamışlığını, geliştirilip kullanılabilecek güçlerini fark edenler zamanla kabiliyetlerini geliştirerek fizik ötesi güçlere sahip oldular ve bunları kimi zaman iyilik kimi zaman kötülük yolunda kullandılar. Bu güçler, dört ana elemente hükmedebilme, geleceği görme, düşünce okuyabilme, hayvan formuna bürünebilme gibi şeylerdi. Kıtada yayılan kötü akımında, iyi kalabilmişlerin de bu yeteneklere sahip yandaşları vardı. Ve kutuplaşma olgusu daha fazla ileri gidemeyecek kadar keskinleştiğinde bardak taştı. Kıta üzerinde, dünyanın bu güne dek gördüğü en görkemli ve en korkunç savaş gerçekleşti. İnsanoğluna bahşedilmiş bütün doğaüstü yetenekler kullanılmış, yer ile gök bir olmuş, yıldırımlar ile dalgalar çarpışmış, ateş ile fırtına dans edercesine birbirine karışmıştı. Bu büyük savaşın sonucunda büyük kıta yok olmuş ve sadece iki grup insan kurtulabilmişti. Bunların bir kısmı bizim yardımımızla Khalkedon'a ulaşıp büyük medeniyetin temelini attılar. Bir diğer kurtulan grup ise yine bizim yardımımızla Asya'ya ulaştı. Asya'ya ulaşanlar dört elementin içinde en çok suyun gazabına uğramış olanlardı ve bu yüzden Asya'nın içlerine kadar ilerleyip, sudan uzak, büyük göçebe medeniyetini kurdular. Ne yazık ki, Khalkedon ve Asya uygarlıkları, bu iki kadim halk, kardeş olduklarını hiçbir zaman öğrenemediler... İşte Khallen bizim görevimiz; Khalkedon'un suyu ile iki kardeş ulusun kanlarını, benim yurdumla seninkinin ortasında kalan kutsal bir bozkırda birleştirmek."

    Khallen derin bir iç geçirip sordu:

    "Nasıl yapacağız bunu?"

    "Gereken en önemli iki şey bir Asyalı bir de Khalkedonlu'nun kanları. Bunlara sahibiz. Ve bu yüzden belirttiğim gibi Kutsallara şükürler olsun ki görevimizin ilk aşaması bitti. şayet sen bu yolda kanını ortaya koymaya hazırsan?"

    "Bu dünya üzerinde yapacak neyim kaldı ki? Lanet Roma'nın topraklarımı işgal edişine karşı hiçbir şey yapamayıp bir korkak gibi ölmektense bir amaç uğruna ölürüm. Bir Khalkedonlu'ya yakışır biçimde... Ve eğer anlattıkların doğruysa bunu severek yaparım. Zira anlattıklarının doğru olduğunu söylüyor içimde bir taraf. Bu yüzden bunu severek yapacağım!

    "Dünyanın senin gibi insanlara ihtiyacı olacak Khallen..."

    "Ve senin gibi kurtarıcılara..."

    "Yaradılışın ardındaki esrarı çözecek kata ulaştığımız gün geldiğinde bütün bunların nedenini kavrayıp, bizde bu kudretli döngüyü idarede rol oynayacağız...

    "Umarım Mogous... Lakin şimdi düşünmek sırası değildir. Görevimizin ikinci aşaması nedir? Anlat hele bir hakikati yoldaş...

    "İkimizden akıtılmış kanları Marmara'nın engin sularına karıştıracağız ey inanan. Sonrasında kan karışmış deniz suyundan alıp, Khalkedon doğduğunda, Kutsallar tarafından bu körpe uygarlığın göbek kordonunun atıldığı yere; bin yıllar sonra çocuklarımızın Ankara diye isimlendireceği, ıssız bozkırın çorak topraklarına serpiştireceğiz. Kanlarımızla karışan su, büyük kıtanın batışındaki kızgınlığını unutacak. Halkımızı kutsayıp, sevecek. Zaman içerisinde, Marmara denizinin sularının karıştığı herhangi bir yerde halkımız zor durumda kalacak olursa su onlara yardım edecek. Kanla karışmış suyu serpeceğimiz toprak ise zamanı geldiğinde Khalkedon'un ismini İstanbul yapacak soyun çocuklarının geçişine tanık olacak. Bu soyun önderi, orada alacağı mesajlarla Asyalı ve Khalkedonlu insanların kardeşliğini öğrenip zamanında ortaya çıkarılması üzere bu bilgiyi saklı tutacak. Khalkedon alındığında isminin İstanbul yapılmasını vasiyet edecek. Kanlı suyun serpildiği topraklar, gün gelecek hem İstanbul'un hem de Asya'nın kalbinin attığı yer olacak. şayet oraya ne vakit halkımızın hasımları kastedecek olurlarsa göklerin ve yerlerin gazabına uğrayacaklar. Anadolu'nun karanlık mağaralarından çıkagelecek olan, isimsiz varlıklar düşmanı bir daha var olamayacak şekilde yok edecek... Zaman içinde kötülük ve fenalık düşünen insanların hepsi ulusumuza hasım olup bu akıbete uğrayacaklar... İşte o zaman dünya Büyük kıtadaki cennet haline yeniden bürünecek şayet başarırsak işte bunlar olacak olanlar. Başarının ardından sen ve ben göğün sırrına ereceğiz ve hakikat bir daha yanımızdan ayrılmayacak. Yok başaramazsak..."

    Mogous derin bir nefes alıp devam etti:

    "Bu düşünceyle kendi kendimizi kederlendirmenin anlamı yok Khallen. Haydi, kuşan kılıcın ile zırhını artık. Düşelim yollara kutsamak için bu güzel yurdu..."

    "Haklısın. Kılıcım derin uykusundan uyanmalı! Tıpkı benim gibi!"


    Bir saat sonra İstanbul'a -artık Byzantion ismini ikiside kullanmıyordu.- doğru yola koyulmuşlardı. Çıkınlarında yiyecek namına hiçbirşey yoktu. Sadece Mogous'un omzuna asılı deri bir yamağın içinde bir miktar su bulunuyordu. Bununla geceye kadar idare etmek zorundaydılar. Eğer bir gecikme yaşamazlarsa İstanbul'a birkaç saat uzaklıktaki, Khallen'in keşfettiği küçük çaydan su içebileceklerdi. Beklediklerinin aksine yollarına ne bir insan ne de sorun çıkaracak derecede vahşi bir hayvan çıkmamıştı. Küçük çaydan kana kana su içtikten sonra beklemeden yollarına devam ettiler. Dolunay yeni günün başladığını ilan edercesine heyecanla parlamaya başladığında, İstanbul sokaklarında iki serseriyi andıran şekilde yürümekteydi iki yoldaş. Derken ıssız, gözden uzak bir kıyıya yanaştılar. Ne ışık vardı görünürde ne de bir ev. Khallen yekpare demir kınından kılıcını çekip Mogous'a baktı. Huzurlu bir iç çekişten sonra bronz işlemeli sol kolluğunu yavaşça sıyırıp açıkta kalan kolunu suyun üzerine uzattı. Uzun kılıcıyla gülümseyerek kolunda derin bir yara açan Khallen'in gözünden bir iki damla yaş ve kolundan bir hayli kan akmaya başladı. Kılıcını kınına soktuktan sonra diz çökerek içindeki tüm nefreti kusarcasına denize haykırdı; Barışın ve iyiliğin sağlanması yolunda kanlarımızı döken bizlere yardım edin! Her kimseniz ya da kimsen, ismine Tanrı, Kutsallar, Tanrıça, denilen şeyler. Sizin türünüzden olan her şeye sesleniyorum. Gerçek olanlarınıza! Bize yardım edin ve insanlığı yaptıklarından ötürü bağışlayın. Bizlere yardım edin!

    Mogous'un gözleri acılarla dolu hayatında ilk defa yaşlarla ıslanmıştı. Anavatanında ağlamak hoş karşılanmazdı bu yüzden o nasıl ağlandığını hiç görmemiş ve öğrenememişti. Ama şimdi farklıydı. İçini sel misali yıkıp dökerek gelen gözyaşlarını bastırmak olanaksızdı. Ve koyuverdi o da bir iki damla...

    Ardından Mogous çekti kısa kılıcını. Toprak rengi cüppesini sıyırdı ve oda açtı bir yara kanını denize akıtmak için. Birkaç dakika öylece durup denizi izlediler iki dost. Ardından Khallen Mogous'un deri yamağını alıp suya eğildi. Kanlarını verdikleri Marmara'dan izin istedi ve yamağı yarısına kadar doldurdu. Deri yamağın ağzını kapatıp doğruldu. Tam o sırada kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu. Başlarını sesin geldiği yöne doğru çevirdiklerinde gördükleri manzara karşısında öylece kalakaldılar. Az önce geçtikleri sokaklar yanmaktaydı. İki yoldaş ne olduğunu kavrayamadan gökten gelen birkaç alev topu şehrin farklı yerlerine düştü. Khallen neler olduğunu anlamıştı. Romalılar... İşgal başlamıştı işte. Khallen içinde kabaran öfkeyi ve duygu patlamasını bastıramadı. Mogous dur durak bilmeden yenileri gelen mancınık toplarını izlerken, Khallen Tekrar Marmara'ya dönüp haykırdı:

    "Bana neden bu günleri gösterdiniz? Yeryüzünde ne kadar tanrı varsa hepsine sesleniyorum. Bana gücünüzü verin! Düşmanla savaşıp bir asil gibi öleyim! Bana güç verin!"

    Mogous neler olduğunu henüz kavrayabilmişti. Khallen'e döndü ve sordu:

    "Savaşmak istiyor musun?"

    "Tüm benliğimle!"

    Mogous başını göğe kaldırıp haykırmaya başladı

    "Ey Kutsallar sizedir sözüm! Yoldaşım üzerine düşeni yaptı. Onu kutsayın ve yalnız bırakmayın. Size sesleniyorum Büyük Kıta battığında suya gömülmüş cesetlerin sahipleri! Uyanın ve bu sadık evlatlarınıza yardım edin..."

    Khallen bu her sözcüğü inanılmaz enerji yüklü konuşmayı büyülenmişçesine dinliyordu ki ne olduğunu anlayamadan Mogous yere yığıldı. Khallen hemen yanına koşup çömeldi. Yoldaşının başını kendi dizine koydu ve şöyle dedi:

    "Uyan kardeşim! Uyan ve Anadolu'nun ıssız bozkırlarına git. Görevimizi tamamla. Benim kalıp savaşmama izin verdiğin için sana minnettarım. Yaşadığım hayatın şu son iki gün dışında hiçbir değerinin olmadığını fark ettirdin sen bana. şimdi uyan ve git! Ruhlarımız bedenlerimizi terk ettiğinde, hakikate kavuştuğumuzda, göğün sırrına erdiğimizde, tekrar görüşeceğiz. Dağlara ve göğe andolsun..."

    Mogous'un göz kapakları hem mutlu hem de hüzünlü bir ışıltıyla açılıverdi. Kardeşinin varlığından kuvvet bularak ayağa kalktı. Ona sarıldı ve kendisi ile Khallen'in kanlı yaralarını birbirine bastırdı. Bu hareket, insanoğlu var oldukça 'kan kardeşliği' olarak bilinecekti...

    Gümüşi renkteki pelerini soğuk Marmara yeliyle rakseden Khallen, kanlar içindeki sol koluyla belinden hafif mızrağını çekti. Güz mevsiminde Marmara'nın büründüğü mavimsi yeşilliğe sahip gözleri, mancınıkların alevli toplarıyla aydınlattıkları gecede, şehre akın etmekte olan ilk asker topluluğunu seçti. Kendisine en yakın mesafedeki askere kitledi gözlerini. Ardından sol elindeki mızrağı sağ eline geçirdi. İstanbul'un hiç unutamayacağı bir savaş narası atarak mızrağını Romalı askere yolladı. Geceyi yarıp gelen mızrağın farkına varamayan asker gövdesini yarıp geçen cismin ne olduğunu göremeden ölmüştü. Sonra kabzası ametist taşlarıyla süslenmiş, büyük kılıcını aldı sağ eline. Korkunç savaş narasını duyup ürkmüş olan askerler onu fark etmişlerdi. İçlerinden bir kaçı kalkanlarını çıkarıp dehşetengiz hasımlarının yaklaşmasını izlerken, şehre giren ikinci asker topluluğunundan bir asker geniş yayını gerdi ve bir ok yerleştirdi boğa sinirinden yapılma yayına. Gecenin içinde geniş kalkanlarını kaldırmış bekleyen işgalcilerin yanına varan Khallen büyük kılıcını yukarıdan aşağıya tüm gücüyle savurdu ilk askere. Kalkanını refleks olarak yukarı kaldıran asker darbenin şiddetiyle kalkanı tutan kolunun kırıldığını hissetti. Kalkanını bir yana fırlatıp yere düşen asker, pes etmeyip her Roma piyadesinin postalında sakladığı kısa bıçağı çekip, ikinci askere ardı ardına darbeler indiren Khallen'in baldırına sapladı. Yüreği alev almış Khallen buna aldırmayıp kalkanını tutamayacak hale gelmiş ikinci askeri, omzunun üstünden çıkardığı dairesel bir kılıç darbesiyle ikiye böldü. Baldırındaki bıçağı çıkarıp, kolu kırılmış askere yönelen Khallen, tiz bir ıslık ses duydu. Bunun bir ok olduğunu anında idrak etmesine karşın kendini yere atacak vakit bulamadan, göğüs kafesinin sol yanına köklemesine saplanmış bir ok gördü. Artık durması için yakaran vücuduna aldırış etmeyip baldırından çıkardığı bıçağı kolu kırık askerin şah damarına sapladı. Görü yeteneğini yavaş yavaş kaybetmekte olan gözleri ona doğru yaklaşmakta olan iri bir asker algıladı. Çlmekte olduğunun bilincinde olan Khallen, boğazına bıçak saplı askerin kalkanını son bir hamleyle kapıp, kendisine yaklaşmakta olan asker, ne yaptığını kavrayamadan ağır kalkanı can havliyle bahtsız askerin kafasına doğru var gücüyle savurdu. Askerin miğferiyle, koca kalkanın çarpışmasından çıkan tok ses, Khallen'in duyduğu son ses oldu...

    Olanları gözünü kırpamadan izlemiş olan Mogous, o güne dek hiçbir varlığın ağlamadığı biçimde ağlamaktaydı. Khallen ile tanışmaları, birlikte izledikleri gün doğumu, denize kanlarını sundukları an, vedalaşmaları bir bir aklından geçiyordu. Derin bir ızdırap içerisinde İstanbul'a arkasını dönüp kendini denize fırlattı. Mogous'un seslenişini duymuş olan Büyük Kıta halkının, bütün ruhları ona nefes verip, yeryüzündeki hiçbir insanın, hiçbir zaman öğrenemeyeceği su altı yollarından geçirerek onu Anadolu'nun ortasındaki bir göle getirdiler. Mogous ve Khallen'in vedalaşmasını izlemiş olan ruhlar üzülmüş ve Mogous'u Anadolu'nun ortasındaki bu göle getirirken yanlarında gözyaşlarını da getirmişlerdi. Göle vardıklarında salıverdiler onlarda iki yoldaşın yaptığı gibi gözyaşlarını. Bu göl, gözyaşlarıyla öylesine yükseldi ki oracıkta taşmaya başladı. O kadim su birikintisi çağlar sonra Tuz Gölü diye isimlendirildi. Lakin hiçbir insan suyun tuzlu olmasının sebebinin gözyaşları olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi...

    Mogous ruhlarla vedalaştıktan sonra iki gün iki gece, bir Kafkasya şamanının kendine has büyüleriyle hızlandırılmış bir yolculuk yaptı. Rahatça algıladığı müthiş enerji yayılımının çıkış noktasının; Tanrılar tarafından Khalkedon'un göbek kordonunun atıldığı yer olduğunu biliyordu. İki günün sonunda bu enerjinin yayıldığı bozkırı bulduğunda öylesine yoğun bir basınç hissetti ki benliğinde; kafatası çatlayacak gibiydi adeta, burnundan yağmur gibi kan akıyordu. Bütün damarları mosmor olmuş, açığa çıkmak istercesine çırpınıyorlardı. Artık düşünebildiği tek şey bilinçaltının derinliklerine kazıdığı görevini tamamlamaktı. şuurunu kaybetmemek için dişlerini sıkarak beline asılı deri yamağının ağzını araladı, içindeki suya bir an Khallen'i hatırlayarak baktı sonra suyu, kurak toprağa son damlasına kadar boşalttı. Artık tamamlamıştı. Bitmişti her şey. Tarih çizilmişti artık. Halkı dönemler boyunca ne kadar zor durumlara düşsede kaderi belliydi. Kaderi hiç yok olmamaktı. Zira ileriki çağlarda Mogous'un halkı 'küllerinden doğan millet' olarak isimlendirilecekti...

    Kan revan içindeki, tükenmiş vücuduna hükmedemiyordu artık. Son bir uğraşla başını göğe kaldırıp haykırmaya başladı:

    "Ben size olan borcumu ödedim Kutsal olanlar! Beni kardeşim Khallen'in yanına alın ve bize hakikati verin. Bedenlerimizin toprak olup rüzgarda özgürce savruluşunu gökyüzünden huzur içinde izleyebilmemize izin verin. Ve sen ey yeryüzü! Bizi unutma! İki yoldaşın hikayesini unutma. Kıyıya vuran her dalgada, toprağa düşen her kan damlasında, bozkırda yankılanan her kurt ulumasında bizi hatırla"

    Hoşçakal dünya...

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>

    Last edited by Bogus on Mon Dec 10, 2007 1:52 pm; edited 2 times in total
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Dragon_Knight
    Kullanıcı
    Kullanıcı





    Joined: Oct 04, 2007
    Posts: 165
    Location: Sivas

    PostPosted: Mon Dec 10, 2007 1:42 am Reply with quoteBack to top

    Yarışmaya katılan tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum. Ve Dwaxer senide tebrik ediyorum

    _________________
    Neden insanlar bu kadar acımasız ?<br>Neden dostum düÅ?manımdan farksız ?<br>Neden kaybedilince deÄ?erler anlaÅ?ılır ?<br>Neden güçlü hep duygularla oynaÅ?ır?<br>
    Back to top View user's profileSend private messageSend e-mailVisit poster's websiteMSN Messenger
    LeSorcier
    Kullanıcı
    Kullanıcı





    Joined: Apr 02, 2007
    Posts: 21
    Location: Istanbul

    PostPosted: Mon Dec 10, 2007 8:21 am Reply with quoteBack to top

    Efendi Dwaxer kutlarım...


    Yorumlarımı birkaç gün içinde yapmak istiyorum.


    Bogus; konvoy halinde takılalım,efendim bayraklar savuralım, ben arabının camından belime kadar sarkıp ağzımdan salyalar akıta akıta manasız tezahüratlar yapayım, isterdik tabiii... Rolling Eyes

    şimdilik iyi dileklerimizle yetininiz. Hayırlı tezkereler diliyorum.

    _________________
    <strong>“I reject your reality and substitute it for my own.”</strong> <br>Adam Savage
    Back to top View user's profileSend private message
    dwaxer
    Kullanıcı
    Kullanıcı





    Joined: May 21, 2007
    Posts: 6687

    PostPosted: Mon Dec 10, 2007 1:50 pm Reply with quoteBack to top

    .
    Teşekkürler arkadaşlar. Very Happy

    Diğer yarışmacıların hikayelerini de okudum hepsi de güzel fikirlerle dolu öyküler yazmışlar. (özellikle Devrimk'nın öyküsü çok hoşuma gitti) Herkesin ellerine sağlık.

    Frp World camiasına da amatör öykücülüğü destekleyen bu geleneksel etkinliği için teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyerek kutluyorum.



    Not: Bogus, İstediğin bilgileri mail ile gönderdim. Tabii ki ödül seçimim: Edgar Allan Poe Bütün Hikayeleri (Ciltli) Böylece yeni öyküler için feyzalabilirim. Mr.Green
    .
    Back to top View user's profileSend private message
    mguzel
    Kullanıcı
    Kullanıcı





    Joined: Nov 21, 2007
    Posts: 20

    PostPosted: Mon Dec 10, 2007 2:33 pm Reply with quoteBack to top

    Tebrikler
    Back to top View user's profileSend private message
    Bogus
    Site Yazarı
    Site Yazarı





    Joined: Nov 29, 2006
    Posts: 864
    Location: Istanbul

    PostPosted: Mon Dec 10, 2007 4:28 pm Reply with quoteBack to top

    Sevgili Dwaxer,

    Çdülünün siparişi verildi, cuma günü eline geçer diye tahmin ediyorum.

    _________________
    <div><strong>ÇıÄ?lıkta henüz umut vardır, çıÄ?lık atmak güç ister. Tehlike, fısıltıdadır. Çünkü fısıltı bir tükeniÅ?in ifadesidir.</strong></div>
    Back to top View user's profileSend private messageVisit poster's websiteMSN Messenger
    Display posts from previous:      
    Post new topicReply to topic


     Jump to:   



    View next topic
    View previous topic
    You cannot post new topics in this forum
    You cannot reply to topics in this forum
    You cannot edit your posts in this forum
    You cannot delete your posts in this forum
    You cannot vote in polls in this forum


    Powered by phpBB © 2001 phpBB Group

    :: HalloweenV2 phpBB Theme Exclusive ::
     
    FRPWorld.Com ülkemizdeki fantezi edebiyatı ve frp sevenleri bir araya getirmeyi amaçlayan bir web sitesidir. 2003 yılında kurulmuş olan sitemiz kullanıcı ve yöneticilerimizin katkıları ile büyüyüp Türkiyenin en büyük frp sitelerinden birisi olmuştur. Galerisi, indirilecekler kısmı, akademisi, yazarları ile sitemiz tam bir frp hazinesidir. FRPWorld sizin de desteklerinizle böyle olmaya devam edecektir. FRP'nin doyumsuzca yaşandığı bu diyara hoş geldiniz.

    FRPWorld, yeni bir frp dünyası


    Sitede bulunan yazı, doküman ve diğer içerikler siteye ait olup başkaları tarafından kopyalanması, dağıtılması ya da ticari amaçla kullanılması yasaktır.
    Siteye yapmış olduğunuz katkılar frpworld.com'un olup bunları yayınlama ya da yayınlamama hakkı site yöneticilerine aittir.


    Sayfa Üretimi: 0.94 Saniye